“Bütün insanlar suçludur. Herkes masum doğar ama uzun süre masum kalamaz”
İyi hâli sayesinde cezaevinden erken tahliye edilen bir hırsız, polisin elinden kaçan bir şüpheli ve karıştığı işler nedeni ile görevinden atılan eski bir polisi bir kuyumcu soygununda buluşturan hikâyeleri.
Jean-Pierre Melville’in senaryosunu yazdığı ve yönettiği bir Fransa ve İtalya ortak yapımı. Sadece 1970’lerin ya da Fransız sinemasının değil, tüm zamanların en başarılı suç filmlerinden biri olan yapıt yaklaşık yarım saat süren ve -hemen hemen- hiç diyalogsuz soygun sahnesi ile bir kült olan, güçlü oyuncu kadrosunun göz dolduran performanslar verdiği ve pek çok sinemacıyı etkilemiş olmasının da gösterdiği gibi, polisiyenin tartışmasız örneklerinden biri. Açılıştaki -aslında sahte- Budizm alıntısının da gösterdiği gibi bir felsefesi de olan ve bir yandan Raymond Chandler’ın Amerikan suç öykülerinin havasını taşırken, bir yandan da Fransız usulü bir gerçekçiliğe sahip olan film, her sinemaseverin görmesi gereken çalışmalardan biri.
Çek Cumhuriyeti’nin Karlovy Vary şehrinde düzenlenen film festivalinin 2012 programında Jean-Pierre Melville’e ayrılan özel anma bölümünde bu film de gösterilmiş ve tanıtımda senaryonun bir western yapısı taşıdığı belirtilirken, bir kavrama da gönderme yapılmıştı: mükemmel suç. Bu niteleme; ortaya çıkarılamayan, faili bulunamayan ve çözülemeyen (ya da çözülmesi mümkün olmayan) suçlar için kullanılıyor ve Melville’in filmi bu bağlamda değerlendirildiğinde, suç belki “mükemmel” değil ama hem üç failin planı bu nitelemeye hayli yakın duruyor hem de Melville bu planı mükemmel bir sinema ile anlatıyor. Dolayısı ile suç mükemmel olmasa da, film kesinlikle mükemmel diyebiliriz.
Film Hindu aziz Ramakrishna’ya atfedilen bir alıntı ile başlıyor; Siddhartha Gautama, Buda yere kırmızı tebeşirle bir çember çizdi ve şöyle dedi: “Onlar farkında olmasa da bir gün karşılaşmaları mukadder olan insanlar, başlarına ne gelirse gelsin, yolları birbirinden ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın, o gün kaçınılmaz olarak buluşacaklardır o kırmızı çemberin içinde”. Jean-Pierre Melville 1967’de çektiği “Le Samouraï” (Kiralık Katil) adlı bir diğer başyapıtında yaptığı gibi, yine tamamen kendisi uydurmuş bu alıntıyı ve daha önce birbirini hiç tanımayan üç adamın bir araya gelerek kusursuz suçu işlemeye soyunmasının “kaderlerinde yazılı” olduğunu ima etmiş.
Üç kahramanından öncelikle ikisini paralel izlediğimiz öyküleri ile ayrı ayrı tanıtıyor seyirciye film ve bunların ilki hırsızlıktan Marsilya’da cezaevinde olan ve iyi hâli nedeni ile erken salınacak olan Corey (Alain Delon). Serbest kalmadan hemen önce hücresine gelen bir gardiyan ona, eğer doğru yapılırsa, “klasik, kolay ve risksiz bir iş”ten söz ediyor. Corey’in bu işe aklının tam anlamı ile yatmasını sağlayan, cezaevinden çıktıktan sonra yolda karşılaştığı Vogel (Gian Maria Volontè) adındaki bir kaçak olacaktır. Vogel, komiser Mattei (Bourvil) tarafından sorgulanmak üzere trenle Marsilya’dan Paris’e götülürken kaçmayı başaran bir şüphelidir. Bu ikisi bir araya geldiğinde, planları için gerekli olan iyi bir nişancı olan Jansen (Yves Montand) ile tanışacak ve soygunu gerçekleştirmeye girişeceklerdir. Elinden kaçırdığı Vogel’in peşine düşen Komiser Mattei de bu planın tam ortasında bulacaktır kendini doğal olarak.
Melville kendi uydurduğu alıntıdaki son sözcükler olan “kırmızı çember”i filmin ilk repliğindeki bir başka kırmızı objeye bağlıyor ilk sahnede: Mattei ve bir başka polis, Vogel ile birlikte Paris trenine yetişmek için araçları ile hızla ilerlerken, karşılarına çıkan kırmızı ışığa sinirlenir ve durmadan yollarına devam ederler. Yetiştikleri trende aynı kompartımanda kalan Mattei ve şüpheli arasındaki sahne hem kendi başına müthiş bir gerilim ve aksiyon bölümü olacak hem de filmin genel üslubu için iyi bir örnek oluşturacaktır. Bu sahne aynı zamanda Melville ve görüntü yönetmeni Henri Decaë’nin birlikte oluşturdukları pek çok çarpıcı ânın da ilkini getirecektir karşımıza: hareket hâlindeki trenin penceresinin önünde Mattei’yi gösteren kamera çok hızlı bir geriye çekilişle treni havadan görüntüleyecek ve adeta bir minyatür boyutuna indirgediği bu seyahat aracını ve içindekileri, trenin geçtiği geniş boş arazi içinde iyice “küçültecek”tir. İşte bizi bu görüntüye ulaştıran öykünün ilk 8 dakikasında, şoförün kırmızı ışığa söylendiği cümle ve istasyondaki kısa anons dışında hiçbir konuşma duymuyoruz ve Melville özenle oluşturulmuş görüntülerin sağladığı güçle anlatmayı tercih ediyor hikâyesini. Bu sekiz dakikanın çok daha uzunu (yaklaşık yarım saat) soygun sahnesinde de tekrarlanacak ve sinemanın kesinlikle klasik olmayı başaran bölümlerinden biri yaratılacaktır. Filmin polisiye sinemanın İngilizcede “heist film” (soygun filmi) denen türün en önemli örnekleri arasında yer almasının başlıca nedeni de bu sahne. Cambridge sözlüğü “heist” kelimesini “değerli eşyaların yasa dışı yollarla ve genellikle şiddet kullanılarak bir yerden ya da birinden alınması” olarak tanımlıyor; “heist film” ifadesi ise büyük bir soygunun planlanması, gerçekleştirilmesi ve sonrasında yaşananlara odaklanan öyküleri anlatan yapıtlar için kullanılıyor. Melville’in yeteneği, bu yapıtı “Dog Day Afternoon” (“Köpeklerin Günü”, Sidney Lumet – 1975), The Getaway (“Sam Peckinpah”, Sam Peckinpah – 1973) ve “The Killing” (“Son Darbe”, Stanley Kubrick – 1956) gibi önemli filmlerle ve yine kendisinin “Bob le Flambeur “ adlı başarı filmi ile birlikte bu türün görülmesi gerekli yapıtları arasına yerleştiriyor. Kendisi de 1995’te “Heat” (“Büyük Hesaplaşma”) adında ve türün önemli örneklerinden birini çeken Michael Mann’ın bu yapıta hayranlığı da, bu bağlamda daha iyi anlaşılabilir oluyor.
Gereksiz diyaloglardan arındırılmış görünen ve Corey bir bilardo salonunda kendi başına oynarken, görüntüye aniden giriveren ikinci ıstaka ve sahibi gibi küçük görsel oyunlarla dinamizmi çekici kılınan filmde Melville ve Henri Decaë’nin anlatılan öyküye neredeyse epik bir hava veren ama gerçekçilikten uzaklaşmayan görüntüleri çok başarılı. Örneğin Vogel’in peşindeki onlarca polisin ve yanlarındaki köpeklerin geniş bir kırlık alana yayıldığı ve kaçağın da durmaksızın koşarak onlardan uzaklaşmaya çalıştığı bölüm seyircinin bakışını hep üzerinde tutacak kadar saygın bir ciddiyet ile, adeta kutsal bir görüntü sergilercesine anlatılıyor. Melville’in bir önceki filmi olan “L’Armée des Ombres”de de (Gölgeler Ordusu) onunla çalışan Éric Demarsan’ın caz havalı ve öyküye çok yakışan müziğinin de desteklediği bu ciddiyet, doğallığı ile yapıtın önemli kozlarından da biri oluyor.
Melville’in ustalığının filmdeki ilk örneklerinden biri, yine tamamen konuşmasız olan ve kompartımandaki yatağına tek bileğinden kelepçeli Vogel’in Mattei’yi atlatarak trenden kaçtığı sahne. Gerilimi ustalıkla kurulmuş, şüphelinin polisin farkında olmadığı ama bizim canlı olarak tanığı olduğumuz kaçış planını eyleme geçirişi ile heyecanlı bir sahne bu ve Melville’in öykü anlatmaktaki yalın yetkinliğinin de parlak bir kanıtı. Tüm kariyerinde biri kısa, sadece 14 film yöneten Melville’in 1950’de çekmeyi düşündüğü ama ancak 20 yıl sonra gerçekleşebilen hayalinin sonucu olan yapıtta kadın karakterlerin çok az olması ve karşımıza çıkanların da ya pasif ya da ihanet eden biri olarak sergilenmesinin yapıtı öykündüğü Raymond Chandler’ın romanlarına ve senaryolarına yaklaştırmasının ise Chandler’ın yeteneği düşündüldüğünde olumlu ama bugünün gözü ile olumsuz olduğunu belirtmekte de yarar var. Kendisi de suç romanları yazan ABD’li Megan Abbott’un, -istisnaları olsa da- Chandler’ın eserlerindeki kadınların ya “femme fatale” ya ölü ya parti kızı ya da erkeklere kurulan tuzak olduğu şeklinde doğru ve eğlenceli bir saptama içerem yazısını polisiye ve Chandler meraklıları için önermiş olalım bu arada.
Melville’in dış sahnelerin çoğunda karanlık bir atmosfer yaratmaya özen göstermesi ve klasik Paris imajlarından hep uzak durması dikkat çekiyor. Hemen her zaman yağmur, kar veya çamur hâkim karakterlerin bulunduğu dış mekânlara. Daha önce hiç karşılaşmamış Vogel ile Corley’in ilk kez yüz yüze geldikleri ve birbirlerinin güvenilirliğini anlamaya çalıştıkları sahnenin çamur içindeki bir tarlada geçmesi ve iki adamın da pantolonlarının çamur içinde olması, sahnenin -her iki karakter için de- tedirgin ediciliğinin görsel karşılığı oluyor bir bakıma. İki karakterin bu ilk karşılaşmalarının hikâyenin ilk yarım saatinden sonra ve tesadüfler dizisi sonucunda gerçekleşmesi filmin ilginç yanlarından biri. Melville uydurduğu Hindu alıntısının etrafında kuruyor olayın akışını ve senaryosu “mukadder buluşmalar”ı sağlayan tesadüfleri doğal ve gerçekçi kılmayı başarıyor.
Filmin ilginç unsurlarından biri Mattei ile onu denetleyen polis müfettişi arasındaki bir tartışma etrafında kurulmuş; müfettiş komiseri Vogel’i elinden kaçırdığı için eleştirirken, ona bir suçlu gibi davranmayı ihmal ettiğini hatırlatıyor. Mattei’nin Vogel’in suçlu değil, şüpheli olduğu cevabını vermesi üzerine, bu yazının girişinde yer alan sözleri söylüyor müfettiş ve öykünün finalinde tekrar gündeme geliyor bu tartışma konusu. Olan bitenin tamamını düşündüğümüzde, Melville’in insanın masumiyeti, daha doğrusu masum kalabilmesi konusunda pek de iyimser olmadığını ve öyküsü ile bu düşüncesini desteklediğini söylemek mümkün. Bu tartışmanın nedenlerinden bir diğeri olan Jansen’in, iyi bir polisten alkolik bir suçluya dönüşmesi de destekliyor bu görüşü. Benzer bir tartışmayı da polis için muhbirlik yapmak üzerinden yürütüyor hikâye ve tam da bir Fransız filminden bekleneceği gibi, polis eleştirisinin bir parçası yapıyor bu konuyu. François Périer’in canlandırdığı gece kulübü sahibi Santi’nin Mattei’ye kendisinden bir muhbir çıkaramayacağını, çünkü bunun doğasında olmadığını söylemesini de “hiç kimse masum kalamaz” söylemi ile birlikte düşünmek gerekiyor. Tümü çekici biçimde anlatılan cinayetler, çatışmalar ve yarım saat boyunca izlediğimiz soyguna rağmen filmi sadece sıkı bir suç aksiyonu olmanın ötesine taşıyor bu tartışmalar kuşkusuz.
Melville’in tümünden başarılı ve yalın performanslar aldığı kadronun içinden bir ismi öne çıkarmak doğru değil belki ama Yves Montand ve Gian Maria Volontè’nin yine de ek bir takdiri hak ettiğini söylemek mümkün. Soygunu gerçekleştiren iki karakteri tüm sahne boyunca yüzlerini tamamen kapatan bir maske ile göstererek, bizim Delon ve Volontè’nin yıldız personalarına değil, canlandırdıkları karakterlere ve onların eylemlerine odaklanmamızı sağlayan filmin farklı uzunluktaki versiyonları olduğunu ama yapıtın 140 dakikalık asıl versiyonunun görülmesi gerektiğini de söyleyelim ve “yalnız erkekler”in öyküsünü anlatan, her bir karesi özenle düşünülmüş filmi hararetle önerelim.
(“The Red Circle” – “Ateş Çemberi”)