“Polis bilir. Polis görür. En sıradan şeyi bile kaydeder beyni. Doğru an gelene kadar hatırlamaz… ama sonra… geriye döner ve anlarsın ki… biliyordun”
Kendisinin yakaladığı ve elektrikli sandalyede idam edilen bir seri katilin cinayetlerinin benzerlerinin tekrarlanması ile gelişen gizemli olaylarla mücadele eden bir dedektifin hikâyesi.
Gregory Hoblit’in yönettiği ve Elia Kazan’ın oğlu olan Nicholas Kazan’ın senaryosunu yazdığı film Denzel Washington’u şeytani bir kötü ruh ile karşı karşıya kakan ve aynı ruh ile yıllar önce karşı karşıya kalıp intihar eden bir dedektifin izinden giden bir polis rolünde getiriyor karşımıza. Kimi anlarında çekici ve ürkütücü olmayı başaran film, genel olarak bakıldığında atmosferini tam anlamı ile olgunlaştıramamış görünen ve kimi klişelerden de kaçınamamış bir çalışma. Washington çok iyi değil ama sağlam kalitesinin izini taşıyan oyunu ile hikâyeyi taşıyor ve Hoblit de filmini seyredilir kılmayı başarıyor.
Uzun bir geriye dönüşle başlayan ve finalinde başladığı noktaya geriye dönen hikâye sonunu da türün ruhuna uygun olarak şeytanların kolay kolay ölmeyeceği ve iyilik ile kötülüğün mücadelesinin ezeli ve ebedi olduğu mesajı ile bağlıyor. Arada seyrettiğimiz ise evet seyredilir ve kimi anlarında da heyecanlandıran ama yeni bir şey seyrettiğiniz algısını bir türlü yeterince yaratamayan bir hikâye olabiliyor sadece. Dürüstlüğünü baştaki diyaloglardan anladığımız (anlamamız için biraz zoraki yaratılmış görünen diyaloglar bunlar) başarılı ve zeki polisimiz arada kiliseye gitse de bilimsel yöntemlere inanan bir profil ile getiriliyor karşımıza ama karşılaştığı olayların doğaüstülüğüne benzer filmlerdekinin aksine biraz fazla çabuk inanıyor. Aslında hikâyenin dinsel boyutları göz ardı edilmeyecek kadar belirgin. Polisimize yardım eden ve babası aynı olayı araştırırken intihar eden kadının teoloji öğretiyor olması ve kahramanımızla karşılaştığında ilk cümlelerinden birinin “Tanrı’ya inanıyor musun” olması bu durumun iki örneği sadece. Neyse ki senaryo otobüsteki sevimli rahibe dışında kilise vs. den uzak duruyor. Bu dinsel motifler bir yana film türünün pek çok klişesine uğramaktan da geri kalmıyor. Terkedilmiş bir evin bodrumunda örümcek ağları ile kaplı, toz içindeki büyük boy ve şeytanların resimlerini içeren bir kitap, polisiye filmlerin olmazsa olmazı başarılı polisimiz ile tepedeki yöneticilerin ona tepkisi arasında kalan “orta kademe” yönetici (Donald Sutherland senaryonun pek de üzerinde uğraşmamış göründüğü bir rolde epey silik kalmış) veya şeytanın kötülüğün ezeli karakterini vurgulayacak şekilde elbette uygarlığın beşiği Mezopotamya’dan eski bir dili (bu örnekte Aramice) konuşuyor olması seyirciyi şaşırtmayan, aksine daha önce seyredilmişlik duygusu yaratan tercihler. Öyle ki yeğeni kahramanımıza “böyle bir şeyi bir dizide görmüştüm” dediğinde seyircinin de “evet, biz de görmüştük” duygusuna kapılması çok yüksek bir olasılık.
Orijinali Kai Winding’e ait olan “Time is on My Side” adlı şarkının Rolling Stones’a ait 1964 tarihli yorumunu bir leitmotif olarak kullanıyor filmimiz ki bu da Amerikan sinemasının korku filmlerinde hikâyenin geçtiği dönemden bağımsız olarak 50’li veya 60’lı yılların şarkılarından birini seçme alışkanlığının tekrarı olarak gösteriyor kendisini. Neyse ki, aslında terk eden bir sevgiliye söylenen “Remember, I’ll Always Be Around – Unutma, Ben Hep Buralarda Olacağım” veya “Time is on My Side – Zaman Benim Tarafımda” gibi sözler içeren şarkı hikâye ile uyum içinde. Yönetmen Hoblit başta dokunma yolu ile bir bedenden diğerine geçen kötü ruhun kalabalık bir caddede kadını bu şekilde “dokunmalarla” takip ettiği sahne olmak üzere kimi etkili anlar yaratmayı başarıyor. Yine de film şöyle sıkı bir nefes kesen sahneden yoksun olmanın izlerini taşıyor ne yazık ki. Washington’ın dış ses ile zaman zaman hikâyeyi ve duygularını anlatması ise bu monoloğun her zaman çarpıcı olamaması ile hedeflenen etkiyi yeterince yaratamıyor. Kadın profesörün sözleri ile “tıpkı Mafya gibi bilmememiz ve görmememiz gereken” kötü ruhlarla zeki, cesur ve fedakâr dedektifimizin mücadelesini anlatan film kusurlarına rağmen ilgi çekmeye aday yine de. Aksiyon yanını abartmayıp derinliği yeterli olmasa da entelektüel sularda gezinmesi ve kolaya kaçmayan finali ile başarılı öncelikle. Hemen hiçbir anında seyircisini şiddetli bir sekilde sarsamasa da sürekli kılmayı hemen hemen başardığı gerilimli atmosferini de buna eklerseniz seyri keyifli bir film özet olarak.
(“Cani Ruh”)