“Sanırım harika bir asker ama ben askerleri harika yapan şeylerden nefret ediyorum”
Amerikan iç savaşından sonra Meksika sınırındaki kızılderilileri yok etmeye odaklanan Amerikan ordusundaki görevine tutku ile bağlı bir yarbayın hikâyesi.
Western filmlerinin büyük ustası John Ford’un “Süvari” üçlemesi olarak bilinen filmlerinin sonuncusu. Bir gazetede yayınlanan hikâyeden yola çıkılarak yazılan senaryo klasik Hollywood westernlerinde olduğu gibi yerlilerin barbar bir düşman olarak görüldüğü, beyaz adamın yüceltildiği ve militarizme övgüler dizildiği bir içeriğe sahip elbette. Ford’un genel ortalamasının biraz altında kalan ama her zamanki temiz anlatımının da izlerini taşıyan film ideolojisi ile kötü, klasik sinemadan esintileri ile ilgi çeken bir çalışma özet olarak.
1956 yılında çektiği “The Searchers – Çöl Aslanı” ile kendi filmografisinde ilk kez yerlilerin nispeten dürüst bir resminin çizildiği bir filme imza atan Ford’un önceki westernleri gibi burada da yerliler barbar düşman rollerinde; daha doğrusu film yerlileri ikiye ayırmış: barbarlar ve sırtına ordunun üniformasını geçirip kendi kardeşlerine karşı muhbirlikten işbirliğine her türlü davranışa imza atan ve takdiri de alan dostlar. Maureen O’Hara’nın her zamanki zarif oyunu ile canlandırdığı albayın karısı olan kadının hümanizmi de sadece oğlu, ailesi ve genel olarak beyazlar ile sınırlı. Haksız yere suçlandığını düşündüğü bir askeri savunması için kendi parası ile avukat tutarken, kocasının esir aldığı yerliler hakkında herhangi bir duygu beslediğinin işaretini dahi vermiyor. Ne sorguluyor onlara yaptıklarının anlamını ne de onları “görüyor”. Kadının militarizm karşıtı gibi görünen duruşu da elbette finalde içerik ve biçim değiştiriyor; asker kocası ile ailesini ve vatanını korumuş olmanın gururu ile ufka bakabiliyor artık. Evet, sıkı bir militarizm ve erkeklik övgüsü var filmde. Matematikten kaldığı için askeri akademiden atılan genç onurunu orduya er olarak yazılarak kurtarıyor, yarbay babasından bol bol delikanlılık üzerine öğütler alıyor ve baştan sonra ordunun ne kadar eğlenceli, cesur ve güçlü karakterlerden oluştuğunun örneklerini izliyoruz.
Kızılderilerin hiçbiri elbette bir karaktere, kişiliğe sahip değiller; onlar sadece iyi beyazlara saldıran, katliam yapan barbarlar. Farklı kabilelerin birleşmesi ve birlikte savaşmaya karar vermesi beyaz adam için büyük bir tehlike olarak görülürken, Meksika hükümetinin Amerikan ordusunun ABD ile aralarında sınır olan Rio Grande nehrini geçip kızılderilileri takip etmesine izin vermemesi de tarafsız kalmanın düşmanla işbirliği yapmak anlamına geldiğinin bir örneği olarak sergileniyor filmde. Görüldüğü gibi Amerikan yönetiminin dünyaya bakışında bir değişiklik olmamış; olması da ülkenin varlığına zıt düşerdi zaten.
Filmin yukarıda özetlemeye çalıştığım politik yanlışlarına sinemasal açıdan eklenebilecek birkaç problemi daha var. Öncelikle yeterince güçlü değil hikâyesi ve bazı yan hikâyelerini kimi anlaşılır kimi anlaşılmaz nedenlerle hayli zayıf bırakıyor; anlaşılır durum için kadının hümanizmi, diğeri içinse on beş yıldır babasını görmeyen ve kendisi çok küçükken gittiği için onu hatırlamayan genç askerin babasına kendini kanıtlamaya çalışmasının veya daha genel olarak onunla ilişkisinin aldığı yönün hayli zayıf işlenmesi ve hatta nerede ise unutulması gösterilebilir. Filmin dönemin ünlü folk grubu “Sons of the Pioneers” imzalı ve hayli başarılı şarkıları ise o kadar çok kullanılıyor ki nerede ise film bir müzikal olmanın eşiğinden dönmüş denebilir. Tüm bu sıkıntılarına karşın ve özellikle politik duyarlılıklar bir kenara koyulduğunda film ilgiyi kesinlikle hak ediyor yine de. Vasatın hep üzerinde seyreden oyunculukları (John Wayne bile kötü oynamıyor örneğin), toplamda beş kez birlikte çalışan ve sinemanın unutulmaz ikililerinden olan John Wayne ve Maureen O’Hara’nın bir arada olduğu ilk film olması, yönetmen Ford’un klasik sinemanın en sağlam hikâye anlatıcılarından biri olarak filmine hemen hiç sarkmayan bir tempo sağlamış olması ve çok keyifli şarkıları ile film görülmeye değer bir çalışma olmayı başarıyor. Kızılderililerin “yüzünün bile olmadığı” ve Amerikan sağının idollerinden olan baş oyuncusu John Wayne’nin Kore savaşının bir alegorisi olarak gördüğü bir filmin politik mesajlarına karşı uyanık olmayı unutmamalı elbette.
(“Aslanlar Diyarı”)