Merci Pour Le Chocolat – Claude Chabrol (2000)

“Ben sevmek yerine, “Seni seviyorum” diyorum ve insanlar bana inanıyor”

Yeniden evlenen bir çift ve adamın önceki evliliğinden olan çocuğundan olulan bir ailenin mutlu hayatlarının altında yatan ve geçmişteki bir karışıklığın izini süren genç bir kadının ortaya çıkması ile kendisini gösteren sırrın hikâyesi.

Edgar Allan Poe adına korku ve gerilim türlerindeki eserlere verilen prestijli Edgar Ödülü’ne öyküsü ve romanları ile 6 kez aday olan ve 1956 tarihli “A Dram of Poison” romanı ile bu ödülü kazanan Amerikalı Charlotte Armstrong’un 1948 tarihli “The Chocolate Cobweb” adlı kitabından uyarlanan bir Fransa ve İsviçre ortak yapımı. Kendisi de senaryo yazan ve pek çok başka eseri de sinemaya uyarlanmış olan Armstrong’un California’da geçen romanını İsviçre’ye ve bir burjuva çevresine taşıyan filmin senaryosunu Claude Chabrol ve Caroline Eliacheff yazarken, yönetmenliğini bu sınıfın öykülerini ustaca anlatması ile bilinen Chabrol yapmış. Tüm o şık görünümün altında yatan sırları, Isabelle Huppert’in müthiş performansından aldığı sağlam destekle güçlü bir biçimde anlatan yapıt seyircinin merak duygusunu ve ilgisini hep canlı tutmayı başarıyor. “Kötülüğün doğallığı (ya da doğası)” üzerine olan öyküsü, öykünün içeriği gereği bolca dinlediğimiz klasik müzik eserleri ve Matthieu Chabrol’un gerilime katkı sağlayan orijinal müzik çalışması, ve derli toplu şık anlatımı ile ilgiyi hak eden bir çalışma.

“Sizi, tabiri caizse, yeniden evlendiriyorum” diyor belediye görevlisi tekrar evlenen çiftin töreninde. André Polonski (Jacques Dutronc) ünlü bir piyanisttir ve eşinin ölümünün ardından, ondan önce evlendiği Marie-Claire (Isabelle Huppert) ile tekrar bir araya gelmiştir. Yakınlarının Mika olarak çağırdığı kadın babasından büyük bir çikolata fabrikasını devralmıştır ve piyanist eşi ile sürdürdükleri şık ve zengin yaşamları Chabrol için, ustası olduğu türden bir burjuva hikâyesi anlatmakta kullanabileceği değerli bir durumdur. Çiftin, adamın ölen eşinden olan oğlu Guillaume (Rodolphe Pauly) ile mutlu yaşamlarına gerlim katan ise Jeanne (Anna Mouglalis) adındaki genç kadın olur. Guillaume ve Jeanne aynı gün ve aynı hastanede doğmuşlardır ve hemşire bir hata yaparak, Polonski’ye bir kızının olduğunu söylemiş ama bebeklere takılan bilekliklerde bir karışıklık olduğu ortaya çıkarılarak yanlışlık engellenmiştir son anda. Bu “karışıklığı” yeni öğrenen ve kendisi de piyanist olmak için sıkı bir şekilde çalışan Jeanne merak duygusunu yenemeyerek ve annesine (Brigitte Catillon) haber vermeden piyanistin evine gidecek ve ailenin sırrının ortaya çıkmasına neden olacak gelişmeleri başlatacaktır.

Açılıştaki nikâh ve kokteyl sahnesinden başlayarak film -Chabrol’dan bekleneceği gibi- parıltılı burjuva hayatlardaki ikiyüzlülüğü gösteriyor bize. Gelin, damat (“Piyanist olarak takdir ettiğim biri ama insan olarak rahatsız edici”) ve evlilikleri hakkındaki dedikodular ve fısıldaşmalar hem karakterlerin geçmişleri hakkında bilgi edinmemizi hem de “burjuva ahlakı”na tanıklık etmemizi sağlıyor bu açılışta. Mika’nın çikolata şirketini yönetme şekli ve ilginç sponsorluk tercihleri, Jeanne’nın annesinin bir adli tıp kliniğinin yöneticisi olması, doğum esnasında klinikte oluşan ama sonrasında düzeltilen karışıklığı doğrulayan bir şekilde genç kadının tıpkı Polonski gibi piyano yeteneğinin olması, adamın oğlunun sanatsal yeteneklerden uzaklığı ve Jeanne’ın annesinin sonradan itiraf edeceği bir sır gibi farklı unsurlar üzerinden yaratılan gerilimi baştan sona koruyan ve bunu büyük sözlere ve oyunlara başvurmadan zarif bir şekilde başaran film böylece bizi öykünün odağındaki ailedeki “kötülük”e taşıyor yavaş yavaş. Bunu yaparken de, yönetmenin oğlu olan ve onun pek çok filminin müziklerini hazırlayan Matthieu Chabrol’un özenli ve tedirgin melodilerinden yararlandığı gibi; Chopin, Schubert, Mahler, Debussy ve Scriabine’in eserlerini ve Liszt’in, öyküdeki kritik önemi sayesinde bolca kullanılan “Funérailles” adlı piyano yapıtını da çok iyi değerlendiriyor. Macar besteci Liszt’in, halkının Habsburg hanedanına karşı kalkıştığı ama başarısızlığa uğrayan devrim hareketinde hayatını kaybeden veya sürgüne gönderilen arkadaşları için yazdığı eser kendisini kolayca ele vermeyen ölüm teması ile gerçekten de hikâyeye çok iyi uymuş.

Alfred Hitchcock’u hatırlatan içeriği ve biçimi ile Chabrol bir suç ve gerilim öyküsü anlatıyor bize bu yapıtında. İlk anlardan itibaren yarattığı gizem ve gerilim duygusunu, özellikle de Mika karakteri ile ilgili soru işaretlerini seyirciyi tedirgin eden bir merak duygusuna dönüştürüyor film. Tek bir sahnede, zarif bir kamera oyununa başvurmak dışında sade bir dilden hiç sapmıyor Chabrol ve öyküsünün seyircinin karşısına kendi gücü ile çıkmasını sağlıyor. Oyuncu kadrosu da her türlü abartıdan uzak performansları ile sağlam bir destek sağlıyor bu sadeliğe; burada öne çıkan isimler ise Guillaume rolündeki Rodolphe Maury ve Mika’yı canlandıran Isabelle Huppert oluyor. Maury kafası karışık, özgüveni düşük karakterini tüm vücut diline sindirdiği bir performansla karşımıza getirirken, Huppert tüm sinema tarihinin en yetenekli yıldızlarından biri olduğunun kanıtı olarak gösterilebilecek, yalın ama bir yandan da o yalınlığın daha da etkileyici kıldığı güçlü bir oyunculuk gösterisi sunuyor. Usta oyuncunun adeta hiçbir çaba harcamadan ulaşır göründüğü başarının arkasında yatan birikim ve ustalığa hayran olmamak mümkün değil kesinlikle. Kapanış sahnesi bu bağlamda ona bir saygı gösterisi oalrak da görülebilir: Arka planda piyanoda Liszt’in “Funérailles”ini çalan adamı görüyoruz, ön planda ise neredeyse tamamen duygusuz bir yüz ifadesi ile oturan ve gözünden yaşlar süzülen kadını (Huppert) görüyoruz. Bir yandan kapanış jeneriği akıyor bu sahnede ve kadın oturduğu kanepede yavaş yavaş bir cenin pozisyonu alırken, kanepe üzerindeki örümcek ağı benzeri örtüye gömüyor kendisini. Hikâyenin kahramanının o olduğunu ve onun şahsında Huppert’in varlığının kritik önemini hatırlatıyor bize bu kapanış.

Hikâye boyunca hatırı sayılır bir yeri olan piyano alıştırmaları sahneleri iki ayrı işlev görüyor: Bir yandan bildiğimiz anlamda bir soundtrack oluşturuyor bu sahnelerdeki müzikler ve kullanıldıkları anda yaşanan duygu ve eylemleri güçlendiriyorlar, bir yandan da öykünün doğal bir parçası oluyorlar ve karakterlerin yaşamlarına girmemizi sağlıyorlar. Evlatlık olan ve biyolojik ailesini hiç tanımayan, bu bağlamda ailesi “eksik” olan bir karakterin bir aile kurarken, başka aileleri yok etmesinin öyküsü olarak tanımlayabileceğimiz ve çocukların karışmasının aile kurumu için ne kadar büyük bir trajedi olacağını hatırlatması ile aile kurumu üzerine de olduğunu söyleyebileceğimiz filmde sinemaya da göndermelerde bulunuyor Chabrol hoş bir şekilde. Örneğin doğumda çocukların karışma ihtimalinin konuşulduğu sahnede, karakterlerden biri “Tıpkı “Yaşam Uzun Sakin Bir ırmaktır” filminde olduğu gibi” diyor, Étienne Chatiliez’in 1988 tarihli ve Fransız yapımı “La Vie Est Un Long Fleuve Tranquille” adlı başarılı komedisine göndermede bulunarak. Bir başka sahnede ise Mika’nın, üvey oğluna hediye olarak aldığı iki filmin videosunu verdiğini görüyoruz: Fritz Lang’ın 1947 ABD yapımı “Secret Beyond the Door” (Kocasının kendisini öldürme planı yaptığından şüphelenen bir kadının hikâyesini anlatan ve modern bir Mavi Sakal hikâyesi olarak tanımlanan yapıt, gerilim dolu bir kara film örneğidir ve bizde “Leylaklar Açarken” adı ile gösterilmiştir) ve Jean Renoir’ın Georges Simenon’un aynı adlı romanından uyarladığı, 1932 tarihli ilginç suç filmi “La Nuit de Carrefour”. Bu iki film, kafası bir suç konusunda karışmaya başlayan bir genç adama verilecek en tekinsiz hediyeler arasına girebilir şüphesiz ve aynı zamanda da Chabrol’un hoş bir oyununun aracı oluyorlar.

“Kötülük yapmak konusunda çok becerikliyim… Ne kadar şiddetli olursa, o kadar güzel görünüyor” sözlerinin açık bir ifadesi olduğu gibi, bir kötülük öyküsü anlatan yapıtın çekiciliğini eski usûl denebilecek zehirleme öyküsü, seyirciyi merak içinde ve diken üstünde tutan gelişmeleri ve elbette Huppert’in varlığı yaratıyor temel olarak. Öykü boyunca otoriteyi temsil eden hiçbir karakteri görmüyor olmamızı, burjuvaların gerçek yaşamdan kopukluğu ve kibri ile ilişkilendirebileceğimiz filmin önemli bir kısmının geçtiği evin o tarihlerde İngiliz müzisyen David Bowie’ye ait olmasını ilginç bir not olarak ekleyelim ve sunulan bir sıcak çikolatayı içmeden önce kimin tarafından hazırlandığı ve sunulduğuna (“Bu evde çikolatayı ben hazırlarım”) dikkat etmek gerektiğini hatırlatalım.

(“Nightcap” – “Sıcak Çikolata”)

(Visited 41 times, 7 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir