Beoning – Chang-dong Lee (2018)

“O bir Muhteşem Gatsby, genç ve zengin olan ama ne yaptığını asla bilemediğin gizemli kişiliklerden. Kore’de öyle çok Gatsby var ki”

İşsiz genç bir adam, tesadüfen karşılaştığı çocukluk arkadaşı genç bir kadın ve kadının Afrika yolculuğunda tanıştığı ve tuhaf bir hobisi olan gizemli bir adamın hikâyesi.

Haruki Murakami’nin 1992 tarihli bir kısa hikâyesinden uyarlanan senaryosunu Chang-dong Lee ve Jungmi Oh’un yazdığı, yönetmenliğini Chang-dong Lee’nin üstlendiği film Güney Kore ve Japonya ortak yapımı olarak çekilmiş. Bir kısa öykünün genişletilerek uzun (iki buçuk saatlik bir süresi var filmin) bir muhteşem filme dönüştürülebilmesinin parlak bir örneği olan çalışma, yavaş akmasına rağmen her ânının tadını çıkarabileceğiniz, ilginç karakterleri ile ilgiyi hep üzerinde tutan ve hikâyesinin özgünlüğü ve farklı okumalara açık olması ile önemli bir sinema yapıtı. Sekiz yıl aradan sonra çektiği bu filmi ile Chang-dong Lee Cannes’da yarışmış ve sinema yazarlarının ödülüne (FIPRESCI) sahip olmuştu.

Annesi o küçükken aileyi terk eden, babasının ne olduğunu sonradan öğreneceğimiz problemleri olan, üniversitede yaratıcı yazarlık okumuş, bulabildiği kısa süreli işlerde çalışan genç bir adam (Lee Jong-su) hikâyenin kahramanı. Tesadüfen karşısına çıkan ve çocukluk arkadaşı olduğunu söyleyen (erkek pek hatırlayamaz onu) genç bir kadın (Hae-mi) gezmek için Afrika’ya gideceğini söyler ve o yokken kedisine bakmasını rica eder. Kadın geziden orada tanıştığı zengin ve gizemli bir erkekle (Ben) döner ve hikâye bu üç karakter arasındaki ilişkileri anlatır bize. Yazar olmayı planlayan ama henüz yazmaya başlamayan, William Faulkner hayranı olan Lee Jong-su kendisinde eksik olan ne varsa Ben’de olduğunu görür hikâye ilerledikçe. Ne iş yaptığını “Anlatması zor, oynuyorum” diyerek cevaplayan, zenginlerin oturduğu bir bölgede yaşayan, özgüveni çok yüksek ve dış görünüşü gibi şık bir hayat süren gizemli bir adamdır Ben. Böyle bir adamın neden Hae-mi gibi kendi sınıfından olmayan bir kadını yanında tuttuğunu anlamayaz genç kahramanımız bir türlü. Aslında Lee Jong-su’nun anlayamadığı, tuhaf ve gizemli bulduğu daha pek çok şey olacaktır hikâye boyunca. Örneğin yemek ve suyunu vermek için kadının evine gittiği kediyi tek odadan oluşan evde hiç göremez ve hatta var olmadığını da düşünür. Ben’in, arkadaşları ile tanıştırdığı ve hayatına soktuğu kadının anlattığı hikâyeyi ilgisiz bir şekilde ve hatta esneyerek dinlemesi ve yine onun tuhaf hobisi kahramanımızı meraklandırır ve hatta endişelendirir. Hikâyenin altını çizmeden ve parçaları seyircinin birleştirmesini bekleyerek anlattığı kahramanımızın duyguları ve yavaş yavaş oluşan fikirleri finalin sert içeriği için seyirciyi hazırlıksız yakalıyor ve bu da seyrettiğimiz ile ilgili olarak düşünmeye sevk ediyor bizi.

Los Angeles Times’ın eleştirmeni Justin Chang filmi “bir psikolojik huzursuzluk başyapıtı” olarak tanımlamış ve gerçekten de çok doğru bir ifade bu. Adım adım oluşan ve dozu artan huzursuzluğun atmosferini, neden olduğu sonuca tanık olduğumuz finale kadar müthiş bir şekilde kuruyor ve koruyor yönetmen. Bu başarının temel nedeni böyle bir atmosferin peşinde olduğunu hiç hissettirmemesi, Lee Jong-su’yu canlandıran Ah-In Yoo’nun karakterini ince bir duyarlılıkla canlandırması ve ancak dikkatli bir izleme ile fark edilebilecek değişimini ustalıkla yansıtabilmesi. Mowg’un hazırladığı müzikler de filmin başında şaşırtan ama hikâye ilerledikçe yerine oturan tekinsizliği ile besliyor bu atmosferi.

Doğrudan tek politik unsuru genç adamın Kuzey Kore sınırına çok yakın olan evine sınırın öte yanından gelen propaganda sesleri ve televizyondan yansıyan işsizlik haberleri olan filmin tüm hikâyesi doğrudan olmayan bir politiklik içeriyor aslında. Ben’in sınıfı ile Lee Jong-su’nun sınıfının farklılığı ve ikincisinde olmayan her şeyin birincisinde var olması Güney Kore toplumu için bir resim çiziyor. Yazının girişinde yer alan ve Lee Jong-su’ya ait olan sözler üreten değil, sadece “oynayan” insanların kavuştuğu statülerin bir göstergesi ve Ben’in kendi sınıfından olmayan genç kadınlara ilgisi ve onları adeta usta ve kuklası oyunları için kullanması benzer bir şekilde toplumun yapılanmasının bir göstergesi olarak görülmeli. Ben’in evi ile diğer iki ana karakterin yaşadıkları yerlerin taban tabana zıtlığı ve ilkinin lüks arabası ile kahramanımızın sefil küçük kamyoneti de yine aynı bağlamda değerlendirilebilir.

Lee Jong-su’nun seks ile ilişkisi de onun kendinde hissettiği yetersizlik ile birlikte değerlendirilmeli. Farklı iki sahnede karakterimizi kendini tatmin ederken görüyoruz beklenmedik bir şekilde ve bir başka sahnede ise genç adamın cinsellik içeren bir düş gördüğüne tanık oluyoruz. Onun anlamsız bir şekilde mastürbasyona başlaması hayatındaki boşluğun ve kendi kendisi ile baş başa olmasının bir sembolü olarak kullanılmış gibi görünüyor ve Ben’in bu alandaki -kahramanımızın tahmin ettiği- başarısı hikâyedeki gelişmelerin önemli faktörlerinden biri olsa gerek. Kadına olan aşkını filmin en başarılı bölümlerinden biri olan evin önündeki uzun sohbet saatlerinde Ben’e itiraf etmesi sadece onu bilgilendirmek için değil, bu alanda atılmış bir çığlık anlamına da geliyor kuşkusuz. Bu sahne üç karakter arasında geçen konuşmalar, kadının soyunarak yaptığı dans ve ağlaması, sessizlik anları, kameranın Kuzey Kore’ye doğru uzakları taraması ile yaratılan hüzün ve Ben’in önerip ortaya koyduğu “ot”un içilmesi ie yaşananlar (Lee Jong-su’nun burada sadece aşkını değil, babasını ve çocukluğunu da Ben’e anlatması önemli ve yine aynı sahnede Ben tuhaf hobisini ilk defa açıklıyor ki bu hobi genç adamın dengesini iyice bozacak ve kontrol edemediği şüphelerini artıracaktır) ile filmin zirve anlarından biri. 10 günde çekilmiş bu sahne ve üç oyuncunun (Ah-In Yoo, Ben’i oynayan Steven Yeun ve Hae-mi’yi canlandıran Jong-seo Jun) dört dörtlük performansları ile yönetmenin müthiş bir sinema keyfi yaşattığı bir bölüm bu.

Ben’in hobisini açıklarken, genç kadının ise Afrika’da tanık olduğu gün batımını anlatırken benzer ifadeleri kullanması hikâyeyi anlamak açısından bir önem taşıyor. Ben’in “Yok etmek senin elinde, hiç var olmamış gibi” cümlesi ile ifade ettiği hislerini kadının da muhteşem gün batımı karşısında benzer şekilde yaşaması var olmak ve yok etmek üzerinden hayatın anlamını da sorgulamamızı sağlıyor birkaç farklı sahnede dile getirildiği üzere. Afrika hikâyesinde kadının anlattığı yerli dansının “küçük açlık” (fiziksel şeylere duyulan açlık) ve “büyük açlık” (hayatın anlamına duyulan açlık) temaları üzerine icra edilmesi ve hayatı boşluklarla dolu olan genç adam ile hayatı her anlamı ile dolu ve tatmin edici olan Ben karakterinin hayatları algılayış ve yaşayış biçimlerinin farklılığı da önem taşıyor burada. Gerçeğin ne olduğu ya da algıladığımız gerçeği hayatlarımızın, beklentilerimizin, korkularımızın ve özlemini duyduklarımızın belirlediği de benzer bir öneme sahip hikâyede. Kadının ortak geçmişleri ile ilgili anlattıklarını adamın ve sorduğu başka insanların hatırlayamaması ya da anlatılandan farklı hatırlaması, kadının bir kedisinin olup olmadığı veya seranın gerçekten yakılıp yakılmadığı sadece kahramanımız için değil, bizim için de gerçeğin ne olduğu konusunda kafa karıştırıyor. Buradan yola çıkarak tüm seyrettiklerimizin gerçekliğini de sorguluyoruz hikâyenin sonunda. Hae-mi’nin pandomim oyununu açıklarken belirttiği gibi, “Kendini bir şeyin var olduğuna ikna ettikten sonra, var olmadığına inanmak artık zordur” üzerine anlatılan bir hikâye olduğunu da söyleyebiliriz filmin ve kahramanımız da adım adım kendini bir şeylere inandırarak finaldeki eylemine kadar götürüyor düşüncelerini.

Dillendirilmeyen duyguların hikâyesi olarak da nitelendirebileceğimiz film, gelişmiş ülkelerdeki alt sınıfların sahip olamadıklarından, daha doğru bir ifade ile söylersek adaletsizlik ve eşitsizliklerin onları yoksun bıraktıklarından dolayı hissettiklerinin çarpıcı bir anlatımı kesinlikle. Adını koymadan inşa ettiği gerilimi ile seyirciyi yavaş yavaş büyüleyen ve ele geçiren, yönetmeni tarafından “Murakami dünyasında yaşayan genç bir Faulkner’ın hikâyesi” olarak tanımlanan (Murakami’nin yazdığı hikâyenin de Faulkner’ın 1939 tarihli “Barn Burning” adlı hikâyesinden ilham aldığını belirtelim bu arada) filmde Steven Yeun’un sade bir oyunculukla karakterinin tuhaf yabancılığını derin bir şekilde hissettirdiğini ve sadece genç adamın değil, bizim de ürpermemizi sağladığını belirtelim son bir not olarak.

(“Burning” – “Şüphe”)

(Visited 213 times, 4 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir