“Sakin ol, dostum. Endişelenecek hiçbir şey yok. Sarhoş bir kaptan ve patlaması her an muhtemel bir motorla açık denizde sürükleniyoruz sadece”
Uranyum açısından zengin Afrika topraklarını ele geçirmek isteyen farklı grupların hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı hikâyesi.
Britanyalı gazeteci Claud Cockburn’ün 1951 tarihli ve aynı adlı romanından serbest bir şekilde uyarlanan bir Birleşik Krallık, ABD ve İtalya ortak yapımı. İlk taslakları üzerinde Cockburn de çalışmış olmasına rağmen filmin senaryosu John Huston ve Truman Capote’nin imzasını taşırken, yönetmen koltuğunda da Huston oturmuş. Yönetmenin 1941 tarihli başyapıtı “The Maltese Falcon”ın (Malta Şahini) bir çeşit parodisi olarak kabul edilen film vizyona ilk girdiğinde hak ettiği ilgiyi pek görmemiş ve düşük gişe gelirinin neden olduğu finansal kayıp yüzünden başrol oyuncusu Humphrey Bogart’ın filmografisinin sevmediği örnekleri arasına girmişti. Oysa adeta günümüzde çekilmiş kadar güncel duran modern sinema dili, Capote’nin kaleminden çıkan (ya da onun en azından Cockburn’ün sağladığı malzemeyi kendi üslubuna uygun olarak kullandığı) zekâ dolu ve oyunbaz diyalogları, tüm karakterlerinin zengin ve özenli bir şekilde çizilmesi, tüm kadrosunun parlak ve eğlenceli performansları ile sağlam bir klasik bu yapıt.
İtalya’da bir kasabada başlayan hikâye önce açık denizlere açılıyor, ardından adı verilmeyen bir Kuzey Afrika ülkesine uğruyor ve tekrar açık denizlere çıktıktan sonra, başladığı kasabada sona eriyor. İtalya’da gerçekleştirilen çekimlerde yaşanan olaylar ile de hatırlanıyor bu film: Bogart geçirdiği bir kaza sonucu birkaç dişini kaybetmiş ve bu yüzden bazı sahnelerdeki repliklerini o tarihlerde pek de tanınmayan, taklit yeteneği güçlü İngiliz oyuncu Peter Sellers seslendirmiş; Huston bir uçurumdan düşerek yaralanmış; ilk taslağı beğenmeyen Huston’ın çağrısı üzerine katıldığı sette senaryoyu neredeyse sahnelerin çekiminden hemen önce yazabilen ve kendisi de ciddi bir diş problemi yaşayan Capote “evcil kargasının sağlığını kontrol etmek için” seti terk edip Roma’ya gitmiş vs. Capote gündüzleri yarı, geceleri ise sürekli tam sarhoş olduklarını söylediği Huston ve Bogart ikilisinin neden olduğu sıkıntılardan da bahsetse de, yine de filmin yapımında yer almaktan çok mutlu olduğunu ve filmin tam bir “camp” örneği olduğunu söylemiş bir gazeteciye. O sırada İtalya’da sürgünde olan Mısır Kralı Faruk’u bir gün Bogart’ın odasında hulahup çevirirken gördüğünü de söylediğini bilince, yazarın ne kast ettiği çok daha iyi anlaşılır sanırım.
Capote’nin “camp” tanımlaması sadece çok içeriden bir gözlemle yapıldığı için önemli değil; aynı zamanda filmin neredeyse Huston’a olduğu kadar, ona ait olması da bu ifadeleri değerli kılıyor. Özellikle diyalogların içerdiği yaratıcılık ve Oscar Wilde’ı çağrıştıran zekî nükteler hikâyeye çok önemli bir katkı sağlıyor. “Cazibe ve güvenilirlik nadiren bir arada olur”dan “Zaman, zaman! Nedir ki zaman? İsviçrelilerin ürettiği, Fransızların istiflediği, İtalyanların israf ettiği bir şey. Amerikalılar vakit nakittir der. Hintliler ise onun var olmadığını söylerler. Ben ne düşünüyorum, biliyor musun? Bence zaman sahtekârın tekidir”e pek çok saptama, espri ve yergi dolu cümle farklı karakterler tarafından dile getiriliyor hikâye boyunca. Ana karakter sayısının fazlalığı ve hemen tümünün iddia ettiğinden farklı hedeflerinin olması başta hikâyeyi bir parça karışık gibi gösteriyor ama Capote’nin filmin eğlencesini hep korumasını sağlayan yeteneği ilginin hiç yitirilmemesini sağlıyor. Senaryonun bir diğer başarısı ise hikâyedeki tüm karakterleri kayda değer bir zenginlikle çizmiş olması. Sadece ana karakterleri değil, irili ufaklı tüm yan karakterleri tanımamıza imkân veren senaryo bu sayede hikâyenin hemen hiçbir ânının boş geçmemesini sağlıyor.
İki ayrı çift (Humphrey Bogart – Gina Lollobrigida ve Edward Underdown – Jennifer jones) ve Afrika’daki uranyumun peşindeki tehlikeli dörtlü çete (Robert Morley, Peter Lorre, Ivor Barnard ve Marco Tulli) hikâyenin ana karakterleri; Arap komutan (Manuel Serrano), gemi kaptanı (Saro Nurzi), kaptanın yardımcısı (Mario Perrone) ve Scotland Yard dedektifi (Bernard Lee) ise yan karakterlerden sadece birkaçı. Senaryo her birine hak ettiği zamanı ve güçlü diyalogları veriyor ve seyircinin onları tanımasını sağlıyor. Finalde kolay -ve Hollywood için “doğru”- olan seçilse de, bu sona kadar olan gelişmeler, aşk ilişkileri ve eylemler 1950’li yıllar için şaşırtıcı ve gerçekten de bir “camp” havası taşıyor. Huston’ın yönetmenlik çalışması da yazımına katıldığı senaryoya çok uygun. “Her bir tutku meyvesi tutkusuz geçen uzun yılların ürünüdür” gibi cümlelerin çağrıştırdığı hayli edepli erotizme göz kırpan kamera çalışması, zamanının ötesinde görünen kamera tercihleri, hikâyenin mizahının temposuna uygun bir ritme sahip sahneler çekiciliği yavaş yavaş artan ve zamanında gerekli ilgiyi eleştirmenlerden de seyirciden de görmemiş olan filmin haksızlığa uğradığını gösteriyor.
İngiliz kültürü, centilmenliği ve soğukkanlılığı üzerine Capote’nin gözlemlerinin sonucu olan çekici saptamaların mizah aracılığı ile kendisini gösterdiği film eğlencesi kadar, Agatha Christie tarzı bir gizeme ve çözümlemeye sahip olması ile de dikkat çekiyor. Bogart’ın filmden memnuniyetsizliğinin nedenlerinden birinin onun anti-sömürgecilik içeren bir hikâye beklentisinin karşılanmaması olduğu söyleniyor; gerçekten de örneğin Arap komutanın Rita Hayworth hayranlığı ve onun ülkesinde geçen sahnelerdeki oryantalist bakış bu hayal kırıklığını doğrular nitelikte. Senaryonun yola çıkış noktası olan romanın yazarı Claud Cockburn’ün Britanya Komünist Partisi üyesi olduğunu düşününce, Bogart’ın boşa çıkan beklentisini anlamak daha kolay oluyor. Deneme gösterimlerinde seyircinin eleştirileri üzerine yaklaşık dört dakikalık bölümü kesilen ve Bogart’ın seslendirdiği bir geçmişe dönük ve açıklama bölümü eklenen filmin bu “orijinal” kopyasının telif hakları yenilenmemiş yapımcı firmalar tarafından. 2016’da ise film o dört dakika eklenerek restore edilmiş ve asıl görülmesi gerekli bu kopyanın telif haklarına sahip çıkılmış. İtalya’nın en güzel bölgelerinden biri olan Amalfi kıyılarında çekilmiş olmasına rağmen, bu güzelliğin peşine düşmeyen film temposu ve keyifli kaosu ile de farklı bir yerde duruyor.
(“Sarışın Şeytan”)