“Polis teşkilatının izci kampı olduğunu kim söyledi sana?”
Bağlı olduğu teşkilat içindeki yozlaşmaların ortaya çıkarılması için çabalayan dürüst bir polisin hikâyesi.
1970’lerde liberal rüzgârların esip durduğu Amerikan sinemasının tipik ve bugün bir klasik olarak kabul edilen örneklerinden. Gerçek bir hikâyeden uyarlanan film her kademesi ile çürümüşlüğün izlerini taşıyan Amerikan polis örgütünün içinden bir bireyin İngilizce söyleyişi ile “whistleblower” rolünü üstlenerek tüm çalışma arkadaşlarını karşısına alma ve hayatını tehlikeye atma pahasına giriştiği mücadeleyi anlatıyor. Yönetmen Lumet filmini güçlü bir sinema dili ile uzun süresine rağmen çekici kılmayı başarmış ve baş roldeki Al Pacino da her zamanki gibi tek kelime ile muhteşem. Ne var ki film kimi kusurlara da sahip görünüyor üzerinden geçen kırk yılın ardından.
Peter Maas’ın hikâyenin gerçek kahramanı Frank Serpico’nun bakış açısı ile yazdığı biyografisine dayanan senaryoyu iki ünlü senarist kaleme almış. Biri McCarthy dönemindeki cadı avında kara listeye alınan ve aralarında “Midnight Cowboy – Gece Yarısı Kovboyu” gibi örneklerin de olduğu bir filmografiye sahip Waldo Salt, diğeri “Joe” ile Oscar’a aday gösterilmiş Norman Wexler. İkilinin çalışması genel olarak Lumet’e yeterince sağlam bir malzeme sağlamış gibi görünmekle beraber, belki biyografik bir eserden uyarlanmanın sonucu olarak kimi gereksiz “kronolojik” öğelere de yer vermiş. Kahramanımızın annesinin ve babasının filmin başındaki ve sonundaki kısa sahneleri örneğin, hikâyeye hiçbir şey katmıyor ve aksine filmin odağını kaydırıyor. Benzer şekilde tekrarlanmış gibi görünen kimi sahneler de sadece filmin süresinin gereksiz uzamasına ve hikâyenin parça parça anlatılmış gibi görünmesine yol açmış. Bu kusurlara bir de filmin Yunanlı Mikis Theodorakis imzalı müziğini eklemek gerek. Romantik ve yumuşak sahnelerde filmin atmosferi ile hiç uyuşmayan bir Akdenizli havaya sahip olan müzik çalışması, filmin sert sahnelerinde ise uyumlu ama yetersiz duruyor. Filmden bağımsız olarak düşünülürse hayli çekici olabilecek müziğin problemi filmin havası ile kaynaşamamış olması ki bir film müziği için bu ciddi bir kusur elbette.
Yukarıdaki kusurlarının yanında filmin iki de büyük artısı var: Sidney Lumet’in yönetmenlik becerisi ve Al Pacino’nun “hayvansı” bir yanı olan oyunculuğu. İkili Pacino’nun ısrarla sistemin içinde kalıp onun çürümüş yanlarını ortaya çıkararak dönüşmesini sağlamaya çalışan idealist polis karakterini filmin en büyük kozu yapmayı başarıyorlar. Polisin arkadaşlarının özellikle yardımcı olmayarak vurulmasına göz yumdukları sahnede Pacino’nun oyunculuğu ve Lumet’in mizansen becerisi en üst düzeyde seyrediyor ve benzeri başka sahnelerle birlikte filmden sıkı bir sinemanın tadını almanızı sağlıyor. Pacino karakterinin öfke dolu dürüstlüğünü hem aksiyon sahnelerinde hem de kimi romantik sahnelerde inanılmaz bir gerçekçilik ile sergiliyor ve bazen bir filmin sadece bir oyuncusunun varlığı ile nasıl zenginleşebileceğini kanıtlıyor defalarca. Bir adamın nerede ise tek başına çürümüş bir düzene açtığı savaşın seyrini sinemasal olark bu denli çekici kılan Lumet ve Pacino ikilisine teşekkür etmek gerekiyor özet olarak.
Çürümüş bir bürokrasinin, politik çıkar ve hedeflerin ve yozlaşmanın başını alıp gittiği bir dünyanın bu geriye dönüşle anlatılan hikâyesi başta kahramanımızın kadın arkadaşları ve kendisine yardımcı olan polis arkadaşı olmak üzere kimi karakterleri filmin uzun süresine rağmen oldukça derinliksiz bıraktığı halde kahramanının güçlü karakterinden o denli destek alıyor ki bu kusuru da görmeyebiliyorsunuz zaman zaman. 1970’lerde peş peşe sistemi sorgulayan filmler ürettikten sonra Reagan döneminin katı sağ uygulamalarına süratle uyum gösteren Hollywood’un yüz akı örneklerinden biri “Serpico”. Bugün senaryodaki problemleri daha göze batar olsa da Lumet’in hâkimi olduğu New York sokaklarında yaşanan bir hikâyeyi Pacino’nun korkunç oyun gücünü yanına alarak anlattığı eser kesinlikle görülmeyi hak eden filmlerden biri.