Aşktan da Üstün – Osman F. Seden (1960)

“Sen benim oğlum değilsin, Kemal! Ne cesaretle geldin buraya? Baban namuslu bir askerdi. Soyumuzda vatanına ihanet eden kimse çıkmadı. Kardeşlerin bir aydır uğramıyor eve. Nerdeler, ne yapıyorlar bilmiyorum ama memlekete hizmet ediyorlar. Belki yarın şehit olacaklar. Helal olsun emeğim, sütüm; ama sen, sen benim oğlum değilsin. Git, efendilerinin yanına git; beraberce satın memleketi!”

Kurtuluş Savaşı sırasında direnişçilerin bilgilerini padişah ve Çerkez Ethem taraftarlarına aktaran muhbiri bulmak için görevlendirilen ve sırrını herkesten gizlemesi gereken vatansever bir askerin hikâyesi.

Osman Seden’in yazdığı, yönettiği ve yapımcılığını üstlendiği bir Türkiye filmi. Seden’in 1959’da çektiği “Düşman Yolları Kesti”den hemen sonra tekrar Kurtuluş Savaşı odaklı bir hikâye anlattığı film tıpkı onun gibi yine İstanbul’da geçen bir öykü getiriyor karşımıza ve yine onun gibi Yeşilçam’ın, türündeki ortalamanın üzerindeki çalışmalardan biri olmayı başarıyor. Seden’in Hollywood esintili mizanseni, Kriton İlyadis’in başarılı siyah-beyaz görüntüleri, dinamik anlatımı ve Yeşilçam’da pek görülmemiş -hem olumlu hem olumsuz anlamda- kompleks senaryosu ile ilgiyi hak eden bir çalışma bu. Elbette çeşitli “Yeşilçam problemleri” var yapıtın ama yine de Seden’in ilerleyen yıllarda düşüşe geçen kariyerinin başlangıç yıllarından gelen bu çalışma ilgiyi hak ediyor.

Ülkenin pek çok sektöründe olduğu gibi, sinemada da üretim hep İstanbul odaklı oldu ve bu durum Kurtuluş Savaşı’nda geçen öyküler anlatan filmlerde de gösterdi kendisini; bunun sonucu olarak da savaşın kendisi kadar ve bazen ondan daha da fazla olarak; savaşa İstanbul’dan, Anadolu’ya silah kaçırarak ve istihbarat toplayarak destek verenlerin mücadelesi öne çıktı. Seden “Düşman Yolları Kesti”de Anadolu’ya cephane ve silah gönderenlerin padişahın kuvvetlerine karşı mücadelesini western havası da taşıyan bir şekilde anlatmıştı. Seden bu başarılı yapıtın hemen ardından çektiği “Aşktan da Üstün”de yine Anadolu’yu İstanbul’dan destekleyenlerin öyküsüne odaklanıyor ve yine onların kendilerine engel olmaya çalışan padişaha karşı verdikleri mücadeleyi getiriyor karşımıza.

Senarist, yönetmen, yapımcı ve hatta oyuncu olarak sinemamızın en çalışkan isimlerinden biri oldu Osman Seden ve pek çok filmde, “Aşktan da Üstün”de olduğu gibi birden fazla rolü üstlendi. Onun bu filmde üstlendiği rollerden ikisi olan yönetmenlik ve senaristlik açısından bakıldığında, ikincisinde bir parça sorun olsa da, Seden’in her iki konuda da sınıfını geçtiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Öncelikle ikincisini ele almakta yarar var bu rollerin.

Binbaşı Kemal (Ayhan Işık) Kuvâ-yi Milliye taraftarı vatansever bir askerdir ve erkek kardeşleri olan Yüzbaşı Nazmi (Ahmet Mekin) ve Mustafa da (Talat Güryuva) direnişin bir parçasıdır. Nazmi saraya bağlı Hilmi Paşa’nın (Atıf Kaptan) kızı Nilüfer (Peri Han) ile aşk yaşamaktadır ve ondan aldığı bilgileri direnişçilere iletmektedir. Sorun direnişçilerin attığı hemen her adımdan saraydakilerin ve Çerkez Ethem kuvvetlerinin haberdar olması ve sıkça düzenledikleri baskınlarla onlara kayıplar verdirmesidir; bu da İstanbul’daki Kuvâ-yi Milliye içinde bir muhbir olduğuna işaret etmektedir. Bu muhbiri bulmak için Kemal, Hilmi Paşa’nın yanına muhbir olarak sokulur ve o da bir yandan bu vatan hainini bulmaya çalışırken, aldığı bilgileri de direnişçi babasının ölümü üzerine gizlice kendi evine yerleştirdiği Perihan (Serpil Gül) aracılığı ile arkadaşlarına iletmektedir. Seden işte bu hikâyeyi, başta muhbirin kimliği olmak üzere, seyirciyi meraklandıran ve zaman zaman yolunu kaybetse de kompleks bir senaryo ile anlatıyor; bu kompleks nitelemesi ise hem olumlu hem olumsuz bir anlam taşıyor. Olumlu çünkü Yeşilçam’ın seyircinin üzerine yüzlerce kez boca ettiği “basitlik”in tam karşısında duruyor hikâye ve bir bakıma, seyircinin zekâsına saygı gösteriyor. Muhbirin kimliği, tahminlerle eylemlerin birbirini tutmaması vs. sadece karakterleri değil, belki o ölçüde olmasa da, bizi de şaşırtıyor ve uyandırdığı soru işaretleri ile ilgiyi diri tutuyor. Buna karşılık, aynı kompleksliğin, karşımızda bir Hollywood zanaatkârlığı olmaması nedeni ile, zaman zaman senaryonun kendi kafasının da karışmasına neden olduğunu da kabul etmek gerekiyor. Bir muhbir olarak, bir başka muhbirin peşine düşen bir vatansever subayın, en yakınları tarafından bile vatan haini olarak görülmeye de katlanarak üstlendiği tehlikeli bir görevi yerine getirmeye çalışmasını anlatan senaryonun, buna kardeşler arasındaki çatışmayı ve akıllıca öyküye yedirilmiş romantizmi de başarı ile katması, sonuçta metni başarılı kılmaya yetiyor kesinlikle.

Seden’in yönetmenlik çalışması ve Kriton İlyadis ile oluşturduğu görsel dil kesinlikle Yeşilçam ortalamasının üzerinde. Kısa planlar, sık sık başvurulan hareketli kamera kullanımı, karakterlerin sahne içindeki hareketlerinin üzerinde özenle düşünülmüş olması, görsel gücü artıran kamera açıları ve çoğu gece gerçekleştirilen (bunda bırakın günümüzü, 1960’da bile İstanbul’un hikâyenin geçtiği dönemdeki dokusunu yitirmiş olmasının da payı var elbette) dış çekimlerde gölgelerden ustaca yararlanılması Seden ve İlyadis ikilisinin hayli başarılı bir sonuç elde etmesini sağlamış. Yakın planlara sadece gerçekten gerektiğinde başvuran Seden, bu anlarda oyuncuların da ekonomik oynamalarını sağlayarak, dozunda tutulan vurgunun etkileyiciliğini kanıtlıyor. Hayli çekici ve konuşmasız romantizm sahnelerinde sadece Hollywood’dan değil, klasik Fransız filmlerinden de esinlenmiş görünen Seden, bu beklenen aşk maceralarını yine de çekici ve doğal kılmış. Filmin görselliği üzerinde özenle düşünüldüğünün kanıtı olabilecek bazı sahneleri de anmakta yarar var: Bunların ilkinde iki karakteri romantik bir sahnede yan yana yürürken görüyoruz; Seden bu sahneyi karakterleri alttan çeken bir kamera ile görüntülemeyi seçmiş ve bu ayrıksı tercihi ile hem görüntüye dinamizm katmış hem de sıradan olabilecek bir ânı farklılaştırmış. Diğer örnek de yine bir romantizm ânında çıkıyor karşımıza: Bir faytondaki iki karakteri görüyoruz bu sahnede ve faytoncunun yanına yerleştirilen kamera, bu kez onları üstten görüntülüyor ve hareket eden aracın, altından geçtiği ama görmediğimiz ağaçların dalları sayesinde iki âşığın yüzlerinde yarattığı ışık / gölge oyunu hoş bir seyir zevki yaratıyor. Bu örneklere, bir yargılama sahnesinde; yargılananı hayli üstten, yargılayanları ise hayli alttan ve kimliklerini silecek şekilde gölge içinde gördüğümüz sahneyi de ekleyebiliriz.

Kurgu çalışmasında da küçük ve çekici oyunlar var; hem kısa planların dinamik kurgusu dikkat çekiyor hem de iki ayrı örneğini gördüğümüz şekilde, bir ânı (bir karakter hakkında kuşkuların dile getirildiği bölüm veya suikast zincirinin parçalarının zamana yayılması gibi) farklı parçalar hâlinde diğer görüntülerin arasında anlatmanın çekici örneklerini de veriyor film. Orijinal müziği olmayan, bunun yerine Malcolm Arnold’un David Lean’in “The Bridge on the River Kwai” (Kwai Köprüsü, 1957) adlı filmi için hazırladığı müziklerden (özellikle “Prelude: The Prison Camp” adlı parçadan) bolca -ve kuşkusuz telif hakkı gözetmeden -yararlanan filmde tipik Yeşilçam problemleri de eksik değil bekleneceği gibi: Perdeleri hep sıkı sıkı kapalı tuttuğunu söyleyen karakteri iki ayrı sahnede açık perdeler önünde konuşurken görmemiz; bir karakterin kalabalık bir grubun silahlı çatışmasının yaralı ve ölü sayıları ile ilgili bilgiye yerinden hiç kıpırdamadan ulaşabilmesi; hapisten kaçırma sahnesinde hızlı ve sessiz olunması gerekirken kucaklaşmalar ve konuşmalarla vakit geçirilmesi ve bir ağzı kısa bir süre kapatan bir elin neden olduğu bayılma (üstelik aynısı tekrar yaşandığında hiç de böyle bir sonuç görmüyoruz) gibi farklı örnekler var bu konuda. Kadın karakterlere de hak ettikleri yeri veren filmde, bir adamın cesur bir kadının yanında ve üstelik o kadın daha yeni bir cesaret gösterisi yapmışken düşmanını “korkak karılar gibi” diyerek aşağılaması ise Yeşilçam’ın eril zihniyetinin “doğal” bir sonucu ve filmin yaratıcılarının farkına bile varmadıkları bir tutarsızlık örneği olmuş.

Mahalle dedikoduları (bu sahnede Seden’in görsel seçimleri hayli farklı ve iyi) ve padişahlık yanlısı din adamları üzerinden bir muhafazakârlık eleştirisi de yapan ve Ayhan Işık’ın kısa bir sahne dışında tüm filmi tek bir kıyafet ile geçirdiği filmde kadronun (yukarıda sıralanan isimlere Hulusi Kentmen, Nubar Terziyan ve Behzat Balkaya’yı da ekleyelim) tamamının abartıdan uzak, yönetmenin sinema diline uygun performanslar gösterdiğini de vurgulayalım.

(Visited 9 times, 4 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir