“Bir yerde hata yaptığımız kesin. Tıpkı doğrudan görüş alanımıza giren yaban domuzu gibi. Tetikte değildik”
Hızla büyüyen ve geleceği parlak görünen bir şirketi ele geçirmek için devletin imkânları kullanılarak çevrilen dolapların hikâyesi.
2003 yılında Polonya’da yaşanan gerçek bir olaydan esinlenen filmi komünizm döneminden başlayarak devletle hep derdi olan Ryszard Bugajski yönetmiş. 1982 yılında devletin kendisine muhbirlik yapması baskısına öfkelenerek çektiği ve uzun süre yasaklı kalan “Przesłuchanie – Sorgu” filmi ile ün kazanan Bugajski’nin 2013 tarihli bu filme içeriği nedeni ile olsa gerek, Polonya hükümeti maddi destek sağlamamış. Yapımcılardan biri olan Miroslaw Piepka ve Michal Pruski’nin senaryosunu yazdığı film iktidarın araçlarını eline geçiren güçlerin nasıl pervasızca, hedeflerinin önünde engel olarak gördüklerini yok etmeye soyunabileceklerini anlatırken, zaman zaman soğuk bir dil takınsa da etkileyici olmayı başaran bir çalışma. Filmin komünizm dönemine yaptığı göndermeler (saldırılar da denebilir) yönetmenin o rejimle hesabını henüz görmediğini de gösteriyor bize.
Gerçekte yaşanan skandalın hikâyesine ne kadar sadık kalınmış bilmiyorum ama hikâyemiz üç iş adamını bir şirket satın alma işindeki (ve anlaşılan içlerinden birisinin habersiz olduğu bir şekilde) yasadışı olmayan ama etik de olmayan bir işleme bulaşmak dışında tamamen masum gösterirken, bir savcı, yardımcısı, bir bakan ve bir vergi dairesi müdürünü değerini düşürdükten sonra sahiplerini hisselerini ucuza satmaya zorlayarak şirketi ele geçirme peşindeki saf kötü karakterler olarak gösteriyor bize. Bunu yaparken de yasadışı tutuklama, sahte delil üretme, medyaya yanlış bilgi sızdırma, işkenceye yakın sert davranışlar ve cezaevinde şirket sahiplerinden birine diğer mahkumların tecavüz etmesini sağlamak gibi her yola başvuruyorlar. Finalde bu işi planlayanların ceza almak bir yana devletteki görevlerini hâlen sürdürdüklerini de söylüyor filmimiz, ilginç bir şekilde. Polis gücünün gerçek anlamının onu kullanan ellere göre belirlendiğini de gösteriyor bize hikâye ve artık Batı ile entegre olmuş görünen bir toplumda da bu gerçeğin aynı kaldığını söylüyor. Hikâyedeki üç iş adamı gerçekten de Batı ile entegre olmuşlar ve fabrikalarını Danimarkalılar’ın sağladığı kredi ile ve onlarla ortak olarak açmışlar. Finalde Danimarkalı iş adamının onlara yaptığı teklif Batı’nın (veya sisteminin) film boyunca idealleştirilmesinin bir örneği gibi sanki ama asıl üzerinde durulması gereken savcı ve vergi müdürünün komünist dönemdeki geçmişlerini nasıl yorumlamak gerektiği. Gerçek hikâyede de var mıydı bu bağlantı bilmiyorum ama ortaklardan birinin babası ile savcı arasındaki komünizm dönemindeki bağlantının biraz zorlama ve gereksiz durduğu film, bize geçmişe yaptığı bu gönderme ile iki şey söylüyor olabilir: Rejimin tipinden bağımsız olarak insanların ahlâksızlıklarının her dönemin gerçeği olabileceği veya komünizm dönemindeki “kötü” insanların toplumda hâlâ etkin konumlarda bulundukları ve faaliyetlerini sürdürdükleri. Bunların hangisidir filmin asıl altını çizmek istediği veya ikisi birden midir bilmiyorum ama hem zorlama görünen bağlantının varlığı hem de geçmişin görüntülendiği sahnelerdeki mizansen anlayışı bize sanki filmin yaratıcıları daha çok ikinci seçeneğin peşindelermiş gibi düşündürtüyor.
Shane Harvey imzalı ve zaman zaman caz esintileri taşıyan müzik filmin dili ile gayet uyumlu ve seyirciyi belli bir mesafede tutan bir “soğuk” bakışın ip uçlarını taşıyor. Birkaç sahne dışında (hayli başarılı baskın sahneleri gibi) genelde film heyecana kapılmadan anlatıyor anlatacağını ve seyirciden de heyecana kapılmadan seyretmesini bekliyor sanki. Gösterdiğinin korkunç bir yozlaşma hikâyesi olduğunu ve bu hikâyenin iktidar sahiplerinin her türlü yürütme, yargı ve yasama güçlerini elinde tutup, medyayı da güdümlerine aldığında bireylere neler yapabileceğini anlattığını düşündüğünüzde ilave bir heyecana gerek yok belki ve filim yaratıcıları hikâyenin gerçekçiliğine zarar vermemek istememişler de olabilir ama açıkçası anlatımın bir parça daha sıcak olmasının filme epey katkısı olurmuş gibi görünüyor. Tüm oyuncuların sade ve güçlü oyunlar sergilediği filmde savcı rolündeki Janusz Gajos’un diğerlerinin önüne geçtiğini de belirtmiş olalım.
“Liberalleşen Polonya’nın önüne engel çıkaran eski dönemin artıkları” gibi -belki- ön yargılı bir yoruma da yol açabilecek bu politik gerilim filmi savcının gençliğinde başlayan “kötü tarafta olmayı seçmesi” temasına bir parça daha fazla yer ayırabilse, gerçeği ortaya çıkarmaya çalışan genç televizyoncunun hikâyesi biraz daha öne çıkabilse ve sinema dilini daha çekici kılabilse çok daha etkileyici olabilirmiş ama yine de kendisini ilgi ile izletmeyi başarıyor.
(“The Closed Circuit” – “Kapalı Devre”)