Avant l’Hiver – Philippe Claudel (2013)

“Beni etkiliyordu. Geçmişe götürüyordu. En başa. Her şey başlamadan önceye”

Evlilikleri genç bir kadının varlığı nedeni ile tehlikeye giren orta yaşlı bir çiftin hikâyesi.

2008 tarihli ilk filmi “Il y a Longtemps que Je t’aime – Seni O Kadar Çok Sevdim ki” ile yönetmenlik kariyerine sıkı bir giriş yapan Philippe Claudel’in o filmde olduğu gibi yine Kristin Scott Thomas’a başrollerden birini verdiği, bu usta kadın oyuncuya bir başka usta isim Daniel Auteuil’in eşlik ettiği bir Fransız filmi. Bir parça gizem katılmış olan hikâyesi, çiftin evinden ve özellikle evin bahçesinden yakalanmış müthiş görüntüleri, hikâyeye çok yakışan müziği, iki oyuncusunun belki özellikle çarpıcı olmayan ama olgun bir performansın ne demek olduğunu gösteren oyunculukları ve sahip olunan ve alışkanlığa dönüşmüş bir “huzur” ile belki son bir “macera”nın çatışmasını inceden inceye işlemesi ile ilgiyi hak eden bir film bu. Buna karşılık filmin bir türlü yeterince güçlü bir görüntü sergileyemediğini ve hep bir şeylerin eksik kaldığı havasından kurtulamadığını da eklemek gerekiyor.

Başarılı ve çok çalışan bir cerrah, sadece evlerinin muhteşem bahçesi ile ilgilenen bir kadın… Film bu çiftten erkek olanını hayatının hiç beklemediği bir anında bir genç kadınla karşılaştırıyor ve bunun üzerinden hem çiftin görünürdeki huzur ve sevgi ortamının arkasındaki iletişimlerinin kalitesizliğini ve hem de alışkanlık/monotonluk duygusunun evliliği aslında yıpratmaya başlamış olduğunu anlatıyor bize. Bu üç karaktere, bir parça gizem/gerilim ve yan karakterler (oğulları, gelinleri, kadının kız kardeşi ve ortak yakın bir arkadaşları) katan ve yönetmene ait olan senaryo ortalama bir Amerikan filminde göreceğimizin aksine sözlerini hep düşük perdeden söylüyor (ortalama bir Fransız dram filmindeki gibi) ve zaman zaman seyirciyi karakterleri ile baş başa bırakıyor sanki. Bir başka deyişle bize, onların ne düşündüğünü ve hissettiğini onlarla birlikte keşfetmemizi söylüyor adeta. Adamın tanıştığı genç kadınla olan “ilişki”sinin tanık olduğumuz onca “yasak aşk”tan farklı oluşu bir yandan filmi farklılaştırırken diğer yandan sondaki sürprizi de (her ne kadar mahiyetini tam anlamı ile bilemiyor olsak da ortada bir gariplik olduğunu fazlası ile hissediyoruz ama, bir sürpriz duygusu var yine de filmin yaşattığı) daha anlamlı kılıyor.

Hikâyeyi iki farklı mecrada anlatmak gerekiyor belki de. Birincisi adam ile karısının evlilikleri, diğeri ise adam ile genç kadın arasındaki ilişki. Adamın sürekli tartıştığı oğlu, gelinleri ve bir torunları ile çevrelenmiş bir hayat bu. Adam çok çalışıyor, bankacı olan oğlunun işini kendi “kutsal” işi ile kıyaslayarak muhtemelen, eleştiriyor ve bir eksiklik duygusu yaşıyor olsa da sorgulamadan yaşıyor hayatını. Çalışmayan karısı ise kendisini bahçedeki işlerine ve torunu ile ilgilenmeye adamış ve kocasının temposuna ayak uydurmuş göründüğü bir hayata sahip. Genç kadının ortaya çıkışı adamı değiştirirken, kadının da kuşkulanmasına ve adamın aksine ilişkilerini ve kendi hayatını sorgulamasına yol açıyor. Adam ise aşkın fiziksel yanından bağımsız olarak, hayatının bu sonbaharında (bir başka ifade ile, kış gelmeden önce) tıpkı gençliğindeki gibi sonunu düşünmeden bir şeyler yapmanın heyecanını hissediyor ve sevgi ihtiyacının yaşı yokturu kanıtlıyor bize. Filmimiz tam da Fransız filmlerine yakışacak şekilde ama neyse ki mızmızlığın dozunu hiç kaçırmadan sergiliyor bu resmi; sesini pek yükseltmiyor, görüntülerinin de katkısı ile zarif bir şıklığı hiç elden bırakmıyor ve hayatla ilgili hep bir “filozof cümleleri” dolaşıyor ortalıkta.

Kadının psikolojik rahatsızlığı olan kız kardeşi karakterinin hikâyede tam olarak hangi amaçla bulunduğunu anlamak zor açıkçası ve çiftin oğulları ile gelini arasındaki ilişkide var olduğu hissettirilen pürüzler de benzer şekilde asıl hikâyeden ilgiyi çalıyor sadece. Çiftimizin yaşadıkları ile ilgili kimi sahneleri (kadının aldatıldığına emin olduktan sonra gelinine kendi pişmanlığından yola çıkarak onun evliliği ile ilgili öğüt vermesi, kadının kız kardeşinin rahatsızlığı sırasında ortak arkadaşları olan adamın her zor anında olduğu gibi yanında olması vs.) destekleyici içerikleri olsa da, bu yan hikâyelerin gerekliliği hayli tartışmalı. Büyük bir kısmı geriye dönüşle anlatılan filmde Denis Lenoir’ın görüntülerinin ise şık doğa görüntülerinin yanında karakterler ve olan bitenle mesafesini koruyan bir tavır takınmak gibi başarısı da var ve hikâyenin gereksiz veya abartılı duygusallıklara kapılmasına engel oluyor bu tercih. Andrew Dziedzuk’un müziği de bu kısmen mesafeli bakışı destekleyen ama içten içe kaynayan bir duygusallığı hissettiren havası ile aynı ölçüde başarılı. Kristin Scott Thomas ve Daniel Auteuil’in oyunları da bu “mesafesini koruyan tavır” içinde sergileniyor çoğunlukla. Zaman zaman minimal diyeceğimiz bir biçimde oynuyor iki oyuncu ve seyircinin “özdeşleşerek rahatlamasına” fırsat vermiyorlar ki her seyircinin tercih edeceği bir oyun tarzı değil bu kuşkusuz. Öte yandan filmin genel havasına gayet uygun bu tercih ve özellikle Scott Thomas sadeliğin beraberinde doğallığı nasıl getirdiğinin parlak bir örneğini veriyor bize performansı ile.

Yaşlı bir kadın hastasının doktora anlatığı kişisel hikâyesine kahramanımızın “sırrını” ustaca bağlayarak etkileyici bir kapanışa ilerleyen hikâye gerilimi çok daha ağır basan bir havada da çekilebilirmiş ama filmimizin hedefi bu değil. Philippe Claudel yazdığı ve yönettiği bu hikâye ile hayatlarının kışına doğru ilerleyen bir çiftin (ve özellikle adamın) sevgi ihtiyacını zarif bir şekilde anlatmayı hedeflemiş ve başarmış da çoğunlukla.

(“Before the Winter Chill” – “Kış Gelmeden”)

(Visited 128 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir