High Tide – Gillian Armstrong (1987)

“Biliyor musun, bugüne kadar hep cesur, özgür ve maceracı bir hayat sürdüğümü düşünmüştüm, ama öyle değilmiş. Meğer korkakmışım”

Vokalist olarak çalışan bir kadının zorunlu olarak konakladığı bir yerde yıllar önce ayrıldığı kızı ile karşılaşmasının hikâyesi.

Avustralya sinemasından, Gillian Armstrong’un yönettiği bir dram. Aile olmak, anne olmak, sorumluluklar ve ilişkiler üzerine alçak gönüllü bir hikâyesi olan eser, başrol oyuncularının ve özellikle Judy Davis’in oyunu ile ilgi çeken, yönetmen, senarist ve üç baş oyuncusunun da göstergesi olduğu gibi bir kadın filmi olarak da nitelenmeyi hak eden bir çalışma. Biraz fazla düz akması ve hikâyesinin yeterince doyurucu olmaması gibi kusurlarına rağmen, sade dramlardan hoşlananların ilgisini çekmeye aday bir film bu.

Elvis Presley’i taklit eden bir adama eşlik eden vokalistlerden biri olan kadının gruptan atılması ve arabasının da arızalanması nedeni ile zorunlu olarak kaldığı bir kamping alanında yıllar önce ve bebekken terk ettiği, şimdi on beş yaşında olan kızı ile tesadüfen karşılaşmasını anlatıyor filmimiz temel olarak. Hikâyenin “gerilim” noktası da elbette kadın ile kızının bir araya gelip gelmeyecekleri üzerine kurulmuş. Sonuçta çok yeni bir hikâye değil belki ama, senaryoyu yazan Laura Jones (bu filmden önce ve sonra da genellikle kadınların odağında olan senaryoları var ve bunların arasında her ikisini de Jane Campion’ın yönettiği “An Angel at My Table” ve “The Portrait of a Lady – Bir Kadının Portresi” gibi çok bilinen fimlerin hikâyeleri de var) akıllıca hikâyesinin odağına kadının terk etme nedenini ve beklendiği gibi, finalde de anne ve kızının gelecek için kararlarının ne olacağını (ve asıl olarak da kadının kararını) almış. Almış, ama bunları ne kadar doyurucu anlattığı bir parça tartışmalı filmin. Birinci odak noktası, kadının kocasının ani ölümünden sonra kızını kayınvalidesine terk etmiş olmasının nedeninin ikna ediciliği diyaloglardan ve filmin anlatım dilinden çok, kadını canlandıran Judy Davis’in parlak oyunundan kaynaklanıyor. Benzer şekilde kadın, kızı ve kayınvalide arasındaki ilişkilerde de diyaloglarda veya hikâyenin akışında çok da yeni bir şey yok. Bu anları kurtaran ise yine Davis, onun kayınvalidesini oynayan Jan Adele ve kızını oynayan, o tarihlerin genç oyuncusu Claudia Karvan’ın uyumlu ve dozunda tutulmuş duygusallığı olan oyunları oluyor. Kuşkusuz Davis’in başarısını ayrıca öne çıkarmak gerekiyor; karakterini özellikle sevilecek veya nefret edilecek değil üzerinde düşünülecek bir konuma getirmesi onun parlak oyunculuğunun bir örneği kesinlikle.

Yaptığı film müzikleri ile ülkesinde pek çok ödül kazanmış olan Peter Best’in çekici ama az kullanılmasına rağmen zaman zaman saksafon ağırlıklı teması ile fazla öne çıkan müziği ve yine bol ödüllü bir Avustralyalı görüntü yönetmeni olan Russel Boyd’un doğal ışık kullanımı ile dikkat çeken kamera çalışmasının da hikâyesine katkıda bulunduğu filmde kadının idealize edilmemesi, anneliğin “doğal bir kutsallık” ile süslenmemesi ve “Selvi Boylum Al Yazmalım” filmindeki gibi bir “sevgi neydi… sevgi emekti” düsturunun ters yönden gündeme getirilmesi önemli. Üç farklı nesilden kadının arasında geçen hikâyesi ile film sevmenin, sorumluluk almanın öğrenilebilirliği ve daha da önemli olarak belki de gerçek sevginin kendiliğinden zaten var olan üzerinden değil tanıma, bilme ve paylaşma üzerinden üretilebileceğini söylüyor bize. Kadının tanıştığı bir erkekle ilişkisinin akıbetinin nedeni ise yoruma açık gibi olsa da erkeğin ilerisi için kurduğu hayallere kadının sessizliği bu konuda bir ipucu da veriyor aslında bize.

Yönetmen Gillian Armstrong’un hikâye için bir parça fazla düz bir anlatımı benimsemesi ve kimi sahneler arasındaki geçiş yöntemi tercihleri filmin biraz eskimiş görünmesine neden olmuş gibi duruyor. Başlarda kadın ve kızının -henüz karşılaşmamışken- sahnelerinin peş peşe gösterilmesi gibi tercihler ise gereksiz bir dram yaratma çabası açıkçası. Buna karşılık finalde kameranın önce uzaklaşarak sonra da yaklaşarak olan bitene sağladığı zarif destek yönetmenin başarı hanesine rahatça ekleyebileceğimiz doğru tercihler kesinlikle. Elbette Armstrong’un ağlatmaya hayli müsait bir hikâyeyi bundan özenle uzak durarak aktarmasını ve sakin ve “soğuk” anlatımının kadının geçmişteki ve bugünkü davranışları üzerinde daha objektif bir biçimde düşünebilmemizi sağlamasını da ekleyelim Armstrong’un başarıları arasına.

Finali net gibi görünmekle birlikte, sonda Davis’in oyunu ve yönetmenin mizanseni ile dikkatli seyirci üzerinde bir tedirginlik hissi de bırakan film için son olarak, Davis’in gerçek hayatta eşi olan Colin Friels’in canlandırdığı karakterin hikâyeye giriş ve çıkışının bir olmamışlık izlenimi bıraktığını da eklemiş olalım.

(“Yüksek Dalga”)

(Visited 112 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir