Punch-Drunk Love – Paul Thomas Anderson (2002)

“Ondan bir psikiyatrist ismi istemedim, başkası ile karıştırmış olmalı.. ve bu pudingler de benim değil… ve bugün bu takım elbiseyi giyiyorum çünkü sabah çok önemli bir toplantım vardı… ve durduk yerde ağlama problemim yok”

Yedi kız kardeşi olan, bir promosyondaki açığı keşfederek ömür boyu yetecek kadar uçuş mili kazanmak için yüzlerce puding satın alan, bir seks hattını aradıktan sonra başı derde giren ve bu arada bir de aşık olan psikolojik sorunlu bir adamın hikâyesi.

Paul Thomas Anderson’ın yazıp yönettiği bir Amerikan yapımı. Cannes’da yönetmenine -Güney Koreli Im Kwon-Taek ile paylaşılan- ödül getiren çalışma hayli dinamik, eğlenceli ve farklı bir çalışma olarak görülmeyi hak ediyor. Yönetmenlik ödülünün hak edildiğine kesinlikle ikna olduğunuz biçimsel ve görsel başarısının yanında, hayli ilginç baş karakteri ve ona eşlik eden diğer tüm “değişik” karakterleri ile içeriği açısından da ilginç bir film bu. Adam Sandler’ın zor bir rolün altından kolaylıkla kalkabilmiş olmasında belki en az yeteneği kadar karakterinin zaten onun daha önceki rollerinde gereksiz abartıya başvurarak gittiği yerde duruyor olması ve filmin genel havasının da onun bu oyunculuğuna uygun görünmesi de etken olmuş görünüyor. Tüm tuhaflıkları (ve bunlardan ortaya çıkan ilginçlikleri) bir kenara bırakıldığında, hikâyenin aslında ortalama bir romantik komedi olduğunu ve Anderson’ın bunu bir takım çekici garipliklerle ustaca süsleyip önümüze koyduğunu düşünmeden de edemiyorsunuz ama buna rağmen ilginç bir fillm bu.

Paul Thomas Anderson sadece Adam Sandler’ı ilginç bir karakter yapmakla yetinmemiş; açılış sahnesinde, kahramanımızın çalıştığı depo benzeri bir yerin kapısının önünde meydana gelen trafik kazası (çok iyi çekilmiş bir sahne bu) ve ardından kapının önüne bir harmonyumun bırakılmasından başlayarak hikâye boyunca bizi etkileyecek efektlerin peşinde koşmuş; burada efektler ile kastettiğim sadece filmin görsel oyunları değil, aynı zamanda ses çalışması da çok ilginç filmin. Yine açılış bölümündeki aniden hızla geçen tır bölümünde hem kameranın açısı ve kullanımı hem de ses çok başarılı bir biçimde kullanılmış örneğin. Bu ani hareketleri film boyunca sıklıkla kullanmış Anderson: Kahramanımızın bir restoranda tuvaleti darmadağın etmesi, birdenbire açılıveren bir kapı, aniden parçalanıveren bir cam gibi unsurlar peş peşe karşımıza geliyorlar. Bu tercih yönetmenin bir başka tercihi ile de uyum gösteriyor; zaman zaman adeta sessiz film estetiğine bürünüyor film onca konuşmalı sahnesine rağmen. Robert Elswit’in görüntü yönetmenliğinin de ciddi bir katkı sağladığı bir estetik çalışma var önümüzde. Özenli kamera açıları ve ışık/gölge oyunları kesinlikle ek bir seyir keyfi katmış filme.

Jon Brion imzalı müzik çalışmasının da farklılığı (ruh hali değişkenlik gösteren bir çalışma bu) ile dikkat çektiği filmde, kahramanımız dışındaki karakterler de tuhaflıkta geri kalmıyorlar. Örneğin Luis Guzmán’ın çoğunlukla diyalogsuz bir şekilde ve keyifli bir biçimde canlandırdığı iş ortağı da bu tuhaflıkların bir parçası, kahramanımızın yedi ablası da. Seks hattı çalışanları, işletmecisi ve onun şantaj için devreye soktuğu dört kardeş de aynı kategori içine alınabilir rahatlıkla. Tüm bu ayrıksı karakterler doğal olarak filme zaman zaman düzeyi hayli yüksek seyreden bir mizah da katıyor. Örneğin bir sahnede Guzmán’ın karakterinin oturduğu koltuktan beklenmedik bir şekilde düşüvermesi nerede ise doğaçlama (veya senaryoda olmayan) bir hareket gibi görünürken beklenmedikliği ile hikâyenin bazen absürt bir boyut alan mizahına iyi bir örnek oluyor.

Hawaii’de geçen sahnelerde pembe renklere ağırlık vermek gibi görsel numaralara da başvuran filmdeki aşk belki yeterince inandırıcı değil ama Anderson’ın başarılı diyalogları bu problemi örtüyor sık sık ve bu “romantik komedisi garipliklerin arkasına gizlenmiş” filmi keyifle seyretmenizi sağlıyor. Sandler ve Guzmán’ın yanısıra Emily Watson ve yönetmenin favori oyuncusu Philip Seymour Hoffman’ın da başarılı performanslar gösterdiği filmin tüm o sergiledikleri ile temelde ne anlatmak istediğini ise pek sorgulamamak gerekiyor çünkü yönetmen anlaşılan eğlenmek ve eğlendirmek istemiş sadece ve bir önceki filmi “Magnolia”nın dramatik ağırlığından uzak tutmak istemiş kendisini. Bir konuşmasında Anderson filmi “Adam Sandlerlı bir sanat filmi (ticarî sinemanın dışında kalan bir film demeli belki de)” olarak tanımlamış ama bir parça iddialı bir ifade bu. Evet, Sandler’ın filmografisinde hayli aykırı durduğu kesin bu filmin ama sonuçta toplamda bir yere varmayan bu hikâye için “farklı bir Sandler” çalışması demek daha doğru ve yeterli olur sanki. Yukarıda “sessiz film” havasından bahsettiğimiz filmin zaman zaman “şarkısız bir müzikal” havasına büründüğünü de söyleyelim ve görmekte yarar var diyelim son olarak.

(“Aşk Sarhoşu”)

(Visited 719 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir