“Eylem bittiğinde, niyet devam eder. Niyet bittiğinde, ruh devam eder”
1968 olaylarından üç yıl sonra, idealleri ile kişisel düşleri arasında kalan Parisli bir genç adamın hikâyesi.
Fransız yönetmen Olivier Assayas’ın 1968’in direniş günlerinin etkisinin henüz sürdüğü, politize olmuş bir gençliğin ideallerinin peşinde koşmaya tüm hızı ile devam ettiği günleri anlattığı ve senaryosunu da kendisinin yazdığı bir film. Baş oyuncusu dahil genç oyuncuların hemen tümünün ilk rollerinde yer aldığı film, devrime, aşka ve büyüme sancılarına eşit ölçüde yaklaşan, birini diğerinin önüne geçirmeden hikâyesini anlatan ve pek yeni şeyler söylüyor olmasa da konusuna ve karakterlerine tarafsız ve zarif yaklaşımı, hem belli bir mesafeden bakmayı başaran hem de hayli içeriden gözlemlere dayanıyor hissi veren yakınlığı ile ilgiyi hak eden bir çalışma. Tam anlamı ile dramatik bir geriliminin olmaması ve zaman zaman dönemle ilgili gözlemlerin derlenmiş hâli gibi bir havasının olması problemleri olsa da hem “devrimci”lerin hem de “aşık”ların ilgisini çekecek, iki gruba birden girenleri ve özellikle benzer dönemlerde gençliğini yaşamış herkesi etkileyecek bir çalışma bu.
Filmde yer verilen ve Fransız fizikçi, matematikçi ve filozof Blaise Pascal’a ait olan “Eylem bittiğinde, niyet devam eder. Niyet bittiğinde, ruh devam eder” sözlerindeki eylemin henüz bitmediği, niyet ve ruhun ise tüm canlılığı ile devam ettiği günleri anlatıyor hikâye. Liiseli gençlerin devrim hayalini tüm canlılığı ile ayakta tuttuğu, okulda forumlar düzenledikleri, okul kapılarında sol dergileri sattıkları, sokaklarda bildiri dağıttıkları ve duvarlara yazılama yaptıkları günler bunlar. Bir yandan daha iyi bir dünya ideali için mücadele edilirken, diğer yandan sol akımların kendi içlerinde yoğun bir şekilde de tartıştıkları bu dönemin bir benzerini hikâyenin bir ara uğradığı İtalya’da da görüyoruz. Venedik Film Festivali’nde ödül alan senaryonun, evet bir dramatik gerilimi yok ve bu durum konuya özel merakı olmayan seyircinin filme girmesini bir parça güç kılıyor açıkçası ama Assayas bir nevi gözlemler derlemesi olan senaryosunu hayli içeriden birinin gözlerinden yazmış gibi duruyor ve bu da filme kesin bir gerçekçilik ve sıcaklık duygusu sağlıyor. Hikâyenin geçtiği 1971 yılında Assayas on altı yaşında bir öğrenci olduğuna göre kimi karakterleri ve olayları kendi anılarından ilham alarak yazmış olabilir. Baş karakterin film çekmeyi düşünmesi, tıpkı Assayas gibi televizyon için senaryo yazan babasına yardım etmesi ve Londra’daki Pinewood stüdyosunda çalışması, yönetmenin bu karaktere kendisinden bir şeyler kattığını gösteriyor kuşkusuz.
Çin’deki kültürel devrimin sol içinde neden olduğu tartışmalar, çekilen kısa veya belgesel filmlerde kullanılacak dilde sanatsal kaygının mı yoksa ideallerle ilgi mesajların kaygısının mı ağır basacağı tartışmaları veya eylemciliğin şiddet içeren ve içermeyen fiziksel yollarından pasifizme kadar uzanan çeşitlerinin hangisinin doğru olduğu konusundaki kavgalar vs… Assayas’ın filmi tüm bunları anlattığının akıllı bir parçası yaparak karşımıza getirirken, sanatsal kaygıları ihmal etmiyor ve şu ya da bu yönde militan bir sinemanın peşine düşmüyor. Aksine, hikâye ile birlikte, tamamen doğal bir şekilde sergiliyor tüm bunları ve kahramanımızın büyüme sancılarını ve aşklarını da tüm bunlara yine doğal bir şekilde entegre ediyor. Gaz ve polis şiddetini gösteren basit ama etkileyici bir girişle açılan film, yukarıda sözünü ettiğim Pascal’a ait sözden, Mao ve Çin’deki Kültür Devrimi’ne, elbette 1968 olaylarına, burjuva ve emekçi sınıf kavramlarına aşinalığı/ilgisi olanları kendisine çok daha kolay çekecektir elbette ama bu cazibe bir yandan da filmi bu kişilerin olumlu/olumsuz eleştirisine çok daha fazla maruz bırakacaktır. Kendisini filmin sonlarına doğru, “Ben hayallerde yaşıyorum, gerçekler kapıyı çaldığında da açmıyorum” diye tarif eden baş karakterin eylemcilik ile kişisel hayatı ve örneğin ressam olmak gibi düşleri arasındaki seçimleri veya kararsızlığının kimilerini mutlu/mutsuz edeceği açık ama Assayas’ın senaryosunda o dönemin gençliğinin tüm heyecanını, hayallerini ve korkularını topladığı baş karakterin çekiciliğinden kaynaklanan bir durum bu. Dünyayı değişitirmek hayallerinin girdabındaki gençler bunlar ve bize de çok dokunan yanları var kuşkusuz. Bizim gibi benzer dönemi 1970’lerde fazlası ile yaşamış bir toplumun henüz o dönem için böyle filmler üretememiş olması ise gerçekten çok üzücü.
1970’lerin şarkılarını doğru bir dozda ve hikâyenin doğru yerinde kullanması ve onlardan bir melankoli yaratabilmesi ile dikkat çeken film, setleri ve kostümleri ile de gerçekçiliği tam anlamı ile yakalamış görünüyor. Politik ve felsefi tartışmaları ise öyle bekleneceği -veya kimileri için korkulacağı- kadar yoğun ve derin değil. Gençlerden işçilere ve sanatçılara, karakterleri tartışırken görüyor ve dinliyoruz ama senaryo -kesinlikle doğru bir şekilde- filmi bir politik tartışmanın parçası yapmayıp, bu tartışmanın içinde bulunanların hayatlarına ayna tutmakla yetiniyor. Genç oyuncularından iyi bir destek alan filmde başroldeki Clément Métayer karakterinin “genç”liğini, kırılganlık ve cesareti aynı anda barındıran kişiliğini, aktif bir eylemcilik ile pasif bir direniş arasındaki savrulmalarını etkileyici bir biçimde göstermeyi başarıyor. Eric Gautier’in dönemin parlak canlılığını çok iyi yakalayan görüntülerinin ve Luc Barnier’in sade ve klasik bir yaklaşımı olan kurgusunun da hayli başarılı olduğu filmde François-Renaud Labarthe’in dönemi yaşayanları yüreğinden yakalayacak, yaşamayanları ise döneme aşina kılacak tasarımları ise çok yüksek bir başarı örneği. Dergiler, bildiriler, plaklar ve diğer tüm malzemeler filme görsel bir hazine niteliği kazandırıyor. Benzer bir takdiri kostümleri tasarlayan Jürgen Doering’e de iletmek gerekiyor.
Dramatik bir gerilimden yeterince nasiplenmemiş olsa da, film yukarıda vurguladığım özellikleri ile görülmeyi hak ediyor; eğer “bu daha başlangıç, mücadeleye devam” diyorsanız, görmemek olmaz bu filmi. İnadına aşk, inadına devrim demek için de…
(“Something in the Air” – “Direniş Günlerinde Aşk”)