“Para harcamaktan miden bulanana kadar harcamanı istiyor. Para harcamaktan nefret etmeyi öğrenmeni istiyor”
Kendisine kalan yüklü bir mirası alabilmesi için, iki aydan daha az bir süre kalan 30. yaş gününe kadar 1 milyon dolar harcaması gereken bir adamın hikâyesi.
Amerikalı romancı ve tiyatro yazarı George Barr McCutcheon’un aynı adlı romanından ve bu romana dayanan Winchell Smith ve Byron Ongley’in tiyatro oyunundan uyarlanan, senaryosunu Sig Herzig, Wilkie C. Mahoney ve Charles Rodgers’ın yazdığı ve yönetmenliğini Allan Dwan’ın yaptığı bir ABD yapımı. Başrolde çok dinamik ve eğlenceli bir performans sunan Dennis O’Keefe’ye tüm yardımcı kadronun keyifle eşlik ettiği film nadiren soluk almış görünen temposu, çekici hikâyesi ve Dwan’ın hikâyeye uygun dinamik yönetmenliği ile eğlenceli bir komedi. Hikâyenin potansiyeli daha iyi değerlendirilebilirmiş gibi görünse de rahatça seyredilebilecek ve keyif alınacak bir çalışma.
McCutcheon’un romanı sinema için hayli bereketli bir kaynak olmuş ve sessiz sinema dönemindeki 1914 tarihli Cecil B. DeMille ve Oscar Apfel versiyonundan başlayarak bugüne kadar bilinen toplam 13 ayrı film bu kitaptan yola çıkılarak çekilmiş. Dwan’ın beşincisini çektiği bu filmlerin içinde ABD yapımlarının yanında Brezilya, Hindistan ve Çin yapımları da var. Tiyatroya (ve oradan müzikale), televizyona ve radyoya da uyarlanan ve ilk kez 1902’de yayımlanan romanın bu cazibesinin arkasında hikâyesinin çekiciliği var kuşkusuz. Kendisine kalan 8 milyonluk dolarlık mirasın sahibi olabilmesi için avans olarak verilen 1 milyon doları belirlenen süre içinde harcamak zorunda olan bir genç adamı anlatıyor hikâye ve tüm komedisi belli koşullara bağlı olan harcamaları zaman dolmadan yapması gereken adamın telaşı ve bu durumu hiç kimse ile paylaşmaması kuralı gereği, yaptığı acayip harcamaları evlenmek üzere olduğu kadın da dahil olmak üzere kimseye anlatamamasından kaynaklanıyor. Mirası bırakan amcanın bu garip koşulu koymasının nedeni, yeğeninin “para harcamaktan nefret etmeyi öğrenmesi” ve böylece serveti koruyabilmesi; romanda ise açıkçası daha ikna edici bir gerekçe varmış: Kahramanımıza büyükbabasından 1 milyon dolar ve hemen arkasından ölen amcasından da 7 milyon dolar miras kalır. Evliliğini onaylamaması nedeni ile babasından nefret eden amcanın bu 7 milyon dolar için koyduğu şart, yeğeninin dedesinden kalan 1 milyon doları bir yıl içinde ve tek kuruş kalmayacak şekilde harcamasıdır.
Romanın yazıldığı tarihteki 1 milyon doların bugünkü karşılığı yaklaşık 31,5, filmimizin çekildiği tarihteki aynı tutarın bugünkü değeri ise yine yaklaşık 14,5 milyon dolar. Sonuçta hangi değer olursa olsun, yüklü bir tutar bu ve hiçbir mal, mülk sahibi olmama ve paranın en fazla %5’ini bağışlayabilme gibilerinin de aralarında olduğu katı kurallar nedeni ile harcaması, düşünülenden daha da zor bir varlık. Bu süre içinde evlenmesi de yasak (oysa haberi aldığı günden 1 gün sonraya düğün planlanmıştır) çünkü o da bir “mal” edinme sayılmaktadır vasiyete göre. Hugo Friedhofer’in jenerikten itibaren hikâyeye eşlik eden eğlenceli müziği, kahramanımızın başta düşündüğünden çok daha zor olduğunu zaman geçtikçe anladığı görevini yerine getirmeye çalışırken içine düştüğü komik durumları anlatan hikâyenin temposuna çok iyi uymuş ve seyircinin ilgisini canlı tutmaya yardımcı olmuş.
Film İkinci Dünya Savaşı’nın müttefikler tarafından kazanıldığının artık kesin olduğu tarihlerde çekilmiş ve gösterime girmiş. Hollywood’un, savaşı kazanmanın sevincinin yanında kaybettiklerinin acısını da yaşayan Amerikalıları eğlendirmenin bir aracı ve dolayısı ile bir fırsat olarak gördüğü komedilerden biri olarak değerlendirilebilir bu film. Bu nedenle kahramanımız Monty’yi savaş nedeni ile uzak kaldığı ülkesinden ve sevgilisinden ayrı geçirdiği 2 yıldan sonra eve dönen bir asker olarak belirlemeyi uygun görmüş senaristler ve savaşın tazeliğinden ve askerlere duyulan sempatiden yararlanma yolunu seçmişler. 2 asker arkadaşı da var Monty’nin yanında ve hep birlikte müstakbel kayınvalidesinin daha önce de kaldığı pansiyonuna yerleşirler. Sonra bir ziyaretçi gelir, adamın haberinin bile olmadığı büyükbabasından kalan mirası müjdeler evdekilere. Hikâye böyle başlıyor ve Monty’nin taahhüdünü yerine getirmeye çalışırken yaşanan komik durumları izlemeye başlıyoruz.
Film 1945’de gösterime girdikten bir süre sonra “evdeki siyah uşağın beyazlarla çok fazla laubali olduğu” ve hikâyenin “sosyal eşitlik ile ırkların bir aradalığı”nı gösterirken fazla ileri gittiği gerekçesi ile Memphis’de yasaklanmış. Evet, “özgürlükler ülkesi” ABD’de 1945’de yaşanan sıradan bir ırkçılık olayı bu; oysa bugünün gözü ile baktığımızda tam tersi bir yorum yapılabilir film için. Örneğin kendisine kalan büyük mirası öğrendiğinde, Monty tümü beyaz olan iki arkadaşına, sevgilisine ve onun annesine servet, mal ve mülk vermeyi vaat ederken, Jackson adındaki uşağa ömür boyu iş sözü veriyor sadece! Aslında bir antropolog olan amcanın neandertallerin izlerini ararken keşfettiği kalay yatakları sayesinde zengin olarak kazandığı para için gerekli koşulları yerine getiremezse kahramanımız, tüm para Bolivya Antropologlar Derneği’ne kalacaktır; paranın kalacağı yerin bu olduğunu öğrendiğinde Monty’nin ek bir dehşete kapılması ise ancak Amerikalıların “geri kalmış ülke” vatandaşlarına üstten bakışının ürünü olabilecek bir espri olarak rahatsız edici. 1 milyon doların sonuçta çöpe atılacak olması da aslında tam bir Amerikan şımarıklığı kuşkusuz.
Yaklaşık 80 dakikalık sürede oldukça hızlı bir tempo ile hikâyesini anlatabiliyor film ama bazı konular örneğin adamın evliliği ertelemesi, nedenini açıklamadığı tuhaf harcamaları gibi gelişmeler yeterince ikna edici bir gerçekçiliğe sahip olmadan hızla olup bitiveriyorlar. Özellikle de, gelinliğini ertesi günkü düğün için deneyen bir kadının hemen arkasından düğünün ertelemesini öğrendiği anda yaşananlar o kadar üstünkörü geçiliyor ki anlaşılan senaryo bir an önce filmin asıl komedisini anlatmaya çalışırken bu bölümleri ihmal etmiş gibi duruyor. Monty’nin bazı para harcama yolları (aleyhine tazminat davası açtırmak, batması hayli muhtemel bankada para tutmak vs.) ve bu yolların hep boşa çıkması üzerinden üretilen mizah neyse ki bu sorunu çok da dert etmememizi sağlıyor ve hikâye akıp gidiyor.
Tüm kadronun iyi olduğu filmde iki oyuncu parlıyor: Başroldeki Dennis ‘Keefe hikâyenin gerektirdiği tüm dinamizmi, telaşı ve tuhaflığı karakterine çok iyi yansıtırken sempatik kalmayı da başarıyor ki önemli bir başarı bu rolü canlandıran bir oyuncu için. Uşak Jackson rolündeki Eddie ‘Rochester’ Anderson da hayli klişe bir siyah adam profiline rağmen filmin eğlencesine önemli bir katkı veriyor. Senaryodaki bazı hınzır diyaloglarla da dikkat çeken bu eğlenceli komedinin çekiciliğinde başta onlar olmak üzere tüm oyuncuların önemli bir payı var.