Roter Himmel – Christian Petzold (2023)

“Her şey seninle ilgili değil!”

Biri yazmakta olduğu kitabını tamamlamak, diğeri güzel sanatlar okumak için yapacağı başvuruda kullanacağı portfolyoyu hazırlamak için çalışmak üzere denize yakın ve orman içinde bir yazlık eve gelen iki arkadaşın hikâyesi.

Christian Petzold’un yazdığı ve yönettiği bir Almanya yapımı. Pek çok diğer ödülün yanında Berlin’de Jüri Özel Ödülü’nü kazanan, Alman eleştirmenlerden de yılın en iyi Alman filmi ve senaryo ödülünü alan yapıt iki arkadaşın yalnız kalmak ve çalışmak için gittikleri evde karşılaştıkları bir kadın, onun erkek arkadaşı ve yazarın yayıncısı ile geçen birkaç gününü anlatan, yakınlarda devam eden orman yangınının varlığının kendisini hep hissettirdiği ve sonda tartışmaya açık dramatik gelişmeleri olan ilginç bir çalışma. Hemen tamamı, biri hikâyeye ortalarında katılan, beş karakter arasında geçen film başlardaki çok çekici hafifliğine ters bir yönde ilerlemesi ile yanlış görünen bir seçim yapsa da, karakterlerinin her birine onları anlayan ve seven bir tavırla bakması ve başta Thomas Schubert olmak üzere tüm oyuncularının sıcak, rahat ve doğal perfomansları ile başarılı bir çalışma kesinlikle.

Hem açılış hem kapanış jeneriğinde aynı şarkıyı kullanmış Petzold: Avusturyalı dört kardeşten oluşan ve indie pop türünde müzik yapan Wallners grubunun “In My Mind” şarkısı alçak gönüllü sözleri ve kırılgan sözcüğünü hak eden melodileri ile öyküye çok yakışıyor ve filmin genel sinema dili hakkında da iyi bir fikir veriyor seyirciye. Petzold’un, son üçte birlik bölümde pek de gerekli görünmeyen bir şekilde terk ettiği hafif, esprili ve sıcak havasının arkasında dozunda tutulan bir dramatik atmosfer var ve şarkının seçimi bu nedenle çok da doğru görünüyor.

Öykünün başında Leon (Thomas Schubert) ve Felix (Langston Uibel) ile tanışıyoruz; Leon pek de yolunda gitmeyen ikinci kitabını yazma sürecini daha verimli kılmak, arkadaşı ise güzel sanatlar akademisine yapacağı başvuruda kullanacağı fotoğraflardan oluşacak portfolyosunu hazırlamak için birlikte Almanya’nın Baltık Denizi kıyısına çok yakın ve orman içindeki bir yazlık eve gitmektedirler. Arabalarının bozulup 2 – 3 km. lik bir yolu valizleri ile yürümek zorunda kalmaları yetmezmiş gibi, Felix’in ailesine ait olan evde bir sürprizle de karşılaşırlar: annesi oğluna söylemeyi unutmuştur ama evde annesinin bir arkadaşının yeğeni de kalmaktadır. Nadja (Petzold’un favori oyuncularından Paula Beer) adındaki kadının, ilk gece çok da tercih etmeyecekleri bir şekilde öğrenecekleri bir erkek arkadaşı da (Devid rolünde Enno Trebs var) sık sık orada olmaktadır. Kitabı yüzünden gerilimli ve endişeli bir ruh hâli içinde olan Leon için hiç de çekici değildir bu ortam ve yayıncısı Helmut’un (Matthias Brandt) yakında gerçekleşecek ziyareti daha da zorlaştırmaktadır bu durumu. Varlığını hep hissettiren ve yavaş yavaş yaklaşan yangın ve sonraki diğer gelişmeler, aslında Leon’un endişesi ve fazlası ile kendine odaklı olmasından kaynaklanan huysuzluğu dışında pek de sorunlu olmayan bu resmi süratle değiştirecektir.

Petzold’un senaryosu Leon’u ve diğer dört karakteri çok farklı konumlandırıyor birbirlerinden; Leon tamamen kendi çalışmasına, endişesine odaklı ve özellikle Nadja ve Devid’e tepeden bakan bir tavır sergilerken, Felix kendisi gibi rahat ve önyargısız olan bu iki kişiyle çok çabuk kaynaşır. Öyküye sonradan katılan Helmut da benzer bir karakter özelliği sergileyecek ve hemen kaynaşacaktır onlarla ve Leon’un kendisini daha da gergin ve hatta öfkeli hissetmesine neden olacaktır. Hikâyenin bu bölümleri Leon’un diğerlerini dışlayan tavrının sadece kitabı ile boğuşmasından değil, aynı zamanda onun bir tür “sanatçı egoistliği”nden ve etrafında olan biten -olumlu ya da olumsuz- her şeyin kendisi ile ilgisi olduğunu (ya da olması gerektiğini) düşünmesinden kaynaklandığını küçük ve kimi eğlenceli örneklerle doğal ve yalın bir şekilde anlatması ile hayli önemli bir çekicilik yakalıyor. Örneğin Leon ve Felix’in henüz yüzünü görmedikleri Nadja’yı, odasından gelen “ses”lerle ilk kez tanıdıkları sahnede iki genç adamın verdikleri tepkilerin farklılığı ya da yine bu iki genç adamın kadına bu konuyu açarken takındıkları tavır ve kadının rahatlığı, Leon’un diğerlerinden farklı bir yerde duracağını ve bu farklılığın kendisinin diğerlerini dışlamasının sonucu olacağını gösteriyor bize. Burada Petzold’un sanatçı kibrini ve bunu içeren, “her şeyin kendi etrafında dönüyor olduğu” inancını eleştiri ve hatta mizah konusu yaptığını söyleyebiliriz. Deniz kıyısına gittikleri ilk sahnede Felix denizin tadını çıkarırken, Leon’un üzerindeki ev kıyafetleri ile kuma uzanıp kitap okuması gibi hafif komedi anlarından, Leon’un Najda hakkında hiçbir bilgisi olmadan (ve onu hiç tanımaya çalışmadan) önyargılı ve sonradan kendisini hayli mahçup edecek tepkisine farklı örnekleri var bu eleştirinin. Öykünün ilk üçte ikilik bölümünde çok daha güçlü ve çekici olan bu eleştirinin en iyi örneklerinden biri de Devid’in diğer üçüne yemek sırasında anlattığı, sonu sürprizli hikâyeyi dinlediğimiz sahne; Leon’un öyküyü dinlerken de, sürprizli sona tanık olduğunda da yüzünde hep bir küçümseme ve sıkılma ifadesi görüyoruz.

Kaynağı tartışmalı olsa da, genel olarak Antik Yunan dönemine ait olduğu düşünülen bir inanış dünyanın dört temel elementten oluştuğunu kabul ederdi: Toprak, su, hava ve ateş. Christian Petzold 2020 Ekim ayında yaptığı açıklamada bu dört elementten ilhamını alacağı filmler çekeceğini söylemişti. 2020 tarihli “Undine” için bu element su olmuştu; “Roter Himmel”de ise ateşten esinlenmiş Petzold (Felix’in portfolyo çalışması denizi, dolayısı ile suyu da bu filmin elementlerinden biri yapıyor aslında). Öykünün başında sadece konuşmalarını dinlediğimiz, yavaş yavaş karakterlerin kaldığı eve yaklaşan ateş, finalde ise belirleyici ve sert bir rol üstleniyor. Her ne kadar bir anlamda esin kaynağı olsa da, bu element üzerinden öykünün saptığı yol ise filmin zayıf noktasını oluşturuyor. Bu sürpriz sertlikle yetinmiyor ve yayıncı Helmut karakteri üzerinden yenilerini de ekliyor senaryo ve filmin en önemli cazibe kaynağı olan “hafifliği”ni ciddi ölçüde zedeliyor. Örneğin Leon’un yan odadan farklı çift kombinasyonlarından gelen sesler yüzünden yatağında bir türlü uyuyamaması ve bu nedenle gün içinde farklı yerlerde uyuyakalması hem bir esprinin kaynağı oluyor hem de bu genç adamın kendine odaklılığının etkilerinden birini yaratıyor.

Sonlarda sapmayı seçtiği yol bir yana, film oldukça doğal ve yalın bir öyküye sahip ve oyuncuların tümü etkileyici bir takım performansı ile bu sadeliğe çok uygun düşen oyunculuklar veriyorlar. Yönetmenin favori oyuncusu Paula Beer ve özellikle de Thomas Schubert öne çıkan isimler olmuş öykünün onlara sağladığı olanaklar sayesinde. Beer’in rahat ve doğal karakterine çok yakışan performansının da önüne geçen, öykünün ana kahramanı Leon’u oynayan Schubert’in oyunculuğu kuşkusuz. O denli sade ve adeta “hiç oynamadan oynamış” dedirtecek kadar gerçekçi bir performans sunuyor ki Schubert, karakterini çelişkileri, zayıflıkları ve arzularını da içerecek şekilde tüm boyutları ile anlamanızı sağlıyor.

Kapanış sahnesinde anlatan/okuyan bir sesten duyduğumuz metne bağlanarak belki şaşırtmayan ama kesinlikle sağlam bir etkileyicilik yakalayan filmde Nadja karakterinin okuduğu şiirden bahsetmekte de yarar var. Pek çok şiiri Schubert, Liszt, Strauss, Çaykovski, Wagner ve Schumann gibi klaisik müziğin devleri tarafından bestelenen Alman yazar, şair ve eleştirmen Heinrich Heine’nin 1845 tarihli olduğu tahmin edilen “Azra” adlı çalışması bu; insanları, “sevdiklerinde yok olan” bir kabileden gelen bir köle ile bir prenses arasındaki diyalogu anlatan şiir bu teması ile öykü için çok doğru bir seçim. Şiiri dinlediğimiz sahne bu yüzden, sadece Leon’un kibri ve önyargısına şok edici bir darbe vurulması ile değil, Leon’un burada özellikle kendisine ve sanatına yönelik olan ve bu nedenle diğer insanları “yok eden” sevgisini çağrıştırması ile de kesinlikle çok etkileyici. Petzold’un tüm sinema filmlerinde birlikte çalıştığı Hans Fromm’un görüntü çalışması da yazın parlak ışıklarını öykünün doğal bir parçası yaparak Leon dışındakilerin rahat ve keyifli karakterlerinin yanında durması ve Leon’un bu resim içindeki ayrıksılığının daha da net bir şekilde ortaya çıkmasını sağlaması ile hayli başarılı. Öyküsü ve sineması ile Fransız yönetmen Éric Rohmer’in çalışmalarını hatırlatan ve Petzold’un öykü ile ilgili ilk fikirleri Covid’den kaynaklanan ateş nedeni ile yatağında hasta yatarken not aldığı film, kesinlikle ilgiyi hak eden bir alçak gönüllü yapıt, özetlemek gerekirse.

(“Afire” – “Kızıl Gökyüzü”)

Tembellik Hakkı – Paul Lafargue

Küba asıllı Fransız yazar Paul Lafargue’nin “tembellik hakkı”nı savunduğu 1883 tarihli kitabı. Karl Marx’ın kızı Laura ile evlenerek onun damadı olması ile de bilinen Lafargue tıp okusa da, tarihe politik eserler üreten bir yazar, ekonomist, gazeteci, edebiyat eleştirmeni ve aktivist olarak geçen ve en çok da “Tembellik Hakkı” kitabı ile bilinen ve tartışmalar yaratmış bir isim. Yetmiş yaşını aşmamaya kendi kendine verdiği söze uygun olarak, 69 yaşındayken ve o sırada 66 yaşında olan eşi ile birlikte yaşamına son veren Lafargue bu kitabında “ücretli emek” kavramı üzerinden, çalışmaya düzülen övgüye sert bir eleştiride bulunuyor ve insanın doğasında var olduğunu belirttiği tembelliğin savunuculuğunu üstleniyor. Lafargue, Marksist düşünce içinde çokça dile getirilen ve emek gücünün bir metaya dönüşmesini ifade etmek için kullanılan “ücretli emek” kavramına neden karşı olduğunu zaman zaman hayli sert ve alaycı bir dil ile eleştirmiş bu eserinde ve ortaya bugün de okunmayı, üzerinde düşünülmeyi ve tartışılmayı hak eden bir metin çıkarmış.

Kitabı dilimize çeviren Vedat Günyol eserin başında Lafargue’yi ve kitabı oluşturan düşüncelerini tanıtan bir önsöze yer vermiş ve burada kitabın bölümler halinde önce sosyalist gazete L’Égalité’de 1880’de yayımlandığını belirtmiş. Günyol, Lafargue’nin Çarlık Rusyası’nda Rus Devrimi’nden önce 1905 – 1907 arasında 17 baskı yapan kitap için Lenin’in “devrim kotarılmasında büyük etkisi oldu”ğunu söylediğini belirtmiş bu önsözde. Aralarındaki politik kimi farklılıklara rağmen Lenin’in, Lafargue ve eşinin 1911’deki cenaze törenine katılarak, onun “sosyalizmi egemen kılmak için burjuvaziye karşı verdiği savaşı” öven ve ona “Marksizmin en yetenekli ve engin yayıcılarından biri” ifadesi ile saygısını sunduğu bir konuşma yapmasının da gösterdiği gibi gibi önemli bir isimdi bu kitabın yazarı.

Vedat Günyol, gençlik günlerinden başlayarak “cumhuriyetçi, sosyalist, materyalist ve ateist” olduğunu belirttiği Lafargue’nin “sosyalistlerin bile çalışma zorunluluğunu insanlık dışı noktalara vardırdığı bir dönemde, tembellik hakkını savunmak gerektiğini duydu”ğunu yazmış önsözde ve tembellik ifadesine bir açıklama getirmiş: adını belirtmediği bir düşünürün önerisine uyarak, “tembellik” sözcüğünün yerine “boş zaman”ı koymak gerektiğini yazmış. Gerçekten de doğru bir saptama bu; çünkü kitap boyunca yazarın zaman zaman takındığı sert tavrın nedeni onun insanları tembelliğe teşvik etmesi değil; Lafargue din kurumundan politikacılara çalışmanın kendisini nerede ise kutsayan anlayışı ve baskıyı ret ediyor asıl olarak. Günyol’un önsözde belirttiği gibi Lafargue’den önce de tembellik (boş zaman) hakkını savunanlar olmuş; örneğin Jean Jacques Rousseau 1758’de yayımlanan “Lettre à D’Alembert sur les Spectacles” adlı denemesinde “Halkın çalışmasını isteyen şu adaletli ve iyiliksever Tanrı, onun dinlenmesini de ister… Çalışmaya karşı duyulan tiksinti, yoksul insanları çalışıp didinmekten daha çok bunaltır” diye yazmış ve T. S. Eliot “Boş zaman kültürün temelini oluşturur” demiş.

Lafargue 1883’te ilk kez yayımlanan kitaba yazdığı önsözde “olabilirse barışçı yollarla, olamazsa şiddet yoluyla kuracağımız sosyalist toplum” ifadesini kullanmış ve işte bu sözündeki savaşçı yanını sıkça gösterdiği “Tembellik Hakkı” kitabını Alman filozof ve yazar Gotthold Ephraim Lessing’den bir alıntı ile açmış: “Sevme, içme ve tembellik etme dışında her şeyde tembellik edelim”. Bu alıntısını doğrulayan düşüncelerini kitabı boyunca savunan yazar bir ateist olduğunu belirterek, kilisenin çalışmayı kutsamasını kendi kurumsal öğretisine ihaneti olarak görüyor ve Matta İncili’nden bir bölümle de açıklıyor bunu: “Tarlalalardaki zambakların gelişip serpilişine bakın. Onlar ne çalışıyor ne de yün eğiriyorlar… Süleyman o görkemi içinde daha göz alıcı giysilere bölünmüş değildi”. Lafargue’nin eleştirisinden sadece sermaye sahipleri, kilise kurumu ve burjuva sınıfı almıyor payını; yazar emekçi sınıfının da bu kutsamaya uygun davrandığını söylüyor ve şunu yapmaları gerektiğini söylüyor: “İşçi sınıfı kendi gücünün bilincine varmak için Hristiyan ahlakının, ekonominin, liberal düşüncenin önyargılarını ayaklar altına almalıdır… İnsan Hakları’ndan binlerce kez daha kutsal olan Tembellik Hakkı’nı ilan etmeli; günde üç saatten çok çalışmamaya kendini zorlamalı, günün ve gecenin geri kalan saatlerinde tembellik etmeli ve tıka basa yemeli”. Fransız filozof Antoine Destutt de Tracy’nin “Yoksul uluslarda halkın rahatı yerindedir. Zengin uluslardaysa, halk genellikle yoksuldur” cümlesini de bu bağlamda hatırlatıyor Lafargue.

Denemenin “Fazla Üretimin Ardından Gelen” başlıklı bölümünde “kapitalizmin büyük üretim sorunu üretici bulmak ve onların gücünü iki katına çıkarmak değil; tüketici bulmak, isteklerini kamçılamak ve onlarda sahte gereksinimler yaratmak”tır diye yazıyor Lafargue ve bunun için yeni tüketiciler bulmaktan (beyaz insanın henüz elinin değmediği Afrika topraklarında yaşayanlar gibi) malların çabuk yıpranacak şekilde üretilmesine uzanan yöntemlerinin altını çiziyor. Kitabının ek bölümünde tarihin farklı dönemlerinden, özellikle de Eski Yunan döneminden “çalışma düşmanlığı” ile iglili örnekler veren Lafargue provokatif sözcüğünü rahatlıkla kullanabileceğimiz bu metninde “ücretli emek” kavramını anlamak ve tartışmak isteyenler, ve dünyaya sol bir görüşle bakanlar başta olmak üzere, genel olarak emek dünyası ve politika üzerine yazılan metinlere ilgi duyan herkesin okunması gereken bir yapıt.

(“Le Droit à la Paresse”)

Haksız Yönetime Karşı – Henry David Thoreau

Amerikalı yazar, şair ve filozof Henry David Thoreau’nun ilk kez 1849’da yayımlanan denemesi. İlk adı “Resistance to Civil Government” olan ama bugün daha çok “Civil Disobedience” ismi ile bilinen bu deneme, bizde sivil itaatsizlik olarak tanımlanan eylemi ele alan ilk eserlerden biri. Çevirmen Vedat Günyol’un “hümanist, dolayısı ile sosyalist” ifadesi ile tanıttığı Thoreau, yapıtında günümüzde de güncelliğini koruyan bir kavramı uzun bir deneme boyutu içinde ele alıyor ve hem bu direniş yöntemini -kendi pratiklerini de katarak- açıklıyor hem de haksız bir yönetim ve/veya kanun karşısında bireyin (ve toplumun) nasıl mücadele edebileceği konusunda yol gösterici bir tartışma açıyor. En ideal demokraside bile (ki bugün ideal olandan küresel bazda bir uzaklaşma söz konusu kesinlikle) vatandaşın karşı koyacağı (ya da koyması gerektiği), direneceği (ya da direnmesi gerektiği) bir yönetim kararı/uygulaması olacağı kaçınılmaz bir gerçek olduğuna göre, bu eylem biçimi üzerine üretilen her türlü fikir ve eser okunmayı ve değerlendirilmeyi hak ediyor; Thoreau’nun yapıtının ek önemi ise ilklerden biri olmasından ve aralarında Gandhi ve Martin Luther King Jr. gibi önemli isimlerin mücadelelerine burada yazdıkları ile ilham vermesinden kaynaklanıyor. Nerede olursa olsun yanlış yasalara ve yanlış yönetimlere direnen ya da direnmenin yolunu arayanlar başta olmak üzere, herkesin okuması ve üzerinde düşünmesi gereken bir yapıt bu.

Britannica Ansiklopedisi sivil direnişi şöyle tanımlıyor: “Bir hükümetin veya işgalci gücün taleplerine veya emirlerine itaat etmeyi, şiddete veya aktif muhalefet yöntemlerine başvurmadan reddetme. Genellikle amacı hükümeti veya işgalci gücü taviz vermeye zorlamaktır”. Thoreau’nun yapıtının esin kaynağı olduğu isimlerden Mahatma Gandhi ve Martin Luther King Jr.; ilki Hindistan’ın bağımsızlığı, ikincisi ise 1950 ve 60’lı yıllarda özellikle Afrika kökenli Amerikalıların hakları için verdikleri mücadelede şiddete başvurmayan, sivil direniş üzerine kurulu yöntemler benimsediler. Gandhi’nin 1920’de başlattığı ve “non-cooperation movement“ (iş birliği yapmama) adı ile bilinen hareketi, Hindistan’daki İngiliz yönetimini ve ülkenin ekonomisini destekleyecek işlerde çalışmama ve İngiliz ürünlerini boykot etme üzerine kuruluydu. Yine Gandhi’nin önderlik ettiği, 1930’da gerçekleştirilen ve 24 gün süren “Salt March” (Tuz Yürüyüşü) ise İngilizlerin tuz tekeline karşı düzenlenmişti ve şiddet içermeyen bir eylemdi. Martin Luther King Jr. ise ABD’deki ırkçı uygulamalarla, aralarında 1 yıl süren “otobüs boykotu”nun da olduğu (kamu otobüslerinde siyahları beyazlardan ayrı oturmaya mecbur kılan yasayı protesto etmek için düzenlenmişti) eylemlerle mücadele etmiş ve 1965’te gerçekleştirilen ve temel olarak siyahların oy hakkını savunan “Selma -Montgomery” yürüyüşleri ile de güçlü bir sivil direniş örneği vermişti. Thoreau “vergi ödememe” dışında pratik olarak pek bir sivil direniş örneği vermedi onlar gibi ama düşüncelerini ortaya koyduğu eseri sadece bu iki isme değil, genel olarak tüm sivil direniş çabalarına yol gösterdi.

Eserin başındaki önsözünde çevirmen Vedat Günyol, Thoreau’nun kitabı “bir gecelik hapisliğin verdiği öfke” ile kaleme aldığını yazmış; onu bir günlüğüne cezaevine götüren, vergisini ödemeyi ret etmesi, daha fazla hapiste kalmasını önleyen ise birisinin (muhtemelen teyzesinin) onun borcunu ödemesi olmuş. Yazarın yaşamı boyunca kölelik ile mücadele ettiğini ve bu mücadelesinde silahlı eylem yapmaktan çekinmeyen kölelik karşıtı John Brown’dan esinlendiğini hatırlatıyor Günyol ve hem yaşamı hem de eserine giden yol hakkında tatmin edici bilgiler veriyor önsözde. Buradaki ilginç bir not, çevirmenin kitaba vermeyi seçtiği Türkçe isim hakkında: “Resistance to Civil Government” başlığını “(Her Türlü) Yönetime Karşı” diye çevirmek gerekirdi diyor Günyol ve “Ama Thoreau’nun böyle kesin bir tutumu yok” diye yazıyor. Bu yüzden yazarın “asıl düşüncesine ve yapıtının ruhuna bağlı kalmak kaygısıyla “haksız” sıfatını eklemeyi uygun” bulmuş yönetim sözcüğünün önüne. Gerekçe kesinlikle doğru olmakla birlikte, yazarının yapmamayı seçtiği bir vurgulamayı çevirmenin yapmasının haklılığı tartışmalı kuşkusuz.

“En iyi hükümet en az yöneten hükümettir” yargısı (The United States Magazine and Democratic Review adlı derginin mottosundan almış bu sözü yazar) ile başlıyor kitabına Thoreau ve daha sonra “çaresizlik içinde başvurulan bir kolaylık” olarak tanımlıyor hükümeti ve daha da ileri giderek “hükümet arada bir engel olmasaydı” Amerikan halkının sağlam özyapısının çok daha fazlasını başarabileceği saptamasında bulunuyor. Bu ifadeler Günyol’un çevirideki isim tercihini sorgulatıyor gibi görünse de, Thoreau’nun “… ben hükümetin hemen ortadan kalkmasını değil, hemen daha iyi bir hükümet kurulmasını istiyorum” ifadesini kullandığına da dikkat etmek gerekiyor bu sorgulamayı yaparken. Yazarın temel olarak eleştirdiği, geçici bir araç olarak gördüğü hükümetin hedefin kendisine dönüşmesi olmuş ve bunun farklı örneklerini vermiş kitabında. İrlandalı şair Charles Wolfe’un “The Burial of Sir John Moore after Corunna” adlı şiirinden aldığı bir bölümle (“Ne bir davul duyuldu, ne bir ağıt / Biz cesedini surun dibine aceleyle taşırken/ Tek bir asker bile yapmadı bir veda atışı / Kahramanımızı gömdüğümüz mezarın üzerinden”) insanların, hükümete/devlete bir makine gibi hizmet etmekten öteye geçemediğini anlatırken, İngiliz din bilgini ve filozof William Paley’nin “halka zarar vermeden, kurulu yönetime karşı konamıyor ya da bu yönetim değiştirilemiyorsa, o zaman, kurulu hükümete boyun eğmek Tanrı’nın iradesi gereğidir” görüşünü eleştiriyor.

Kitapta ABD – Meksika Savaşı (1846 – 1848) sık sık çıkıyor karşımıza. Bu savaşa ve kölelik uygulamasına karşıtlığı nedeni ile vergisini ödemeyen Thoreau, Meksika’yı işgal eden ABD’nin başta Texas olmak üzere çeşitli bölgelere kalıcı olarak el koyması ile sonuçlanan savaşı “haksız yönetim” örneklerinden biri olarak gösteriyor birkaç kez. İşte bu tür hükümetlere yönetimi veren seçimlerde oy vermeyi “bir çeşit kumar” olarak nitelerken, “Doğruya oy vermek bile, doğru uğrunda bir şey yapmak değildir; yalnızca doğrunun üstün gelmesi youndaki isteğimizi insanlara az buçuk duyurmaktır” diyerek, “seçim sandığı fanatizmi” ile dalga da geçiyor. Thoreau haksız yasalara “çoğunluğu onları değiştirmeye ikna etmeye çalışarak” direnmenin anlamsız olduğunu söylerken, seçimi tek değişim yöntemi olarak görmenin ve değişiklik gerçekleşene kadar boyun eğmenin yanlışlığının altını çiziyor. Onun bu görüşü, günümüzde ülkemiz dahil pek çok yerde yaşanan toplumsal hareketlerin haklılığının da bir kanıtı kuşkusuz.

Thoreau ideal bir yönetim biçimini doğrudan tanımlamıyor ama “demokrasi, bildiğimiz durumuyla, mümkün olabilen en son gelişme midir acaba?” sorusunu soruyor ve en azından şu yönetimi gösteriyor ideal olarak: “bütün insanlara karşı doğru olmayı göze alabilsin… kendisiyle kaynaşmayan, kendisinin de benimsemediği insanın varlığını kendi rahatıyla bağdaşmaz saymasın”. Devleti, “bütün gücünün ve otoritesinin kaynağı olan insan tekini daha yüce ve bağımsız bir güç olarak kabul” etmeye davet eden Thoreau’nun yapıtının sonunda “Seçme Parçalar” başlığı altında birbirinden bağımsız ve seçme notlar havasında kısa yazılar var. Kitabın konusu ile ilgisi olmayan bu yazıların (örneğin “Çalışkan olmak elvermez, karıncalar da çalışkandır. Ne için çalışıyorsun, amacın ne, onu söyle!” alıntısı Thoreau’nun 1857’de arkadaşı Harrison Gray Otis Blake’e yazdığı bir mektuptan) kitaba eklenmesi (herhalde Türkçe baskısında olmuş bu) pek de doğru bir seçim değil; çünkü Thoreau ile ilgili bir inceleme kitabı değil bu ve eserin teması ile de hiçbir ilgileri yok bu notların.

(“Resistance to Civil Government” – “On the Duty of Civil Disobedience” – “Civil Disobedience”)

Starman – John Carpenter (1984)

“Güzel bir yer. Burası gibi değil ama güzel. Sadece tek bir dil var, tek bir kanun, tek bir halk. Savaş yok, açlık yok. Güçlüler çaresizleri mağdur etmiyor. Biz çok uygarız; ama sanırım bir şeyi kaybetmişiz. Siz çok daha canlısınız ve çok da farklı. Yemekleri, şarkı söylemeyi ve dans etmeyi özleyeceğim… ve diğer şeyleri”

Muhtemel uzaylılara Dünya’yı tanıtmak için Voyager 2 ile uzaya gönderilen “altın plak”ın ulaştığı bir uygarlığın temsilcisinin, gezegenimize gelerek ölü bir adamın bedenine bürünmesi ile yaşananların hikâyesi.

Senaryosunu Bruce A. Evans ve Raynold Gideon’ın yazdığı (ve Dean Riesner’ın, jenerikte adı geçmese de, bu senaryoya ciddi bir katkı sağladığı), John Carpenter’ın yönettiği bir ABD yapımı. Başrollerinde Jeff Bridges ve Karen Allen’ın yer aldığı ve Bridges’ın performansı ile Carpenter’ın tüm filmografisi içinde Oscar’a aday olan tek yapıt olan çalışma, iki yıl önce Steven Spielberg’in çektiği “E.T.” gibi uzaylılar ve dünyalıların temas etmesi üzerine ve güven, yabancı olana karşı duyulan korku, saf sevgi ve hoşgörü temalarını içeren bir hikâye anlatıyor. Carpenter’a has bir naiflik de içeren ve ilk gösterime çıktığında gişede beklediğini bulamasa da, sonradan değeri teslim edilen yapıt bir Amerikan bilim kurgu filminden beklenmeyecek şekilde az, basit ama doğru efektler içeriyor ve çekiciliğini öyküsü ve ona çok iyi hizmet eden Carpenter’ın sinema dilinden alıyor. Tek sezon sürebilen ve öykünün devamını anlatan bir televizyon dizisine de ilham kaynağı olan yapıt, bilim kurgu boyutu kadar öne çıkan bir “imkânsız aşk” öyküsü anlatmayı seçmesi ile de dikkat çekiyor ve romantizme hafif bir mizah da ekleyerek kendisini ilgi ile izletiyor.

John Carpenter filmini “Bir aşk hikâyesi” olarak tanımlamış ve Frank Capra’nın 1934 tarihli ölümsüz klasiği “It Happened One Night” (Bir Gecede Oldu) ile yan yana koymuş. Capra’nın romantik komedisi düzenbaz bir gazeteci ile şımarık ve zengin bir kızın ilişkisi üzerine kurulu bir öykü anlatıyordu ve iki farklı dünyanın insanlarının bu öyküsü keyifli bir romantik komedi olmayı başarıyordu. Carpenter’ın benzetmesi, onun filminde işte bu farklılıklar, bilim kurgu türünde ama benzer bir romantizm ve daha düşük tonlu bir mizah ile anlatıldığı için pek de yanlış değil açıkçası, bir parça abartı içeriyor olsa da. Gösterime girdiği tarihte pek çok eleştirmenin filmi bir aşk hikâyesi olarak da ele alması onun haklılığını destekliyor kuşkusuz.

Öykü Voyager 2 uzay aracının misyonunu anlatan bir bilgilendirme ile açılıyor. 20 Ağustos 1977’de fırlatılan ve temel misyonu önce “dış gezegenler” olarak adlandırılan Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün’ü, daha sonra da Güneş’in Helyosferi adı verilen bölgenin de ötesini araştırmak olan Voyager 2’de aralarında Türkçenin de yer aldığı 55 farklı dilde “selamlaşma” cümlelerinin ses kaydı, Dünya’dan görüntüler ve gezegenimizin farklı bölgelerinden müzik eserlerini içeren bir “Altın Plak” da bulunuyordu ve amaç uzaydaki “akıllı türler”e Dünya’yı tanıtmak ve buraya davet etmekti. Açılışta The Rolling Stones’un müzik tarihinin klasiklerinden biri olan “(I Can’t Get No) Satisfaction”ı kısaca duyma nedenimiz de bu şarkının o plaktaki eserlerden biri olması gibi görünüyor ama aslında doğru değil bu. Neden plakta gerçekten yer alan bir başka şarkının, örneğin yine bir rock eseri olan Chuck Berry’nin “Johnny B. Goode” isimli şarkısının seçilmediğini anlamak zor ve bu kullanımın yanıltıcılığı girişteki gerçek bilgilerle çeliştiği için rahatsız da ediyor açıkçası. Anlaşılan öykünün ilerleyen bir bölümünde uzaylı adamın ağzından duyduğumuzda ortaya çıkan hoş bir durum için seçilmiş the Rolling Stones şarkısı ama yine de doğru olmamış bu tercih.

Önce Jenny (Karen Allen) ile tanışıyoruz; elinde içki ve sigarası evinde yerde oturmakta ve amatör kamera ile çekilen bir filmi izlemektedir. Filmde o ve gitar çalan bir adam (Scott karakterini Jeff Bridges canlandırıyor) kırlık bir yerde “All I Have To Do is Dream” (the Everly Brothers’ın 1958’de seslendirdiği bir pop klasiği) şarkısını söylemektedirler. Jenny’nin hüzünlü bakışlarından, filmdeki adamın başına bir şey geldiğini anlıyoruz; kısa süre sonra öğreneceğimiz gibi yakın bir zamanda bir kazada hayatını kaybetmiştir Scott. Ardından dünyaya hızla yaklaşan tuhaf bir cismi, havalanan uçakların bu cismi vurmasını ve düşen cismin ormanlık alanda yangına neden olmasını izliyoruz. İşte bu cisim ile dünyaya gelen bir “uzaylı” Jenny’nin evine girecek, bir fotoğraf albümüne yapıştırılmış olan bir anıdan, Scott’ın saç tellerinden yola çıkarak önce bir bebeğe dönüşecek ve kadının gözleri önünde hızla gelişerek Scott’ın bedeni ile çıkacaktır karşımıza. Robotomsu yürüyüş ve Altın Plak’taki selamlama sözleri ile kısıtlı olan dil bilgisi süratle gelişecek olan ve çok hızlı öğrenen uzaylının amacı 3 gün sonra ulaşması gereken “buluşma noktası”na ulaşmaktır (yoksa ölecektir) ve kendisini oraya götürmesi için “kaçırdığı” Jenny ile arasında -bekleneceği gibi- bir ilişki yavaş yavaş başlarken, -yine bekleneceği gibi- uzaylının peşine düşen bir bilim adamı (Charles Martin Smith) ile önyargılı otoriteyi temsil eden Ulusal Güvenlik Dairesi ajanı (Richard Jaeckel) arasında bu yabancıya karşı takınılacak tavır konusunda ciddi bir çatışma doğacaktır.

Carpenter’ın filminin belki de en orijinal yanı “dünyaya düşen” bir uzaylının hikâyesinden güçlü ve dramatik bir öykü çıkarabilmesi ve bunu naif olmaktan da çekinmeyen, sade ve klasik bir dil ile anlatırken belli bir çekicilik yakalayabilmesi. Yanında getirdiği ve her birini bir kez kullanabildiği yedi küçük gümüş kürenin yardımı ile insanüstü şeyler becerebilen uzaylının, çok hızlı ezberleme ve öğrenme yeteneği sayesinde yaptıkları ile öyküsü ilerleyen film temel olarak üç konu üzerine kurulmuş: Jenny ile uzaylı arasındaki ilişki (ve bu ilişkinin akıbeti), bilimsel bakış ile güvenlikçi bakışın çatışması ve uzaylının “buluşma noktası”na ulaşma çabası. Senaryo bu üç konuyu iç içe ve birbirleri ile doğal bir şekilde ilişkilendirerek anlatmayı başarıyor; arada karşımıza çıkan kimi gerçekçilik sıkıntıları ise Carpenter’a has nafilik ve iddiasızlığın yalınlığı içinde pek de rahatsız etmiyor. Jenny’in, karşısına kocasının bedeninde çıkan, daha doğrusu bu bedene dönüştüğünü kendi gözleri ile gördüğü ve kısa bir süre sonra da uzaydan geldiğini anladığı bir adamın yanında olmaya fazlası ile hızlı uyum sağlaması; uzaylının öğrenme sürecindeki bazı tutarsızlıklar (bazı sözcükleri ve kavramları nasıl olduğunu anlamadığımız bir şekilde hemen öğrenirken, diğerlerini, örneğin “güzel” sözcüğünü Jenny’in açıklamasını istemesi ve korkuyu bilirken aşkı epey geç öğrenmesi) ve polislerin bir yolu kestiği sahnede, hiç tanımadıkları bir yabancının neden askerleri peşine düşürerek Jenny ve uzaylıya yardım etmeyi kabul ettiği gibi sorunları var senaryonun. Ne var ki filmi sadece bir bilim kurgu olarak değil, aynı zamanda bir romantik komedi (Carpenter’ın “It Happened One Night” benzetmesine de uygun olarak) olarak kabul edersek, bunların pek de önem taşımadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Jeff Bridges ortalama bir romantik komedide pek görmeyeceğimiz türden zor bir rolün üstesinden başarı ile geliyor ve karakterinin bedensel ve zihinsel dönüşümünü çok iyi yansıtırken, hem bir bilim kurgu kahramanı hem de romantik/komik bir erkek olabiliyor ve ortaya keyifli bir performans koyuyor. Onun uzaydan gelen birisi olması, senaryonun “kendinden farklı olan”la dayanışma ve birlikte uyum içinde yaşama mesajını güçlendiriyor ve bu mesajın farklı örneklerinden birini de kahramanlarımızın peşlerindekilerden kaçarken, Latin Amerika kökenli bir ailenin aracına sığınmaları üzerinden veriyor film; hatta Latin kadının yağmurda ıslanan ikiliye verdiği battaniye ile bu mesajın altını da çiziyor.

“Dünyaya daha önce de gelenlerin olduğu” konusunu ortada bırakıyor film ve bu önceki temasların içeriği ve sonucu ile ilgili herhangi bir şey söylemiyor. Üstelik uzaylının dünyaya gelişinin, türünün bizimle ilk temasıymış gibi, “altın plak”la ilişkilendirilmesi bu sorunu daha da belirgin kılıyor. “Büyüyünce öğretmen olacak” cümlesi geleceği görme (ya da gelecekten gelme) durumunu ima etse de, öykünün bu durumu doğrulamayan bölümlere sahip olması sorunu da bir diğer örneği filmin bu alandaki sıkıntısının. Fred Zinnemann’ın 1953 yapımı “From Here to Eternity” (İnsanlar Yaşadıkça) filminde Burt Lancaster ve Deborah Kerr’in “dalgalar içinde yuvarlanma ve öpüşme” sahnesini akıllıca kullanan film bu ve benzeri sorunları aşan, bir bilim kurgu öyküsünün yanı sıra ve belki de asıl olarak bir aşk hikâyesi izlemek isteyenleri de mutlu edecek ve Karen Allen’ın performansının da övgüyü hak ettiği bir çalışma. Mizahı belki çok güçlü değil, öykü tahmin edilebilecek olanın pek dışına çıkmıyor, bazı yan karakterler tek boyutlu oluşturulmuş ve temaların pek çoğu daha önce kez işlenmiş konular ama tüm bunlara, basitliğine ve hatta çocuksuluğuna rağmen -en azından bir kez- görülebilecek bir yapıt bu.

(“Uzaylı: Yıldız Adam”)