“Evet, resim atölyesindeki abi ablalar da sordu. Bunlar, dedim; benim babamın kanatları, dedim; benim babam hep yükseklerde çalışıyor, dedim.; ama o farklı çünkü onun kanatları var, dedim”
Ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğrenen bir inşaat işçisinin ve çalıştığı şantiyedeki diğer işçilerin hikâyesi.
Kıvanç Sezer’in yazdığı ve yönettiği ve sanatçının ilk filmi olan çalışma, 2016’nın beğenilen, çeşitli ödüller kazanan ve kesinlikle hak ettiği bir ilgi toplayan bir sinema eseri olmuştu. Sinemamızın Yılmaz Güney’den sonra çoğunlukla unuttuğu (ya da unutmayı tercih ettiği) türden bir hikâye anlatan filmin, sinemamızın son dönemdeki yüz akı çalışmalarından biri olarak kesinlikle görülmesi gerekiyor. Kimi kusurları (başta yan hikâyenin ağırlığı olmak üzere) var ama bu denli yaygın olup sinema sanatının ısrarla görmezden geldiği bir konuyu gündeme getirmesi ve bunu dürüst bir yalınlık içinde yapması bile filmi görmek için fazlası ile yeterli bir neden.
Yeşilçam filmlerinde bolca gördüğümüz “doktordan kötü haberi alma” sahnesi ile açılıyor film ve Menderes Samancılar’ın yorgun, hırpalanmış ve yaşlı yüzünün ön planda olduğu bu sahneden başlayarak Kıvanç Sezer’in filminin kışkırtmak değil göstermek ve düşündürtmek üzerine şekillendiğini anlıyoruz. Diğer pek çok temanın yanında temel olarak bir iş cinayet(ler)i hikâyesi bu. Hemen her zaman “iş kazası” olarak adlandırılan ölümlerden birini ön plana alarak birkaçının daha hikâyesini anlatıyor bize film ve işte adına ekonomik/sosyal/toplumsal düzen dediğimiz o unsurun bireyleri nasıl yoksulluğa, çaresizliğe ve ölüme ittiğini gösteriyor. Bir an önce çalışmayı bırakıp tedaviye başlaması gereken hastalığı nedeni ile malulen emekli olmak istiyor yaşlı işçi ama ödediği prim gün sayısı yetmiyor buna (her ne kadar filmde belirtilmemiş olsa da, bu eksikliğin nedeni sigortasız çalıştı(rıldı)ğı zamanlar olsa gerek). İstanbul’daki bu yaşlı işçinin depremzede ailesi Van’da yaşıyor ve onun göndereceği paraya çok bağımlı bir hayatları ve gelecekleri var. Film temel olarak bu adamın çıkışsızlığını anlatırken, hikâyenin büyük bir kısmının yaşandığı şantiyedeki hayatı ve oradaki ezeli ve ebedi sömürü düzenini farklı örnekleri ile gösteriyor bize. Finalinin de vurguladığı gibi bir çözüm göster(e)miyor film ve hikâye boyunca farklı örneklerini gördüğümüz bir çıkışsızlığı sergilemeyi tercih ediyor çoğunlukla.
Açılıştan başlayarak inşaat halindeki yüksek binalar sık sık geliyor karşımıza ve sadece estetik/şehircilik problemi olarak göstermekle yetinmiyor film bu görüntüleri. Bu devasa binaların ve onları pazarlayanların vaat ettiği zengin ve mutlu yaşamın kimlerin omuzları üzerinde ve kimlerin hayatları pahasına yükseldiğini gösteriyor ısrarla. Kıvanç Sezer, çalıştığı inşaatta düşerek ölen üniversite öğrencisi Ömer Çetin’in hikâyesini öğrendikten sonra başlamış senaryo üzerinde çalışmaya ve araştırmasını da gerçekten iyi yapmış görünüyor. Hikâye ilk bakışta fazla şey anlatıyor gibi görünse de bunların hemen tümünü akıllıca bir araya getirmiş Sezer ve herhangi bir fazlalık hissinin doğmamasını sağlamış. Sömürünün araçlarından biri olan taşeron düzenini, emekçilerin hep geciken ödemelerini, ölümle sonuçlanan bir “kaza”dan sonra ailelelerin “dava ile zaman kaybetmesini engellemek ve onlara jest olması” amacı ile yapılan kan parası ödemelerini, patronun adamı olanları ve sömürünün bir parçası olarak ileride sömüren olacağı bir hayata kavuşmayı hedefleyenleri veya “örgütlenerek direnmeyi” önerenlerin başlarına gelenleri gerçekçi bir şekilde ve -bir duygusallık zorlamasına girişmeden üstelik- yüreğe dokunan bir şekilde anlatıyor bize. Burada bir fazlalık yok ama filmde epey ağırlığı olan bir yan hikâyeyi bu bağlamda ele almakta yarar var. Yaşlı işçinin yeğeni olan ve onunla aynı inşaatta çalışan hırslı genç işçinin kız arkadaşı ile olan ilişkisi filmi odağından saptırıyor biraz. Genç adamın yaşlı olanın genç hâli olduğu düşünülerek doğrulanabilir belki bu ağırlık ama bu yan hikâyenin başarılı bir biçimde oluşturulmuş olması ve gereğinden fazla öne çıkması filmin geneline zarar veriyor. Evet, hayli iyi yazılmış ve ilişkinin iki tarafını canlandıran Musab Ekici ve Kübra Kip’in yalın ve gerçekçi oyunları ile çok başarılı bir yan hikâye bu. Günümüz Türkiye’sinde çok fazla örneği olan bir türden bir “alt sınıf” ilişkisi bu tezgâhtar kız ile işçi erkek arasında yaşanan ilişki. Sezer’in keşke filmin tümünde bu yüksek düzeyde olsaydı dedirten diyaloglarının doğallığı ve parlaklığı kesinlikle çok etkileyici ve zaman zaman kendinizi gerçek bir ilişkiyi seyrediyormuşsunuz gibi rahatsız edecek derecede gerçekçi üstelik.
Sinemamızın demode gördüğü için hiç el atmadığı bir sınıf hikâyesi bu bir yandan da; sadece işçi sınıfını değil, aynı zamanda bu sınıfın önemli bir parçası olan Kürtleri de ele alıyor ve sömürünün ortaklığını gösteriyor bize. Bir sınıf mücadelesi değil bize anlatılan ve bunu dile de getirmiyor aslında (bir direniş çabasının kısaca gösterilmesi ve filmin en güçlü anları arasında yer almayan kısa sahneler bir kenara bırakılırsa; bu sahnelerin birinde duvarda asılı gördüğümüz Yılmaz Güney resmi bir saygı gösterisi olarak doğru olsa da bir parça fazla kolay bir seçim olmuş açıkçası) film ama çözümün -eğer varsa- burada saklı olduğunu da bildiğini varsayıyor seyircisinin. Çok da yanlış bir tercih değil bu aslında ama işçilerin yaptıkları evlerden birini satın almak amacı ile gezen genç bir çiftin sahnesinin örneği olduğu gibi ima etmek (ya da seyirciden bu ilişkiyi kurmasını beklemek) her zaman yeterli olmayabiliyor.
Tıpkı işçi ve tezgâhtar ilişkisinde olduğu gibi filmin gösterdiği ve gereğinden uzun tutulmuş sokakta halay sahnesinin -tüm gerçekçiliğine rağmen- gereksiz göründüğü filmin Bajar imzalı müziklerinin kendisi başarılı, kullanım şekli ise hem zayıf hem güçlü bir öğesi olmuş hikâyenin. Açılış sahnesinde, enstrümanların seslerinin şantiyedeki seslere bağlanması çok etkileyici örneğin ama bir başka sahnede aynı deneme o kadar parlak bir sonuç vermemiş. Zaman zaman sahnenin altını belirgin bir şekilde çizmek için kullanılması da müziğin, doğru olmamış açıkçası; yine de genel olarak müziğin kendisinin etkileyici olduğunu söylemek gerekiyor.
Başkaları için evler inşa eden ama kendi evleri olmayan (ve muhtemelen hiç olmayacak olan) insanları anlatan, yaşlı işçinin benzetmesi ile “içlerinden biri öldüğünde de çalışmaya devam eden, kimsenin farkında olmadığı karıncalar” gibi olan bu insanları anlatan filmin başrolündeki ve tam kırk üç yıldır oyunculuk yapan Menderes Samancılar Antalya ve Adana’da aldığı ödüllerin haklılığını kanıtlayan bir performans gösteriyor ve sinemamızın acısını hep çektiği “bakın, şimdi şu duyguyu anlatıyorum” gösterişine kapılmayan sade oyunculuğu ile filmin en önemli değerlerinden biri oluyor. Senaryonun Samancılar’ın karakterinin içine düştüğü durumu, örneğin yeğeni ile kız arkadaşının ilişkisi kadar, iyi anlatamamış olmasına rağmen üstelik. Kübra Kip ve Musab Çekici’nin de eşlik ettiği bu başarıya katılan bir diğer isim de hayli iyi çizilmiş bir karakteri (şantiyenin kalfası ve kendi taşeron şirketini kurarak sınıf atlamaya hazırlanan Resul) canlandıran Tansel Öngel. Bu üç genç ismin, özellikle de Çekici’nin performansının zaman zaman Samancılar’ın önüne geçecek kadar başarılı olduğunu da belirtelim bu arada.
Şantiyedeki çalışma koşullarına (“kaza”lar dışında) değinmemesini bir eksiklik olarak gösterebileceğimiz film, sermayenin ve onun hizmetindeki beyaz yakalıların ikiyüzlülüğüne bizi tanık ettiği kan parası pazarlığı sahnesi gibi pek çok etkileyici bölüme sahip ve “çalışırken yaşamını kaybedenlere” adanması ile durduğu yeri net olarak ifade eden önemli bir çalışma. Özbek işçiler ile başlayıp Kürtlere ve oradan Türklere uzan bir “hiyerarşi”nin varlığını da ortaya koyan bu film kesinlikle görülmeli!