“Çok tuhaf. Gündüz dünya o kadar farklı ki. Ama karanlık olunca, fanteziler kontrolden çıkıyor… gündüz her şey eski hâline dönüyor”
Geçirdiği araba kazasından gizemli bir şekilde kurtulan bir kadının yeni bir hayata başlamak için gittiği şehirde tuhaf bir adamın her yerde karşısına çıkması yüzünden yaşadığı korkulu günlerin hikâyesi.
Senaryosunu John Clifford’un yazdığı, yönetmenliğini Herk Harvey’nin üstlendiği bir ABD filmi. Harvey’nin ilk ve tek uzun metrajlı filmi olan çalışma gösterime girdiğinde hiç ilgi görmemiş ama daha sonra gizemli korku hikâyelerinden hoşlananlar arasında bir kült statüsüne erişmişti. 30 bin dolarlık bir bütçe (bugünkü değeri yaklaşık 250 bin dolar) ile çekilen filmde kadını korkutan tuhaf adamı oynamanın yanı sıra yapımcılığı da üstlenmiş Harvey ve ortaya “ucuz” bir gerilim ve korku hikâyesi çıkarmış. Finaldeki sürpriz tanıdık gelebilir ama bu düşünceyi yaratacak olan popüler filmlerin çok daha sonra çekildiğini hatırlamakta yarar var. Oyunculuklar vasat, diyaloglar bir parça ucuz ama sonuçta karşımızda bazı sahneleri “gerilla yöntemi” (düşük bütçeli, bağımsız filmlerin gerçek lokasyonlarda ilgili makamlardan gerekli izinler alınmadan çekilmesi) ile çekilen gizemli bir kült film var ve benzer tüm filmler gibi en azından bu statüye neden eriştiğini anlamak için görülmesi gerekli bir çalışma bu.
Filmin oyuncu kadrosunun hemen tamamının kısıtlı sinema kariyeri olmuş sonradan ve bazılarının da (çoğu filmin çekildiği yörede yaşayanlar) tek oyunculuk tecrübesi bu. Hikâyenin kahramanı olan Mary Henry’i canlandıran Candace Hilligoss’un tüm sinema kariyeri toplam üç filmden oluşuyor örneğin, kadınla yakınlaşmaya çalışan komşu rolündeki Sidney Berger ise sonradan önemli bir tiyatro yönetmeni ve ünivesitede oyuncu eğitmeni olsa da burada ilk oyunculuk tecrübesini yaşıyor (oyuncunun toplam iki sinema filmi var kariyerinde; ikinci ve son filmi de ilginç bir şekilde, Harvey’in filminin 1998’deki -orijinal hikâyeden oldukça farklılaşan- yeniden çevrimi (Adam Grossman ve Ian Kessner’ın yönettiği “Carnival of Souls”) olmuş). Berger’ı hariç tutarsak, Candace Hilligoss’unki dahil olmak üzere oyunculuklar vasat genellikle ve her zaman çok da parlak olmayan diyaloglar bu oyuncuların ağızlarında eğreti duruyor bir parça; özellikle çok kısa rolleri olanların diyalogları konuştuğunu değil, okuduğunu hissediyorsunuz neredeyse. Efektler de -düşük bütçenin sonucu olarak- çok basit görünüyorlar ve gerilimi artırıcı bir etkiye sahip değiller. Yine de bu sorunlar filmin bugün “psikolojik korku”nun ilginç örneklerinden biri olarak kabul edilmesine engel olmamış ve bir kült çıkmış ortaya.
Bir kült film yaratmanın, özellikle de başta hiç ilgi görmese de sonradan bir külte dönüşecek bir film çekmenin bir formülü yok kuşkusuz ama fanatik bir hayran kitlesine sahip olmak olmazsa olmaz bir koşul elbette. Bunun yanında ana akım sinemanın dışına çıkmak, o sinemanın gitmeye gerek görmediği ya da yanlış bulduğu alanlara uzanmak (ana akım sinemanın bu isteksizliğinde, yapılan yatırımın bir an önce kâra dönüşmesi hedefi var kuşkusuz; oysa kült filmlerin hemen tamamı ilk gösterime çıktıklarında ne seyirciden ne de eleştirmenlerden anlamlı bir ilgi gören yapıtlar) bu tür filmlerin bir başka ortak özelliği. Buna “o kadar kötü ki iyi” kriterini de ekleyebiliriz; bunun en iyi örneklerden biri de bizim sinemamızdan: Çetin İnanç’ın 1982 yapımı “Dünyayı Kurtaran Adam” adlı filmi! Belki son bir kriter daha söylenebilir ki Harvey’in filmini kült yapan da o sanırım: Bir ana akım filminin çok daha “pahalı” unsurlarla yakaladığı havayı “ucuz ama samimi” unsurlarla elde etmek ve anlattığı hikâyeye inanmak.
Hikâyenin henüz başında Mary iki kadın arkadaşı ile birlikte olduğu arabasıyla köprüden nehire uçar. Ne arabaya ne de içindekilere ulaşabilir görevliler ve halk ama arama henüz sürerken Mary nehirden gizemli bir şekilde çıkıverir. Genç kadının ilginç bir mesleği vardır; kiliselerde org çalmaktadır ve kazada geçirdiği travmayı atlatmak için başka bir şehire gitmeye ve oradaki bir kilisede orgçu olarak çalışmaya karar verir. Hikâyedeki ilk tuhaflık da Utah’a yapılan bu yolculuk sırasında ortaya çıkar; tuhaf bir adamın görüntüsü hareket halindeki arabanın camında görünüp kaybolur ve aynı adam daha sonra sık sık çıkar kadının karşısına. Şimdi kurumuş olan bir gölün kenarında kurulu, önce panayır alanı daha sonra dans salonu olarak kullanılmış, terk edilmiş tuhaf bir bina kadını gizemli bir şekilde kendisine çekmektedir bu arada. Kameranın tuhaf adamı kadının onu görmediği zamanlarda da bize göstermesi bu karakteri seyirci için gerçek kılıyor; bu doğru bir tercih mi emin değilim açıkçası, özellikle de finali düşününce.
Oyunculuk açısından öne çıkan isim olan Sidney Berger’ın canlandırdığı Linden karakterinin eğlenceli yanını oluşturduğu filmde kadının varlığının kimse tarafından görülmez ve duyulmaz olduğu, bir başka ifade ile söylersek “yok olduğu” zamanlardan sonra duyduğu ilk sesin kuşlardan geliyor olmasına veya gizemli bir havası olan bu ruhlar filminde dinle ilgisi olmayan kadının kilisede çalışıyor olmasına özel bir anlam yüklemek gerekir mi bilmiyorum ama senaryo bu konuda üzerinde yorum yapılabilecek bir imada bulunmuyor. Buna karşılık kadının inancı olmadan kilisede çalışıyor olması, herhangi bir cinsellik eğilimini barındırmadan bir erkekle çıkması, kısacası her ne yapıyorsa onu ruhunu vermeden yapması (Utah’a gitmeden önce kadına iyi bir müzisyen olması için yaptığı işe ruhunu vermesi gerektiğinin hatırlatıldığını da unutmayalım) hikâyenin ruhlar alemi ile ilgili içeriğiyle oldukça uyumlu.
Naif olarak nitelenebilecek bu ilk ve tek filminin bir gün kült olacağını herhalde öngörmemiştir Herk Harvey ama 1996’da hayatını kaybetmeden önce yapıtının bu statüye ulaştığını görme şansı buldmuş yönetmen. Alçak gönüllü bir dil ile anlatılan ve hikâyesi sıradan karakterler ve mekânlarda geçen filmde Candace Hilligoss’un kendisini rahat hissetmediği açık olan performansından da olumlu bir şekilde yararlanılıyor aslında çünkü karakterinin tam da böyle rahatsız bir ruhu var. Bugüne kadar pek çok örneği olan ve “walking dead” ifadesi ile tanımlanan karakterlerin yer aldığı filmlerin öncülerinden biri olan ve George A. Romero ve David Lynch’in sinemalarına ilham veren çalışmasında Harvey “Ingmar Bergman bakışı ve Jean Cocteau duygusu”nu yaratmaya çalıştığını söylemiş. Ulaşılan sonuç bu hedeflerin ikisinden de uzak ama yine de Bergman’ın yakın plan yüz çekimlerinin ve Cocteau’ya özgü kamera kullanımın ve kurgunun izlerini görmek mümkün bu filmde.