İngiliz yazar Gilbert Keith Chesterton’ın 1908 tarihli romanı. 1874 ile 1936 yılları arasında yaşayan Chesterton sanatında katolikliğini öne çıkaran bir yazar, filozof, eleştirmen ve alaylı ilahiyatçıydı ve sanatçılığı kadar aykırı düşünceleri ile de bilinen bir isimdi. Bazı eleştirmenler tarafından türü “metafizik gerilim” olarak tanımlanan bu kitabında yazar, dünyada kaos yaratmayı hedefleyen bir anarşist gruba karşı mücadele veren bir polisin hikâyesi olarak başlıyor ama ilerledikçe hem onu hem de okuyucuyu sürekli olarak şaşırtan sürpriz gelişmelerle devam ediyor. Mizahî bir yanı da olan akıcı dili, ardı arkası kesilmeyen şaşırtmaları ve kapanışta daha fazla kendisini gösteren felsefesi ile keyifli bir gerilim romanı.
Bir yandan metafizik unsurları olan ama bir yandan da metafizik gibi görünen bazı unsurlarının aslında normal birer durum olduğunu göstererek okuyucuyu eğlendiren kitabın kurgusunu sürekli bir sürpriz mantığı üzerinden oluşturmuş Chesterton. Karakterlerin gerçek kimliklerinden gerçek amaçlarına ve “en iyi saklanma şekli kendini tamamen ortaya koymaktır” ifadesi ile özetleyebileceğimiz gizlilik anlayışından eğlenceli diline okuyucunun ilgi ve merak duygusunu hep diri tutmayı başarıyor yazar ve anarşizmin yıkıcı tehlikesi üzerine ilgiyi hak eden bir eser koyuyor ortaya. Chesterton’ın kendi inançları, dünya ve politik görüşünün izlerini de sık sık hissettiğiniz kitap neyse ki bir tür muhafazakâr / dinsel manifesto olma tuzağına hiç düşmüyor. Anarşistlere karşı kurulan özel polis örgütü ile ilgili olarak şu ifadeler yer alıyor kitapta: “Bilim ve sanat dünyasının Aile ve Devlet’e karşı sessiz bir haçlı seferi hazırladıklarına kesinkes inanmaktalar”. 1925 tarihli “The Everlasting Man” adlı kitabında Batı uygarlığı özelinden yola çıkarak insanlığın manevî yolculuğunu ve gelişimini anlatan Chesterton’ın bu eserini İrlandalı yazar Clive Staples Lewis’in “Hristiyanlığın en iyi savunularından biri” ifadesi ile tanımladığını düşünürsek, bu tür izler çok da şaşırtıcı değil elbette.
Edgar Allan Poe 1844’de yayımlanan “The Pourlonied Letter” adlı hikâyesinde bir mektubun saklanma hikâyesini ve kimsenin bulamadığı bu mektubu Dupin adlı dedektifin nasıl ortaya çıkardığını anlatır. Hikâyenin kötü karakteri çok zekî biridir ve mektubu herkesin onu arayacağı saklama nokatalarına değil, masasının üzerine koyar; çünkü hiç kimse mektubun bu kadar açık bir yerde olabileceğini hayal edemeyecektir. İşte burada da Anarşistler Konseyi’nin başkanı yasa dışı faaliyetlerini herkesin içinde, açık açık ve yüksek sesle dile getirerek yürütür. Öyle ki iki devlet liderine düzenlemeyi düşündükleri suikasti bir lokantada garsonların yanında rahatça tartışırlar; çünkü herkesin bu kadar alenî bir konuşmayı ciddiye almayacağını bilmektedirler. Bu kurnaz oyun hikâye boyunca birkaç kez karşımıza çıkıyor ve her defasında Chesterton bizi gerçekçiliğine ikna edebiliyor okuduklarımızın.
Karakterlerden birinin ağzından, Gerçek anarşistlerin yoksul sınıftan, emekçi sınıfından değil, zenginler arasından çıkacağını, “Yoksullar… her şeyden çok, şöyle böyle bir hükümetin varlığını isterler… kendilerini sağlam bir kazığa bağlamak isterler gerçekten… Zenginlerse, ne türlü olursa olsun, yönetilmeye karşıdırlar her zaman. Aristokratlar hep anarşisttirler…” sözleri ile iddia eden kitabın (ve yazarının) bu söylemi tartışmalı kuşkusuz. Günümüz dünyasında zenginlerin zaten her türlü iktidarın iplerini ellerinde tuttuklarını düşünürsek, herhangi bir türden anarşizme ihtiyaç duymaları ve bu yolla, yönetenlere karşı durmaları pek de gerekmiyor doğal olarak.
Yazarın Hristiyanlığa uzak olanların anlayamayacağı bazı dinsel referanslarının kitapta dipnotla açıklanmaması bu baskıdaki (Milliyet Yayınları, 1998) önemli bir eksiklik. Anarşi Konseyi’nin her biri haftanın bir gününü temsil eden üyelerin sayısının 7 olması ve konseyin başkanının Pazar gününü temsil etmesi, Hristiyanlık inancına göre Tanrı’nın dünyayı 6 günde yaratıp, 7. Günde dinlenmesinin karşılığı örneğin ve bunu bilince karakterler, Bay Pazar’ın anlamı vs. daha netleşiyor ve olaylar daha bir yerine oturuyor. Kitapta özel bir anlamı olan “İçtiğim kadehten içebilir misin”in, İsa’nın iki müridine “onun ihtişamına özenmelerinin yanlış olduğu çünkü bunun için çektiği acıya onların katlanamayacağını” ifade etmek için sorduğu bir soru olduğunu bilmek finalin daha iyi anlaşılmasını sağlıyor. Bunun dışında Vedat Günyol gibi usta bir çevirmenle bağdaştırmanın zor olduğu problemler de var: “Aynı gemiye binmek” İngilizcedeki “Being in the same boat”ın doğrudan çevirisi olmuş ve İngilizcede aynı tatsız durumun paylaşıldığını söylemek için kullanılan bu ifade aynen çevirilince Türkçede o hissi verememiş doğal olarak. Bir başka örnek ise, Hristiyanlıkta hem İsa hem şeytan için kullanılan “Morning Star” ifadesi; ama İsa hep sabitken, şeytan kayan bir yıldızdır. Romanda karakterlerden biri zorlu bir anda bu cümleyi kullandığında bir tehlikeyi ve tuhaf bir durumu işaret ediyor ama çeviri “Sabah yıldızı kaydı” olunca bu anlam kayboluyor doğal olarak.
Romancı Kingsley Amis’in “Okuduğum en gerilimli kitap” diyerek övdüğü romanın en önemli uyarlaması Orson Welles’in 1938’deki radyo oyunu. Bunun dışında BBC tarafından da iki kez radyoya uyarlanan roman, Macar yönetmen Balazs Juszt tarafından sinemaya da taşınmış. Finali metafizik ve spiritüel boyutları ile bazı okuyucuları, özellikle de gerilim düşkünlerini bir parça hayal kırıklığına uğratmış olsa da hayli keyifli ve ilginç bir eser bu.
(“The Man Who Was Thursday”)