“Hiçbir fark olmazdı. Bu absürt dünyaya cevabımı kendi irademle seçtim. Fırsat verilseydi, daha fazlasını yapardım”
ABS casusluk uydukları ile ilgili gizli bilgileri 1970’li yıllarda Sovyetler’e satan iki Amerikalı gencin hikâyesi.
Robert Lindsey’in gerçek bir olayı anlatan kitabından, ilerleyen yıllarda “Schindler’s List – Schindler’in Listesi” ile Oscar kazanacak olan Steven Zaillian tarafından uyarlanan (ki kendisinin ilk senaryo çalışması olmuş aynı zamanda) ve o tarihte Oscar’ını “Midnight Cowboy – Geceyarısı Kovboyu” ile çoktan kazanmış olan John Schlesinger tarafından yönetilen bir film. Orta-üst sınıftan iki gencin kendi istekleri ile bir “vatan haini”ne dönüşmelerini anlatan hikâye gerçekte yaşananlara sadık kalmakla birlikte başta iki gencin yakalanma sahneleri olmak üzere pek çok değişiklik de yapmış yaşananlarda sinemasal çekicilik uğruna. Gençleri canlandıran Timothy Hutton’ın işini yaptığı ama özellikle Sean Penn’in oyunu ile her zamanki gibi öne çıktığı film yeterince ve hedeflediği kadar gerilimli olamasa da (üstelik hikâyenin gerçekliğinden kaynaklanan ilave bir potansiyeli olsa da bu konuda) kendisini ilgi ile seyrettirmeyi başarıyor genel olarak.
Biri FBI emeklisi ve şimdi önemli bir şirkette güvenlik sorumlusu olan bir babanın oğlu, diğeri ise bir doktorun evlat edindiği bir genç olan iki adamın ABD’nin sırlarını Sovyetler’e satması ve sonra bu tehlikeli süreci yönetemez hale gelmelerini anlatıyor hikâyemiz temel olarak. Çocukluk arkadaşı olan ve birlikte papaz yardımcılığı yapmış olan iki gençten Penn’in canlandırdığı Andrew Daulton uyuşturucu satıcılığına bulaşmış, Hutton’ın canlandırdığı Christopher Boyce ise üniversite yerine kilisede kariyer yapmaya başlayan ama hikâyemizin başında kiliseyi terk ederken gördüğümüz iki karakter. Her ne kadar olaylar gerçek olsa da Boyce karakterinin ülkenin sırlarını Sovyetler’e satmaya nasıl bu kadar çabuk karar verdiğini ikna edici olarak anlatamıyor bize film. Çalıştığı yere yanlışlıkla gelen CIA mesajlarının ülkesinin Avustralya’da İşçi Partili başbakanı devirmek ve aynı ülkede ABD çıkarlarına aykırı düşecek bir grevi engellemek için neler yaptığını öğrenmesi gerçek hayatta aynen yaşanmış olsa da Boyce’un Daulton’u aracı yaparak Sovyetlerle temas kurması sinemasal olarak ikna edici durmuyor perdede. Herhangi bir özel politik kimliği olmayan Boyce’un bu sırları satarken beklentisi belki temel olarak ABD’nin kirli çamaşırlarının ortaya dökülmesi ama bir siyasi yakınlık duymadığı Sovyetler’in üzerinden bunu yapmayı düşünmesi hikâyede resmedildiği akıllı haline uymuyor açıkçası. Şahinine İngiliz Parlamentosu’nu havaya uçarmaya hedeflenen Guy Fawkes’dan esinlenerek Fawkes adını vermiş olması bir ipucu olabilrmiş belki ama hikâye özellikle kaçınmış gibi bundan. Buna karşılık, uyuşturucu işine çoktan girmiş olan ve zenginlik hırsı ile dolu Daulton’un işe bulaşması çok daha inandırıcı duruyor. Burada elbette senaryonun kendisine daha fazla şans tanıması (süre olarak değil ama içerik olarak) ve Penn’in daha güçlü görünen oyunculuğunun da payı var. Boyce’un babası ile arasındaki ve bir sahnede özellikle vurgulanan ama öncesi ve sonrasında hemen hiç üzerinde durulmayan çatışmasının hikâyede bu bağlamdaki yeri de anlaşılmıyor açıkçası.
Boyce’un çalıştığı ve ülkenin casusluk uydularından gelen bilgilerin raporlaması işini yapan özel şirketteki “eğlenceli” çalışanlar (kağıt kırpma makinasını kullanarak margarita yapmaları vs.), Meksika’nın Hollywood’un geleneksel algısına uygun bir şekilde tehlikeli ve vahşi gösterilmesi (uyuşturucu, işkenceci polisler vs.) ve Sovyet elçilik çalışanlarının (neyse ki fazla abartılmayan) soğuk tavırları gibi klişelere başvurmuş filmimiz elbette. Öte yandan Ronald Reagan’ın başkan olduğu dönemde çekilen bir film olduğunu düşünürsek, milliyetçi bir görünümden çok fazla nasibini almamış olmasını ve çok kaba bir iyi ve kötü ayrımına gitmemesini takdir etmek gerekiyor. Gerçi bir sahnede Boyce’un babası oğlunun casusluk yaptığının ortaya çıkmasından sonra diğer çocuklarının okulda “komünistlik” ile suçlanmasını dehşet içindeki bir yüz ifadesi ile anlatıyor ama yönetmen Schlesinger buradaki dehşeti bizim de hissetmemizi bekliyor mu sorusunun cevabını özellikle ve belki de akıllıca belirsiz bırakmış görünüyor.
Açılış jeneriğinde Amerikan tarihinden kimi video görüntülerini ve ülkenin “sembolü” ponpon kızları gösteren, kapanışta ise David Bowie’nin sesinden “This is not America” şarkısını dinleten filmin ABD’yi ne kadar anlattığı tartışmalı olsa da, CIA’nin Avustralya’da yaptıklarını açıkça dile getiren ve medyanın takınacağı tavıra güvenmediği için (gerçekte medyanın ABD’nin Şili’deki darbeyi örgütlemesinin üzerine düşmemesi Boyce’u bu fikre götürmüş olsa da, filmde bu örnekten bahsedilmiyor hiç) öğrendiklerini gazetelere götürmektense, Sovyetler’e satmayı tercih eden bir karaktere yer vermesi yine de gerçek ABD ile ilgili bir fikir verebilir seyredene. Biri beslediği şahini nedeni ile “Falcon”, diğeri daha lisede bulaştığı “beyaz” ticareti nedeni ile “Kardan Adam” rumuzunu kullanan iki gencin yakalanması ile biten ve sonda sadece aldıkları cezaları belirten filmin atladığı en önemli konu ise aslında Boyce’un hapisten kaçması ve daha sonra yaşananlar. Ne var ki senaryo buralara hiç girmiyor ve özellikle Boyce’un yakalanma şeklini şahinli bir sahne uğruna gerçekte yaşananlara göre tamamen değiştiriyor. Bunlar bir Hollywood filmi ile karşı karşıya olduğumuz düşünülürse, anlaşılabilir belki ama Schlesinger’ın filme hak ettiği kadar gerilim sağlayamaması ve özellikle Sean Penn’in karakterinin bocalamaları ile başlayan çözülme sürecini daha vurucu kılamamış olması affedilir bir problem değil. Oysa iki amatör casusun hikâyesi, gereksiz yapaylıklara başvurmadan üstelik, daha etkileyici olabilme potansiyeline sahipmiş kesinlikle. Boyce karakterinin aşk hikâyesi de eğreti durmuş hikâyede ve bu nedenle sonlarda sinema gişesindeki sahne de filmin ruhuna aykırı düşmüş bir parça.
“This is not America” adlı şarkının yanısıra başka sıkı parçaları da olan film Amerikan tarihinin en garip casusluk olaylarından birini ele alması ile ilginç bir çalışma ve eksikliklerine rağmen kendisini ilgi ile izletmeyi başarıyor. Muhafazakâr bir babanın, ülkesinin başka ülkelerde yaptıklarına şahit olan ve herhangi bir şeye “inancı” yok gibi görünen (senaryodan bu özeti doğrudan çıkarmak zor olsa da) Boyce karakteri de kesinlikle ilgi çekici, senaryo onu hakkı ile işleyememiş olsa da. Kahramanlarımızın (özellikle Boyce karakteri) dürtülerinin yeterince açıklanmamış olması, buna karşılık bu iki amatörün bunca zaman bu işi nasıl götürebildiklerinin üzerine gidilmemesi de filmin lehine olmamış ama Rus elçilik görevlisi rolündeki İngiliz oyuncu David Suchet’in göründüğü hemen her sahnede rol çaldığı ve klasik bir dil ile anlatılmış olan film bu kusurlarına rağmen, beklentilerin çok yüksek tutulmaması şartı ile kesinlikle keyifle izlenebilir.
(“Şahin ve Kardan Adam”)