“Nedense, çocukluğumdan beri acayip bir his var içimde. Bu elbiseler, bu saray, hatta şövalyelik rütbesi bile rahatsız ediyor beni”
Hristiyan Bizanslı komutan tarafından öldürülen babası Battal Gazi’nin intikamını alan oğlunun hikâyesi.
8. yüzyılda yaşamış gerçek bir kişiliğin Türk sinemasında aldığı halini, bu sinemanın Türk-İslam örneklerinden biri olarak karşımıza getiren bir film. Yeşilçam’ın epey sevdiği bir karakter Battal Gazi ve 1955 (“Battal Gazi Geliyor” – Sami Ayanoğlu/Sami Ayanoğlu) ve 1966 (“Battal Gazi – Muharrem Gürses/Atilla Gürses) yıllarında iki bağımsız film olarak çekildikten sonra, 1970’li yıllarda tümünde Cüneyt Arkın’ın oynadığı ve ilkini Atıf Yılmaz’ın, diğerlerini Natuk Baytan’ın yönettiği dört filmle gelmiş karşımıza (“Battal Gazi Destanı”, “Battal Gazi’nin İntikamı”, “Savulun Battal Gazi Geliyor” ve “Battal Gazi’nin Oğlu”). Kökeni Arap olan bu lider hakkında yazılan destanlar, halk hikâyeleri ve romanlar ile dolu Türk edebiyatı ve Yeşilçam da bu değerli kaynağı bol bol sömürmüş. Bugün Yeşilçam’ın çoğunda Cüneyt Arkın’ın oynadığı tarih filmleri epey bir konuşma malzemesi olurken, bu filmler de sık sık gündeme gelir. Alaycılık hâkimdir bu konuşmalara çoğunlukla ama bugün Türk toplumunun ve yöneticilerinin genlerine yerleşmiş görünen pek çok zihniyetin ipuçlarını bu eserlerde görmek mümkün ve bugün sarkastik yaklaşımlar bir yana, belki de tek önemli yanları bu olsa gerek.
Cüneyt Arkın’ın atlayıp zıpladığı ve kendisine bu becerilerinde başkalarının da eşlik ettiği film Battal Gazi’nin kahramanca ölümü ve henüz kundakta olan oğlunun zalim Hristiyan askerlerinin elinden kurtarılması ile başlıyor. Bundan sonra olan bitenler ise en koyusundan bir Türk ve İslâm vurgusunun inandırıcılığın yanına şöyle bir uğrama zahmetine bile katlanmayan bir hikâye ile karşımıza getirilmesi. Bu inandırıcılık problemi (veya eğlencesi de diyebiliriz) ile başlayalım: Savaşabilecek durumdaki tüm erkeklerin kahramanca çarpışmasına rağmen “çöldeki kumdan bile çok olan” ve “öldürmekle bitmeyen” düşman askerleri tarafından öldürüldüğü, kadın ve çocukların Battal Gazi tarafından canlarını kurtarmaları için zorla kaçmaya teşvik edildiği bir kaleyi tek başına savunma gereği duyuyor örneğin Battal Gazi ve bunu yaparken de düşmanı daha rahat engelleyebilmek için kendisini kalenin kapısına bağlamalarını istiyor! Sinemamıza “Bitmeyen Yol” gibi başarılı bir toplumsal gerçekçi filmi yönetmen ve senarist olarak armağan etmiş Duygu Sağıroğlu’na ait olan senaryo peş peşe aklımıza gelebilecek tüm klişeleri seyirciye sunarken ve hatta bazı klişeleri de yaratırken, tek bir şeyi amaçlıyor: Türk ırkının kahramanlığını ve soyluluğunu vurgulamak. Bunu yaparken de Türk olmayan her şeyi gidebileceği en uç noktaya kadar giderek aşağılıyor, lanetliyor. Onca okla vurulan Battal Gazi’nin bir sonraki sahnede dimdik ayakta durması, “ormanda koca kadını nasıl kaybedersin” gibi mantığın çerçevesine sığmayacak diyalogların varlığı, çocuğun boynundaki ve hikaye için önemli olan yarayı kimsenin yıllarca fark etmemesi, zincirlerini koparacak kadar güçlü ama kaçmayı aklına getirmeyecek kadar saf olan bir kahraman, yıllarca kardeşi olarak bildiği bir kadına kardeşi olmadığını öğrenir öğrenmez aşık olan bir kahraman vs… İnandırıcılık derdinin ne yaratıcılarında ne de seyircisinde olduğu bir film için yeterli örnekler olsa gerek tüm bunlar.
İnandırıcılık ile iç içe geçen ama bu “teknik” sorundan çok daha önemli olan “politik” sorunun ne olduğuna gelince: Hikâye kendi içinde tutarlılık problemleri yaşasa da Türk ve Müslüman olmayan (hemen) her bir bireyi aşağılamak. “Türkler ileride Anadolu’nun tek ve değişmez hâkimi olacak” sözleri ile bugünleri bize “müjdeleyen” film Türklüğü (müslümanlık ile birlikte) yüceltirken, “gâvurlar”ı lanetliyor sürekli olarak ve bunu yaparken de tutarlılık gibi bir derde düşmüyor. “Battal Gazi’nin Oğlu” adını taşıyan ve Battal Gazi’nin çocuğunun erkek olmasını bir övünç kaynağı olarak sürekli hissettiren film, Hristiyan liderin karısını doğurduğu ikizlerden birinin erkek olmaması durumunda kendisini elleri ile boğacağını söyleyerek tehdit etmesini korkunç bir şey olarak sunuyor bize. Oysa film baştan aşağıya erkeklik vurgusu ile dolu. Öyle ki kahramanımızla evlenen kadın kendisine “cariyeniz, kulunuz, köleniz olmaya Tanrı’nın huzurunda yemin ettim” diyebiliyor (neyse ki kahramanımız erkek ve kadın eşitliğine ondan daha çok inanıyor da “hayır, hayat yoldaşımsın” diyor. Bu sahneden kadının kendisini erkeğine adaması durumunda erkeğinden de düzgün bir muamele göreceği mesajını alıyoruz elbette.
Hikâye ırkçı öğelerle sürüp giderken ilginç bir şekilde kandan çok sütün önemini vurguluyor bize. Örneğin Hristiyanlar arasında yetişen ve Battal Gazi’nin oğlu olduğunu bilmeyen kahramanımız iyi bir insan oluyor yine de çünkü kendisini emziren saraya gelen bir Türk ve Müslüman kadın (evet, ta kendisi, gerçek annesi). Buna karşılık Türkler arasında yetişen ama Hristiyan kanı taşıyan bir başka adam ise yine de cesur ve iyi yürekli, çünkü onu da bir Türk ve Müslüman kadın emzirmiş. Kahramanımız kendisini emzirmesi için getirilen hiçbir Hristiyan kadının sütünü kabul etmemesi vb. öğelerle bu doğru süt emmiş olmanın öneminin altı çizilip duruluyor film boyunca. İşte bu süt o kadar önemli ki daha kahramanımız küçük bir çocukken bile “papazın suratını görmek istemiyorum, büyüyünce tüm papazların kafasını keseceğim” gibi bir cümleyi kurabiliyor. Hikâyedeki papaz karakterinin kaba bir karikatür düzeyinde çizildiğini tahmin etmek için filmi seyretmeye bile gerek yok elbette. Gerçek kimliğini bilmeden bile Türk kanı (pardon, sütü) taşıdığı için Türk esirlere adil ve fedakâr davranabilen kahramanımız üzerinden senaryonun Türklük ve müslimanlık kavramına bakışını bir karakterin ağzından duyduğumuz şu cümle ile özetleyelim: “Kılıcına baksan, bir Türk kadar usta ve çabuk, yüreğine baksan bir müslümanınki kadar temiz ama gel gör ki görünüşte tam bir Bizanslı”. Hayli büyük bir çelişki, değil mi?
Finalde kale burçlarında sallanan kırmızı (Türk) ve yeşil (İslâm) bayrakları ile Türk-İslâm ideolojisine son bir selam yollayan film hiç çekinmeden sağdan soldan aşırdığı malzemelerle doldurmuş hikâyesini. Battal Gazi’nin taşa saplanan ve kimsenin yerinden çıkaramadığı kılıcı, Kral Arthur’un Excalibur adındaki ve ancak gerçek kralın yerinden çıkarabileceği kılıcı çıkararak krallığını kanıtlamasından aynen aktarılmış hikâyemize. Battal’ın oğlunun canının kurtarılması için küçük bir tekne içinde nehire salınması ve kralın karısı tarafından bulunması, Musa’nın hikâyesine ne kadar da benziyor, değil mi? Yine bir yerlerden apartılmış olan senfonik müziğin filmin diyalog olmayan her karesini ve hatta olanlarını bile yüksek sesle doldurduğu film, özetle bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu “kendini yüceltici ve kendinden olmayanı aşağılayıcı” zihniyetin köklerinin bir kısmının Yeşilçam tarihinin sayfalarında yer aldığını gösteriyor bize. Eğer tüm bunlara dayanıklıyım diyorsanız, Cüneyt Arkın’ın etkileyici fiziksel performansı, sonlardaki hayli başarılı çekilmiş işkence sahnesi ve “eğlendiriciliği” sayesinde “keyifli” bir zaman geçirebilirsiniz filmi seyrederken yine de.