“Burada mesele kimin en güçlü olduğu değil. Mesele pes etmemek ve o asla pes etmeyecek! Siz enayiler ne derseniz deneyin, yapacaklarınız sadece onu daha da güçlendirir”
İkinci Dünya Savaşı’nın son zamanlarında yolu Nazi askerleri ile kesişen bir altın arayıcısının, altınlarının çalınması üzerine giriştiği intikam savaşının hikâyesi.
Jalmari Helander’in senaryosunu yazdığı ve yönetmenliğini yaptığı bir Finlandiya, Birleşik Krallık ve ABD ortak yapımı. Almanların savaşı kaybetmekte olduğunun ortaya çıktığı bir dönemde, 1944’te yaşanan öykü savaşın ortasında geçen bir aksiyon filmi ve yönetmenin reklamcı geçmişinin kendisini hissettirdiği görsel dili, epik denebilecek sahneleri, sert ve vahşi görüntülerden kaçınmaması, seyircinin hikâyeyi takibini kolaylaştıran düz anlatımı ve bir çizgi roman estetiğine ve mantığına başvurması ile dikkat çeken bir çalışma. Sert ve tempolu aksiyonlardan hoşlananların kesinlikle ilgisini çekecek, şeytanî Nazi karakterleri ve politik değinmeleri ile “derinlik” arayanlara da hitap etmeyi hedefleyen film mantığı ve gerçekçiliği bir kenara bırakarak seyretmeniz gereken bir eğlencelik ve bundan daha ötesi de değil kesinlikle.
Öykü başlamadan önce “sisu” sözcüğü ile ilgili bir açıklama veriliyor: “Tercüme edilemeyecek bir Fince sözcüktür. Hayal edilemeyen bir azim ve korkunç bir cesaret anlamına gelir. “Sisu” kendini tüm umut yitirildiğinde gösterir”. Fin halkının ulusal kimliğinin bir parçası olarak kabul edilen bu kavram, Fin yazar, arkeolog, kâşif, etnograf ve yazar Sakari Lemmitty Pälsi’nin 1944’te yayımlanan “Eräelämän Perinteitä” (Türkçesi: Vahşi Doğa Gelenekleri) adlı incelemesinde yazdığına göre, halkının binlerce yıl içinde gelişen girişimci ruh ve çalışkanlığı ile ilişkili. “İmkânsızı deneme gücü” olarak tanımladığı bu kavramın en zor, en imkânsız durumda “imkânsız ama yine de deneyelim deriz; deneriz ve sonunda kazanırız” söylemini içerdiğini belirtmiş Pälsi. Bu kavram özellikle, tarihe Kış Savaşı olarak geçen dönemde uluslararası bir bilinirliğe ulaşmış. Kasım 1939’da Sovyetlerin Finlandiya’yı işgali ile başlayan ve Mart 1940’ta sona eren bu savaş SSCB’nin toprak kazancı ile sona erse de, Milletler Cemiyeti’nden atılmalarına ve kendilerinden zayıf Fin ordusu karşısında zorlanmalarının neden olduğu bir imaj kaybına yol açmış. Jalmari Helander’in senaryosu işte bu savaş sırasında Sovyetler’le çarpışan Fin ordusunda asker olan ve bu sırada ailesini ve evini kaybeden Aatami (Jorma Tommila) adındaki bir adamın öyküsünü anlatıyor; 1944’te Fin ordusu ile Naziler arasındaki Laponya Savaşı sırasında geçiyor hikâye ve kahramanı “Laponya’nın ıssız topraklarında savaşı geride bırakmaya karar vermiş” bir Fin. Nazi ordusu köprüleri, yolları yıkarak ve kullanılmaz hâle getirerek Laponya’dan çekilirken, Aaatami eleği ile nehir suyunu tarayarak altın bulmaya çalışıyor ve süzdüğü suda altının ilk izini gördüğünde öykünün “Altın” adını taşıyan, ilk bölümü başlıyor. Sonrasında izleyeceğimiz ise toplam 7 bölümden oluşan bir “Aaatami Nazilere karşı” öyküsü olacaktır.
Filmi seyredenin aklına ilk gelecek olan, Jalmari Helander’in kendi “Rambo”sunu çektiği olacaktır muhtemelen. Aaatami karakterinin bir gerilla savaşçısı olarak becerisi ve aksiyon zekâsının bu çağrışımı yapması normal ve zaten yönetmen de ofisinde duvara bu filmin afişini asacak kadar hayranmış (serinin ilk filminin diğerlerinden çok üstte olduğunu düşünüyor Helander) bu kahramana ve “kendi Rambo filmini” yapma fırsatı bulduğu için şanslı olduğuna inanıyor yönetmen. Filminin öyküsü de ilk Rambo filmi ile benzerlikler taşıyor bazı öğeleri açısından ve kahramanının yetenekleri bağlamında değerlendirildiğinde de bu öykünme gösteriyor kendisini. Buna karşılık Rambo’nun sonraki maceralarında daha açık olarak kendisini gösteren ve dozu da gittikçe artan milliyetçilik, burada daha sağlam bir temele oturuyor en azından. Ülkesi bir savaşın içinde kahramanımızın ve önce Sovyetler sonra da Almanlar ülkesine ve halkına saldırıyor; kendi ailesini de bu savaşların ilkinde yitiriyor Aatami ve ikincisinin de ister istemez bir parçası oluyor Nazi askerlerinin hırsızlıkları ve zalimlikleri nedeni ile. Uluslararası pazarlar düşünülerek, filmin hemen tamamının İngilizce çekilmesi ise bu milliyetçilikle örtüşmüyor ve sondaki tamamı Finler arasında geçen sahnedeki kısa konuşmalar dışında, tüm karakterler İngilizce konuşuyorlar. Finler ile Almanların İngilizce konuşmaları bir parça “anlaşılabilir” olsa da, Almanların kendi aralarında da bu dili kullanmaları ticarî kaygının sonucu elbette ve bu Hollywoodvari gerçeklik zarar veriyor filme.
Öykünün aslında hiç de dert etmiş görünmediği gerçekçilik sorunu dil seçimi ile sınırlı değil. Aatami’nin inanılmaz tanımlamasını gerektiren becerileri, mucizevî kurtuluşları ve olağanüstü zekâsı bizi bir süper kahramanla karşıya getiriyor ki bu da doğal olarak filmin çizgi romanları hatırlatan içeriğine ve estetiğine götürüyor bizi. Görüntü yönetmeni Kjell Lagerroos ile birlikte sık sık bir çizgi roman karesi getiriyor karşımıza adeta Helander; öyle ki bir konuşma balonu göreceğiniz havasına kapılıyorsunuz sık sık. Özellikle kameranın yüzlere yakın plan yaklaştığı ve ilgili karakterin hemen her zaman sert ya da olumsuz ifadelerle yüklü gözlerini gösterdiği anlarda karşımıza çıkan bu estetik, senaryonun tarzı ile de uyumlu. Burada da, gerçekçiliği fazla takmadan, anlatıldığını görüyoruz öykünün ve karakterlerin hırs, intikam, öfke, korku, şehvet gibi duyguları tüm vurguları ile hikâyenin ana belirleyicisi oluyorlar. Gerek metinde gerek görsellikteki bu basitlik ve doğrudanlık yönetmenin reklamcılık geçmişi ile de bağlantılı olsa gerek; tüm görüntüler, en sert ve hatta vahşi olanları bile, hep sıkı bir estetik şıklık taşıyor. Mayının parçaladığı bir bedenden fırlayan bir organın havadaki süzülüşünde bile kendisini gösteriyor bu anlayış. Sıklıkla karşımıza çıkan yavaşlatılmış görüntüler de bu estetiğin doya doya tadını çıkarmamızı sağlarken, seyrettiğimize trajedinin, hatta epik bir eserin karşı koyması zor gücünü katıyor. Kısacası Helander “ürün”ünü nasıl satacağını çok iyi biliyor görünüyor.
Sonuna doğru yaklaşsa da devam etmekte olan savaştan uzak kalmasının imkânsızlığını uzaktan gelen bomba sesleri, ufuktaki patlama görüntüleri ile hissettiren film kahramanımızın Naziler ile ilk karşılaşma anından itibaren bizi o savaşın ve aksiyonun içine sokuyor. Geniş ve ıssız düzlükleri özenle ve hep belli bir çarpıcı estetikle sergileyen geniş ekran (anamorfik denen 2.39:1 oranı ile çekilmiş film) görüntü formatı, bölüm başlıklarının 1960 ve 70’lerin filmlerinde sıklıkla kullanılan fontlar ile yazılmış olması ve Juri Seppä ile Tuomas Wäinölä’nın imzasını taşıyan müziklerin Ennio Morricone tarzı bir görkeme sahip olması filme bir spagetti western havası da katmış görnüyor. Öykü boyunca tercih edilen görselliğin de desteklediği bu benzerlik aksiyonda da çıkıyor karşımıza. Helander bizi aksiyonun ortasına bırakıveriyor ve finale kadar da hep o noktada tutuyor. Bu aksiyonun türün meraklıları için çekiciliğine itiraz edecek bir durum yok açıkçası. Bu alanda işini çok iyi yapıyor yönetmen ve güçlü bir şekilde çıkıyor seyircinin karşısına. Öte yandan aksiyon sahnelerinde sıklıkla başvurulan ve bir çizgi romanda göreceğimiz türden ama orada rahatsız etmeyecek görüntülerin sertlik dozu tartışmaya açık. Başın bir yanından girip öbür yanından çıkan bıçak, patlayan mayından dolayı kopup havada uçuşan kol ve bacaklar, yanmış bedenler, direklerden sallanan cesetler ve tanık olduğumuz asılma görüntüsü, kesilen boğazlar, defalarca kurşunlanan bedenler, şarapnel parçalarını ve bir kurşunu vücüdundan kendi elleri ile çıkaran bir adam, üzerinden tanklar geçen insanlar, üzerine fırlatılan mayınla kopan kafa ve diğerleri… Helander elini hiç sakınmamış şiddet dolu görüntüler yaratırken ve bir noktadan sonra ne karakterin gücü ve öfkesi ne de Nazilerin zalimlikleri tanık olduğumuz vahşiliği açıklamak için yeterli görünüyor. Esinlendiği çizgi romanlarda tek bir karede göreceğimiz ve rahatsız ediciliği sınırlı kalacak bir vahşet ânı burada sinema sanatının doğal gücü ile daha da korkunç bir görünüme bürünüyor kesinlikle ve rahatsız ediyor.
Aatami’nin “sisu” doğası bir yana, usta bir gerilla savaşçısı becerisinin kaynağı da ayrı bir gerçekçilik sorunu. Rambo özel bir eğitim almıştı en azından ve bu eğitim tüm o becerilerinin ve hayatta kalma yeteneğinin açıklayıcısı olabiliyordu; 1940’lı yıllardaki dünyada söz konusu değildi böyle bir süreç ve buradaki Rambo karakteri bu nedenle boşa düşüyor. Film bir parça daha uzun olsa, Aatami’nin Alman ordusundan 1944’te geriye kalmış ne kadar asker varsa hepsini tek tek yok edebileceğini düşündürten bir senaryonun bu konuda bir endişe taşımadığı da açık kuşkusuz. Seyrettiğimiz hikâyenin kötüleri faşist Naziler olsa da, bu hikâyenin öncesindeki ve kahramanımızın ruhsal ve bedensel yaralarının sorumlusunun “en az 300 askerini öldürdüğü” Sovyet ordusu olması, günümüz Batı liberallerinin komünizm ile faşizmi eşitleme anlayışının da sonucu olsa gerek; evet, Sovyet ve Fin ordusunun savaşı, Sovyetlerin Finlandiya’yı işgali bir gerçek ama bunların kahramanımızın öyküsünün ana parçası yapılması yine de bu eşitleme çabasına işaret ediyor. Benzer şekilde, kadın karakterlerin hikâyenin sonlarına doğru birer dişi Rambo’ya dönüşmesi ve bu anların onları yücelten bir görsellikle anlatılması, örneğin bir Nazi askerini tankın namlusuna bağladıkları sahne (fallik anlamı olan bir görüntü bu kuşkusuz) yine günümüzde Batı’nın “diversity” (çeşitlilik) kaygısının sonucu öyküye yerleştirilmiş gibi görünüyor.
Yavaş gösterimler, bakışmalar, sessizlik anları, yumruklara ve gözlere yakın planlar gibi görsel seçimler; kapanış jeneriğinde kendisini iyice gösteren reklam estetiği; altının bulunduğu sahnenin sarı rengin ağır bastığı ve Nazi askerlerini ilk kez gördüğümüz görüntüye bağlanması gibi çekici oyunlarla aksiyon meraklısını kendisine rahatça bağlayabilecek filmin en büyük kozu ise başroldeki Jorma Tommila’nın ciddiyetini yitirmeden bir çizgi roman kahramanı olmayı başarabilen oyunculuğu. Nazi askerlerini canlandıran Jack Doolan (Wolf) ve Aksel Hennie (Bruno) ile onların kaçırıp “kötü niyetler”i için kullandığı kadınlardan birini oynayan Mimosa Willamo (Aino) senaryonun çizdiği karton karakterlerle sınırlandıklarından kendilerini yeterince gösteremeseler de, filmin genel havasına uymuşlar performansları ile. Jalmari Helander’in devamını çekmeye hazırlandığı ve başrolünde yine Jorma Tommila’nın oynayacağı belirtilen filmi eğlenceli bir aksiyon olarak kabul ederek seyretmekte yarar var; saçma görünmeyi o denli umusamıyor ki bir süre sonra siz de kendinizi kaptırıp sadece heyecanlanarak, arada belki gözlerinizi kapatarak ama kesinlikle eğlenerek seyredebilirsiniz bu yapıtı.