“Ne düşündüğünü biliyorum, serseri. “Altı el mi yoksa beş el mi ateş etti” diye düşünüyorsun. Dürüst olacağım; bütün bu kargaşa içinde ben de farkında değilim bunun. Ama bunun bir Magnum 44, dünyadaki en güçlü tabanca olduğunu ve kafanı uçurmaya yeterli olduğunu düşünürsen, kendine şu soruyu sormalısın: “Şanslı günümde miyim?”. Evet, serseri, ne dersin?”
San Fransisco’yu dehşete boğan cinayetlerini durdurmak için şantaj yapan bir katil ve onunla kendi yolları ile mücadele eden bir dedektifin hikâyesi.
1970’lerden bir klasik. Dedektif Callahan karakterinin üç filmde daha karşımıza gelmesini sağlayacak kadar popüler olan film baş roldeki Clint Eastwood’un performansı, nerede ise birinci sınıf denebilecek polisiye havası ve özellikle de sıkça tartışılan “faşizan” öğeleri nedeni ile nerede ise kült denebilecek bir eser. Lalo Schifrin’in başarılı müziği eşliğinde anlatılan hikâye “liberal bürokrasiye” rağmen “kötülerle” tek başına savaşmak durumunda kalan kendine özgü bir polis dedektifini karşımıza getirirken mesajını vermek için hiçbir aracı kullanmaktan kaçınmıyor.
Her ne kadar jeneriklerde adı geçmese de senaryoda, ve yukarıda alıntılan ve artık bir klasik olan sözlerde Hollywood’ın özellikle 1980’lerde çektiği filmlerle sinemadaki Yeni Sağ’ın (bkz. “Politik Kamera – Michael Ryan / Douglas Kellner”) nerede ise faşizan isimlerinden biri olan John Milius’un varlığından söz edelim öncelikle ki kendisi serinin ikinci filminin de (“Magnum Force – Silahın Gücü”) bir başka sağcı isim Michael Cimino ile birlikte senaristliğini üstlenmişti. Hikâyedeki kötü karakterimizin kendisinden nefret etmemiz için akla gelebilecek her türlü iğrençliği yapabilmesini ekleyelim buna. Olayların ABD’de liberalizmin (ve filmin mesajına göre ahlâksızlığın –film boyunca gerekli gereksiz karşımıza getirilen erotik dükkanları, gece kulüplerini ve bir şekilde “normal” olmadıkları özellikle hissettirilen eşcinsel karakterleri düşünelim-) kalesi olarak bilinen San Fransisco’da geçtiğini ve liberal belediye başkanının korkaklığını da unutmayalım. Açılışın kameranın taradığı bir anıt üzerinde isimleri yeri alan ve kötülerle savaşırken görev başına ölen polislerle yapıldığını ve finalde kahramanımızın “kırgınlığını” da düşününce filmimizin mesajı çok net aslında: Yaşadığımız toplum bir pislik yuvası ve yöneticilerimiz –burada liberal Demokratlara laf atılıyor elbette- korkak ve basiretsiz. Bu durumda bireysel olarak ortaya çıkan ve bu yozlaşmanın nedenlerinden biri olan liberal yasaları takmayan kahraman(lar)a ihtiyacımız var. Eastwood’un çok parlak bir performansla yarattığı ve ABD sinemasının artık kesinlikle klasik olmuş dedektif karakterinin kötülere “hak ettiği” biçimde davranması ve yanına partner olarak verilen üniversite okumuş polisin bu işin kendisine göre olmadığını anlaması (ve üstelik başta eleştirdiği dedektifimizi sonradan tamamen haklı bulması ile oluyor bu farkındalık) ile de bu mesajını destekliyor filmimiz ve tüm “zayıflardan” nefret ederek faşizmin en temel göstergelerinden birine sahip olan karakterimizi de yüceltmekten bir an olsun geri durmuyor.
Yukarıda belirttiklerimi destekleyecek daha pek çok örneği var filmin. Hayli başarılı çekilmiş ve temposu/heyacanı bir an bile düşmeyen, katilin direktifleri doğrultusunda dedektifimizin bir telefon kulübesinden diğerine koştuğu sahnede bile karşımıza çeteci (görünüşleri ile rahatça uyuşturucuyu kendilerine yakıştıracağınız) karakterleri çıkararak kahramanımızın yoldan çıkmış bu toplumda işinin ne kadar zor olduğunu vurgulayan ve tüm eşcinsel karakterlerini ya abartılı vücut dilleri ile ya fuhuş ile ilişkilendirerek ama mutlaka korkak olarak gösteren filmin içeriğine ve mesajına karşı dikkatli olunmalı özet olarak. Kötülüklere karşı kural dışı hareket ederek “mücadele eden kahramanların” yüceltilmesinin kabul gördüğü bir toplumda varılan yerlerden birinin bizdeki karşılığının elinde sopa ve palalarla sokaktaki “teröristlerin” peşine düşenler olduğunu hatırlatarak kapatalım bu konuyu ama filmin muhafazakâr havasını destekleyecek şekilde kötü adamımızın “Jesus Saves” yazısına defalarca ateş ettiğini ve kahramanımızın bu kötü adamla hesaplaşmak için buluştuğu yerin haç şeklinde koca bir anıt olduğunu da eklemeyi unutmadan.
Tüm bu içerik problemleri bir yana koyulursa karşımızda iyi anlatılmış ve iyi oynanmış bir hikâye olduğunu söylemek gerekiyor. Kahramanının depresif ama mücadeleci yapısını, kötü adamının planlarını ve polislerin onu yakalamak için giriştikleri mücadeleyi –hikâyedeki kimi açık noktalara rağmen- heyecan dolu ve temposu çok iyi ayarlanmış bir şekilde anlatmayı başarmış yönetmen Don Siegel. Zaman zaman başvurduğu küçük oyunlar da, örneğin bir işkence sahnesinde kamera yükselerek uzaklaşırken işkence görenin sesinin boş stad içinde yankılanması, hayli etkileyici kesinlikle. Oyuncu Eastwood ve yönetmen Siegel’in filmin piyasaya çıkışından sonra ABD’deki pek çok polis toplantısının baş davetlileri arasına girmesi ve hatta Filipinler polis teşkilatının eğitimlerde kullanmak üzere filmin bir kopyasını talep etmesi gibi gerçeklerin de desteklediği gibi polis dostu olduğu açık olan bir hikâye bu ama yönetmen Siegel’ın şehrin mekanlarını başarılı biçimde kullanması, usta isim Bruce Surtees’in gerçekçilik duygusunu artıran görüntüleri ve Andrew Robinson’ın kötü adam rolündeki performansı ile de değerlenen film mesajına karşı uyanık olmayı gerektiren ve yine de zanaatkârlığına diyecek laf olmayan bir çalışma özet olarak.
(“Kirli Adam”)