He Ran All the Way – John Berry (1951)

“Sevmek için güvenebilmek gerekir. O kimseye güvenmiyor!”

Arkadaşının öldüğü soygunda çaldığı para ile kaçan bir adamın bu kaçışının bir paranoyaya dönüşmesinin ve bu sırada aşık olduğu bir kadınla olan ilişkisinin hikâyesi.

1950’lerin ABD sinemasından bir kara film. Yönetmeni, baş oyuncusu ve senaristlerinin tümünün Hollywood’un “komünistlerinin” peşine düşen soruşturmalar nedeni ile büyük stüdyolar tarafından sonradan kara listeye alındığı film küçük ölçekli ve yaratıcılarının toplumsal sorumluluk duygularının kendisini hissettirdiği ilgi çekici bir eser. Siyah-beyaz film hikâyesinde kimi boşlukları da olan ama bunlara takılınmadan seyredilirse keyif verecek bir çalışma.

Filmin yönetmeni John Berry, ünlü sinemacı ve bugün sinema yeteneği ile olduğu kadar muhbirliği ile de hatırlanan Edward Dmytryk tarafından ihbar edilip kara listeye alınan ve bunun sonucunda gönüllü olarak Fransa’ya sürgüne giden bir isim. Senaristleri ise yine bu cadı avının kurbanları olan iki ünlü isim, Hugo Butler ve Dalton Trumbo. Kahramanımızı canlandıran John Garfield ise kendisini solcu olmaktan çok liberal olarak tanımlayan ama soruşturma komitesine arkadaşlarının isimlerini vermeyi ret ettiği için kara listeye alınan bir oyuncu ve bu film onun bir yıl sonraki ölümünden önceki son çalışması olmuş. Bu ünlü isimlere bir de kariyerinin başındaki ve sonraları ünlü bir yıldız olan Shelley Winters’ı, her ikisi de Oscar ödüllü olan görüntü yönetmeni James Wong Howe ve besteci Franz Waxman’i de eklersek filmin ana yaratıcı kadrosunun hayli sağlam olduğu tartışılmaz bir gerçek. Bu kadronun ortaya koyduğu sonuç ise bir başyapıt olmasa da kendi mütevazi ölçüleri içinde oldukça ilginç bir çalışma olarak nitelendirilmeyi hak ediyor.

Yetmiş yedi dakika uzunluğundaki film bir parça paldır küldür ilerliyor ve kimisi önemli olan boşluklar da barındırıyor açıkçası. Kadının kahramanımıza aşkının bu kadar çabuk oluşuvermesi veya hikâyenin önemli bir kısmını kapsayan ve evin içinde geçen rehin alma sahnelerinin ciddi boşluklar içermesi zaman zaman filme zarar veriyor açıkçası. Waxman’ın müziği de bugünün ölçülerine göre bu küçük hikâye için bir parça fazla çığırtkan bir tona sahip ama yine de atmosfere ciddi kakıda bulunuyor. Yine de film bir bütün olarak bakıldığında ilgiyi kesinlikle hak ediyor. Kahramanımızın sevmeyi ve sevilmeyi beceremeyen yapısı ve bu yeteneksizliğinin arkasındaki neden olan kimseye güvenemiyor olması hikâyeyi ilginç kılan öğelerden biri olarak öne çıkıyor öncelikle. Bir yandan sürekli içinde taşıdığı korku, öte yandan sık sık kendisini gösteren pişmanlık adamı nerede ise paranoyaya sürüklerken, karakterindeki yabanilik de onun kendisine aşık olan kadına bir türlü doğru yaklaşamamasına neden oluyor. John Garfield rolü için biraz yaşlı dursa da karakterinin gelgitli psikolojisini başarı ile seyirciye yansıtıyor ve filme ciddi katkıda bulunuyor. Trumbo ve Butler’ın senaryosu sadece baş karakteri değil diğer karakterleri ve bu karakterlerin birbirleri ile çatışmalarından ortaya çıkan gerilimi de psikolojik incelemesinin malzemesi yapmayı denemiş ve kimi zaman fazla derin görünmese de bu incelemeyi filmi zenginleştirecek şekilde kullanmayı başarmış. Başta adam ile kadın arasındaki güven, korku ve kuşku gibi kavramlarla kuvvetlenen veya zayıflayan aşk olmak üzere, adamın rehin aldığı aile ile ilişkileri veya baş karakterimizin kendi içindeki çatışmaları bu incelemenin malzemeleri olarak gösterilebilir. Evdeki çocuğun adamın sertliği ve kararlılığından etkilenip kendi babasını korkaklıkla suçlaması veya aile ile birlikte yenen yemekte “hindi” üzerinden ilerleyen otorite çatışması ve sevginin sert bir biçimde talebi senaristlerin yarattığı çarpıcı anların örnekleri olarak dikkat çekiyor. Yönetmen Berry de bu psikolojik çatışma anlarını dozunda tuttuğu yakın plan kullanımı ile daha da çekici kılıyor ve filmin ortalamanın altındaki süresinin de desteklediği bir yoğunluğu filmin lehine çeviriyor.

“Normal” bir hayatın parçası ol(a)mayan kahramanımızın bu durumun kendisinde yarattığı güvensizliği toplumun normal kabul ettiklerine (aşk, aile vs.) nerede ise anarşist bir bakışa dönüştürmesini de ele alan film hem açılış hem de kapanışı ile sinemasever için ayrı bir önem taşıyor bir yandan da. Açılıştaki tipik bir kara film sahnesinde, bir kabustan uyanan kahramanımızı, karakterini, sevgisizliğinin de nedeni gibi görünen annesini ve onunla ilişkisini kısa bir süre içinde hayli etkileyici bir sinema dili ile anlatıyor filmimiz. Final ise “kötünün” cezalandığı, iyinin namusunun korunduğu ve aşkın da kanıtlandığı içeriği ile genel geçer normlara taviz vermesi ile dikkat çekse de Howe’un görüntülerinin de katkısı ile gerçekten etkileyici. Büyük bir kısmı kapalı mekanlarda geçen bu film yine Howe’un etkileyici kamera açıları ile seyirciye klostrofobik duygular geçirmeyi de başarması ile ilginç bir sinema eseri ama Howe’un ve yönetmenin doğru tercihleri filmin dış sahnelerine de kesinlikle bir çekicilik katmış görünüyor. Özetle bu küçük film görülmeyi hak eden ve eğer aksaklıkları göz ardı edilirse keyif alınacak bir eser.

(“Sevgilim Bir Katildi”)

(Visited 102 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir