Dr. Ecco’nun Şaşırtıcı Serüvenleri – Dennis Shasha

Amerikalı bilgisayarcı Dennis Shasha’nın ilk kez 1988’de yayımlanan ve Dr. Ecco adındaki bir kurgu karakterin karşılaştığı bilmeceleri ve onlara bulduğu çözümleri anlatan kitabı. Yale’den mezun olduktan sonra IBM’de bilgisayar devreleri ve mikroprogram tasarımında çalışan Shasha matematik, analitik düşünme ve algoritma tasarlama yetkinliklerinin bolca kullanıldığı kitabını okuyucuyu da yine bu yetkinliklerini değerlendirmeye teşvik edecek şekilde tasarlamış. Her bir bilmecenin -kitabın arkasında verilen- çözümünü okuyucunun da bulmasını isteyen Shasha mantık yürütme ve yapısal düşünme ile tüm bilmecelere bir çözüm bulunabileceğine bizi ikna ederken, bir yandan her bir bilmecedeki küçük hikâyeler sayesinde gizemli Ecco ve kitabın ağzından yazıldığı en iyi arkadaşı Profesör Scarlet karakteri üzerinden eğlendiriyor da okurunu.

Ecco ve Scarlet karakterlerini Conan Doyle’un Sherlock Holmes ve Watson ikilisine benzetmemek mümkün değil. Kitaptaki her bir bilmeceyi bir macera olarak düşünürsek, Ecco ve Scarlet tüm bu maceralarda bir şekilde birlikte çalışıyorlar, daha doğrusu düşünüyorlar; elbette asıl kahraman kıvrak zekâsı ve analitik düşünme yeteneği ile Ecco oluyor tıpkı Doyle’un kitaplarında Holmes’un olduğu gibi. Nasıl o hikâyelerin hemen tamamında Watson anlatıcı rolünde ise, burada aynı işi Scarlet yapıyor. Doyle’a nazire olarak, Shasha birden fazla bilmecede adı geçen Baskerhound karakterini yaratmış ve böylece Holmes’un düşmanı Moriarty’nin -hayli alçak gönüllü olsa da- bir benzerini oluşturmuş burada. Son bir benzerlik olarak da “ortadan kayboluş”daki ortaklıktan söz edilebilir: Holmes “The Final Problem” adındaki hikâyede Holmes’u “öldürür” ama okuyucudan aldığı tepkilerden sonra onu başka öykülerde hayata geri döndürür. Shasha da bu ilk Ecco kitabında kahramanının ortadan gizemli bir şekilde kaybolması ile bitiriyor eserini ama sonraki eserlerinde bizi kahramanı ile tekrar buluşturacaktır yeni bilmecelerle.

“Profesyonel bilmece çözücü”lük yapan Ecco’nun çözdüğü hiçbir bilmecede özel bir matematik bilgisine veya herhangi bir konuda uzmanlığa gerek duyulmaması kitabı çekici kılan yanlarından biri. Tüm hikâyeler Ecco’ya gelen bir müşteri ile başlıyor ve bu müşterilerin hayatın içindeki farklı konularla (politik bir seçim, metro istasyonlarının tasarımı, yatırım piyasalarında spekülasyonlar, kurye yönetimi, yük taşımacılığı vs.) ilgili olan sorunları için ondan yardım istemeleri ile okuyucunun da çözmesi gereken bir bilmece olarak devam ediyor. Kitabın arkasında sadece çözümlere yer vermekle yetinilmemesi ve çözümler açıklandığı gibi, bazen konu ile ilgili kaynak bilim kitaplarının adının da verilmesi eseri zenginleştirmiş. Her bir bilmece eğlenceli ve eksantrik karakterler içerirken, maceraların yine her birinde Ecco’yu bize biraz daha tanıtıyor yazar. ”Her zaman bir problemin en basit ya da temel ögesini bulup oradan genel çözüme giderim… Özelden genele ulaşmak çoğunlukla kolaydır” sözleri ile tümevarım yöntemini kullandığını belirten Ecco’nun bulmacalarında zaman zaman bir tekrar hissi yok değil (sanki aynı bulmaca farklı konu ve karakterlerle tekrar anlatılıyor gibi, daha doğrusu bazı bilmeceler benzer çözümlere sahip) ama kitaptan keyif almaya engel oluşturmuyor bu durum.

Her birinin başında yazarın eşi Karen Shasha’nın çizimlerinin yer aldığı farklı bölümlere ayrılan kitap bilmece çözmeye meraklı, sabırlı analizlere ve algoritmalara düşkün tüm okuyucuların hayli keyifle okuyacağı bir yapıt. Yazarın kitabının esin kaynağı olarak “kendi kendini denetleyebilen ve olası bir arızaya kendiliğinden tanı koyabilen” devrelerin olacağı bir makine tasarımı ile uğraşırken yaşadıklarını göstermesinin de işaret ettiği gibi, farklı sistemlerin tasarımı ile uğraşanlara hayli keyifli ve bilmece dolu anlar vaat eden bir eser bu.

(“The Puzzling Adventures of Dr. Ecco”)

Yargıç ve Celladı – Friedrich Dürrenmatt

İsviçreli yazar Friedrich Dürrenmatt’ın 1950 tarihli kitabı. Yazarın yaşlı dedektif Berlach karakterine ilk kez yer verdiği kısa roman (bir sonraki Berlach romanı olan “Şüphe” (Der Verdacht) 1952’del yayımlanmış) yazarın diğer pek çok eseri gibi hikâyesinin birtakım sorular üzerinden ilerleyen bir felsefesi de olan; bir sürprizini yavaş yavaş açarken, bir diğeri ile okuyucusunu şaşırtmaya devam eden ve Dürrenmatt’ın kıvrak kalemi ile rahat ve keyifli bir okuma tecrübesi sağlayan ilginç bir eser.

Kitap bir polisin arabasında öldürülmüş olarak bulunması ile başlıyor ve olayla ilgilenmekle görevlendirilen biri yaşlı biri genç iki dedektif ve cinayetle bağlantılı gibi görünen yörenin zengin ve güçlü adamı arasındaki bir oyun olarak devam ediyor. Diğerleri farkında olmasa da bu oyunun kurallarını ve oyuncularını belirleyen yaşlı ve ciddi bir rahatsızlığı olan dedektif Berlach’tır ve onun katil olduğunu bildiği ama bunu kanıtlamasının mümkün olmadığı bir adamı ele geçirmek üzerine kurduğu oyun okuyucu için keyifli bir macera sağlıyor. Dürrenmatt kitapta anlattıkları ve Berlach’ın eylemleri ve düşünceleri üzerinden okuyucuyu iyi nedir, kötü nedir, gerçek nedir, adalet nedir, adaleti sağlamak için her yol mübah mıdır soruları ile baş başa bırakıyor ve kendisi için söylenen varoluşçu felsefe ile polisiyeyi kaynaştırma becerisini ortaya koyuyor.

Berlach’ın ABD’deki kriminoloji uygulamaları hayranı olan amiri, üst sınıfın iktidarlar üzerindeki gücünün bir örneği olan bir başka karakteri ve “İşte biz insanlar birbirimizden korktuğumuz için devletler kuruyoruz” gibi sözleri ile yazarın politik duruşunun izlerini de yansıttığı romanda Dürrenmatt modern ve bilimsel yöntemler ile sezgiye dayanan eski usulleri de karşılaştırıyor ve olay örgüsünün ana parçalarından biri yapıyor. Hikâyenin kahramanı Berlach’ın yavaş yavaş ölüme doğru ilerliyor olmasının bir hüzün de kattığı eser “şeytanca şaka” ve bunun üzerine kurulu bir bahis aracılığı ile, iyi olmayı seçmekle kötü olmayı seçmek arasında fark görmeyen, bunu “rastlantıya göre kötülük ya da iyilik” olarak tarif eden ve kötülüğü “yalnızca özgürlüğün bir göstergesi, hiçliğin özgürlüğü” olarak gören ilginç karakteri ile de ilgi çekebilir. Yazarın yaklaşık 3 sayfa süren bir bölümde, geceyarısı bir evin içinde karanlıkta karşı karşıya gelen iki adam üzerinden hiç diyalog olmadan ve sadece tasvirlerle değme gerilim görüntülerine taş çıkartacak bir gerilim atmosferi yarattığı kitap, başka yol bulamadığı için yargıç olmayı seçen ve celladı da kendi belirleyen bir dedektifi anlatarak bir başka çekici alan daha sunuyor okuyucuya.

Televizyon, radyo, çizgi roman ve hatta operaya da uyarlanan kitap bir kez de sinema perdesinde hayat bulmuş: Maximillian Schell’in yönettiği ve 1975’te Almanya ve İtalya ortak yapımı olarak ve İngilizce çekilen, Dürrenmatt’ın da yazar rolünde göründüğü film (“End of the Game”) güçlü kadrosu (Martin Ritt, Robert Shaw, Jon Voight, Gabriele Ferzeeti ve Jacqueline Bisset’nin yanında, Donald Sutherland hikâyenin başındaki cesedi canblandırıyor!) Dürrenmatt’ın yarattığı dünyanın görsel karşılığını görmek isteyenler için iyi bir fırsat olabilir. Alman, Fransız, İtalyan, İngiliz ve Macar televizyonlarının birer uyarlamasını yapacak kadar ilgilerini çekmiş olan romanda iki karakter arasındaki ilişki ve düşmanlık Arthur Conan Doyle’un Sherlock Holmes ile Moriarty karakterlerini hatırlatabilir dikkatli bir okuyucuya. Yazarın İsviçre’de hikâyenin geçtiği yöreleri iyi tanımasının çevre ve doğa tasvirlerinde kendisini gösterdiği roman, kötü olmanın veya daha doğru bir ifade ile kötülüğü “rastlantı olarak- seçmenin doğası üzerine düşünmeye de teşvik eden, önemli bir “küçük” eser.

(“Der Richter und Sein Henker”)

Göl İnsanları – Kemal Tahir

Kemal Tahir’in 1939’da yazdığ ve 1941’de Tan gazetesinde tefrika edilen dört hikâyesinden oluşan ve ve ilk kez 1955 yılında basılan kitabı. 1969’daki üçüncü baskısında dört hikâye daha ilave edilen kitabın orijinalindeki dört öykü için Nazım Hikmet yazara gönderdiği 13 Mart 1941 tarihli mektubunda şöyle yazmış: “Senden o kadar defa dinlediğim, âdeta birçok satırlarını başlarken sonunu getirecek kadar hatırladığım ilk hikayeyi yine büyük bir lezzetle, iştiha ile ve gururla okuyorum”. Kemal Tahir’in hapishane arkadaşı olan Hikmet bir sonraki ve 7 Mayıs 1941 tarihli mektubunda ise beğenisini daha da ileri giden bir övgü ile dile getiriyor: “Hiç endişeye düşme. Göl İnsanları Türk edebiyatının en güzel dört hikâyesi olarak kalacaktır”. Tahir’in “Sahici Türk romanı işçimizin köylümüzün realitelerinden doğacaktır” düşüncesini doğrulayan ve o düşüncenin en parlak kanıtlarından biri olan kitap, Hikmet’in övgülerinin hâlâ geçerli olduğu güçlü bir eser. Sahici karakterleri ve yalın dili ile Kemal Tahir kitaptaki dört hikâye aracılığı ile Anadolu halkının çok sağlam gözlem ve analizlere dayanan bir portesini çiziyor.

Tahir “Biz romancılar, bu iki zümrenin (işçiler ve köylüler) yaşayışındaki eski ve yeni bütün özellikleri iyice öğrenmek, ekonomik ve sosyal şartlarındaki bütün değişmeleri aralıksız takip etmek zorundayız” demiş kitabın arkasında yer alan bir alıntıya göre. “Göl İnsanları” kitabında yer alan dört hikâyede, bu önerisini öncelikle kendisinin benimseyip uyguladığının tanığı oluyoruz. Türkçe için hedef olarak gösterdiği ve zenginliği, yalınlığı ve kıvraklığını övdüğü Orta Anadolu Türkçesi ile yazılan dört hikâye onun “toplumsal gerçekçilik” olarak adlandırılabilecek anlayışının da parlak örnekleri arasında yer alıyor. Lehçe taklidinden uzak durması ve dilin zenginliğini olanca gücü ile kullanması Kemal Tahir’in -tıpkı hedef gösterdiği gibi- millî olmasını sağlarken, evrensel bir düzeye açılmasına da yardımcı oluyor.

Kitaptaki ilk hikâye esere adını veren “Göl İnsanları”. Terkos gölü kıyısından merkeplerle çakıl taşıyan biri 12 yaşında çocuk, toplam altı işçinin ve onlara işi veren ve arada ziyaretlerine gelen bir adamı anlatıyor hikâye. Karakterlerin tümünü, uzun da olsa bir hikâyenin kısıtlı sayfalarında çarpıcı bir şekilde anlatabilen, her birini farklı özellikleri, düşünceleri ve kişilikleri ile bize tanıtabilen yazar sosyal gerçekçiliğin en dürüst örneklerinden birini oluştururken; bir yandan da işçi ve patron çelişkisi, boyun eğme ve hak arama, farklı sömürü türleri arasında gezinen içeriği ile saf bir anlatımın müthiş tadını veriyor okuyucuya. Bir cesedin bile yer aldığı bir hikâyeyi sakin ve güçlü bir dil ile anlatan Tahir birkaç karakter üzerinden Anadolu halkının inançlarını, zayıflıklarını, saflığını, yoksulluklarını ve tutarsızlıklarını getirmeyi başarıyor okuyucunun önüne ve çaresizlik ve isyan üzerine de düşündürebiliyor onu.

“Çoban Ali” adlı ikinci hikâyede yıllardır çobanlık yapan bir adamın, babasının daha fazla başlık parası nedeni ile başkasına vermek istediği bir kızla evlenme isteğinin sonuçları anlatılıyor. Çobanın ağasının henüz 15-16 yaşında olan oğlunun “beyliğin gereği” olarak devreye gimesi üzerinden ağalık ve ırgatlık düzenine, sistemin güç sahipleri ile olan doğrudan ilişkisine ve kadının bizimki gibi toplumlardaki kaderine uzanan değinmelerde bulunuyor Tahir. İlk hikâyedeki sessiz isyan, bu ikincisinde bir sessiz boyun eğmeye dönüşürken bir bakıma feodal düzenin dinamiklerini ustaca sergiliyor yazar ve şu cümlelerle bir sorgulamayı da başlatıyor: “Koyun kısmı fırtınanın patlayacağını, zelzeleyi, su baskını olacağını vaktinden önce seziyordu da, kuyruğunu paralayan kurdun ardı sıra neden koşuyordu?”.

“Gelin-Kadın Oyunu” adını taşıyan üçüncü hikâye diğer öykülerde de kendisine hep önemli bir yer bulan cinselliğin daha öne çıktığı bir eser. Bu kez kadının pasif değil, aktif bir rolde baskın olduğu bir hikâye bu ve Anadolu köylüsünün tüm o gelenekler ve muhafazakârlık örtüsü altında bastırılan, daha doğrusu bastırılmış görünen cinselliğinin aslında günlük hayatın ne kadar içinde olduğunun da bir örneğini anlatıyor. Bir kadının kendisini teyzesine götüren bir erkekle yaptığı uzun yürüyüşün bir “yolculuk hikâyesi”ne dönüştürdüğü öykü baştaki küçük sürprizi ve erkeklerin cinselliğin aptallaştırdığı halleri ile küçük bir eğlence de barındırıyor.

Kitaptaki son hikâye olan “Arabacı” gelişimi ve finali ile Amerikan kısa öykücülüğünün önemli isimlerini (örneğin O. Henry’i) hatırlatıyor. “Olaysız” bir öykü bu ve başlarına bir erkek arayan yoksul bir anne ve onun kızı ile evlendirmek istediği bir arabacının arzuları, çelişkileri ve kararsızlıkları üzerinden oldukça “içeriden” bir bakışla anlatıyor karakterlerini Kemal Tahir. Diğerlerinde olduğu gibi burada da Tahir’in yalın ve güçlü anlatım becerisi yaşananların gerçekçiliği konusunda en ufak bir kuşkuya yer bırakmazken, finali ile oldukça hüzün uyandıran bu hikâye sadeliğin ve sıradanlığın nasıl parlak bir başarıya araç olabileceğini de kanıtlıyor.

Karakterlerine ve yaşanan olaylara ancak onların içinde olan birinin olabileceği kadar yakından bakan Tahir’in bu öyküleri basit görünen yaşamların içindeki karmaşık zenginliği ve insan ruhunun toplumsal ve ekonomik koşulların, geleneklerin ve baskıların yarattığı maskelerin ardında bir şekilde canlı kalabildiğini gösteren içerikleri ile kitabı edebiyatımızın okunması gerekenleri arasına katıyor.

Dr. Jekyll ve Mr. Hyde – Robert Louis Stevenson

İskoç yazar Robert Louis Stevenson’ın 1886 tarihli ve edebiyatın klasiklerinden birine dönüşen romanı. “Gotik roman” denen korku türünün en parlak örneklerinden biri olan kitap okumayanların bile bildiği, günlük dile çift kişiliği (birbirine taban tabana zıt kişilikleri) tanımlamak için kullanılan “Jekyll ve Hyde gibi” kavramını sokan popüler bir yapıt. Bilinen 120’den fazla sinema uyarlaması olan kitap ilk satırından sonuncusuna kadar okuyucunun ilgisini hep – ve giderek artan bir düzeyde- canlı tutarken, Henry Jekyll adındaki doktor arkadaşının ve onunla tuhaf bir ilişkisi olan Edward Hyde’ın gizemlerini anlamaya çalışan bir noterin hikâyesini anlatıyor. Mektuplar üzerinden farklı anlatıcılar kullanan kitap finalde Jekyll’ın uzun itirafı ile, olan bitenlerin arkasındaki sırrı açıklıyor okuyucuya. Finali dahil, konusunu bilseniz bile okuma keyfinin hiç azalmayacağı türden bir kitap bu ve insan ruhunun karmaşık yapısına popüler ama kesinlikle dikkate değer bir bakış atan bir klasik.

Sinema dışında tiyatro, radyo, televizyon ve çizgi romana da uyarlanan Stevenson’ın bu romanı başka romanlara da ilham kaynağı olurken, aralarında Men At Work, Nine Inch Nails, Judas Priest, The Who ve Serge Gainsbourg’un da bulunduğu pek çok müzisyenin ve grubun şarkılarında da hayat bulmuş onların yorumları ile. Çevirmen Zarife Laçinler romanı “ahlak üzerine simgesel bir öykü” olarak tanımlarken, eserin stoik olarak nitelediği şu yanının da altını çiziyor: “Yaşam, en ağır koşullar altında da olsa, cesaretle yaşanmalıdır”. Gerçekten de, en kaba özet ile romanın insanın içindeki iyi ile kötünün savaşını anlattığı söylenebilir. Hristiyanlığın her insanın Âdem’in suçunun taşıyıcısı olduğu inancı ile çocukları doğduğunda bu günahtan arındırmak için vaftiz etmesine uygun olarak, -ailesi sıkı bir katolik olsa da kendisini ateist olarak tanımlayan- Stevenson kötülüğün herkesin içinde olduğunu öne sürerek, Jekyll’ın bu yanını bastıramayıp, onun kendisinden farklı bir başka insan olarak ortaya çıkması ile karşı karşıya kalmasını anlatıyor. Herkeste var olan bir ikiliği, iki farklı karakteri birbirinden tamamen ayırarak yaşatmayı amaçlayan doktorun giriştiği tehlikeli oyunun sonuçları üzerinden de güçlü bir gerilim ve korku romanına dönüştürüyor yapıtını yazar.

Stevenson romanını yazarken bu denli popüler olacağını tahmin ediyor muydu bilinmez ama sonuç tam bir başarı olmuş onun adına. Öyle ki gizemi bilenler için bile okuması veya tekrar okuması kesinlikle her zaman keyif veren bir kitap var ortada. Yazarın son sözü eserinin kahramanına bırakması ve gerekli izahati onun yapmasını sağlaması çok doğru bir seçim olmuş ve karakterler arasında bir fiziksel farklılık (ya da buna neden olan bir fiziksel dönüşüm) yaratması da romanı zenginleştirmiş. “… karşılaştığımız bütün insanların tümünün iyilik ve kötülükten yoğrulmuş olmalarından…” diyor mektubunda Jekyll ve yaptığı seçimle “tümüyle kötülükten yoğrulan” kişiliğini yaratıyor. Stevenson böylece insanın kendi içindeki saf kötü ile yüzleşmesini ve kötü olanın kendisini dengeleyen iyiden ayrıştırıldığında ne denli korkutucu bir insan olarak ortaya çıkabileceğini güçlü bir şekilde getiriyor okuyucusunun karşısına. Toplumsal ve kişisel sorumluluklardan tamamen uzak duran ve bundan en ufak bir rahatsızlık duymayan bir ikinci kişilik herhalde okurlar için de bir çekicilik ve özlem yaratmış olmalı ki bugün hâlâ zevkle okunuyor bu eser. Stevenson’ın bir biyografisini de yazan Graham Balfour 1901’de romanın popülerliğinin “bir sanat eserine gösterilen ilgiden çok, halkın ahlâki içgüdülerine hitap etmesi”ne işaret ettiğini belirtmiş ve dinsel törenlerde bile romandan alıntıların yapıldığı konuşmalar olduğundan söz etmiş.

Sinema da hâlâ gündeminde tutuyor onu. 1908’de çekilen, bugün herhangi bir kopyası bulunmayan ve kesin olarak bilinmese de Otis Turner’ın yönetmenliğini üstlendiği söylenen ABD yapımı sessiz uyarlamadan 2017 tarihli Fransız yapımı “Madame Hyde”a (Yönetmenliği Serge Bozon yapmış) kadar sinema romanın çekici içeriğinden yararlanmış durmuş kendi tarihi boyunca. IMDB’deki seyirci puanlamasını baz alırsak, en sevilen uyarlama ise Rouben Mamoulian’ın 1931 tarihli ABD yapımı olmuş görünüyor.

Ünlü yazar Vladimir Nabokov romanın “iyi ile kötünün çatışması” olarak ele alınmasının doğru olmadığını çünkü Jekyll’ın dönemin değerleri açısından ahlaki açıdan tam bir iyi olarak görülemeyeceğini yazmış bir yazısında. Kuşkusuz doğru bir saptama bu ama öte yandan Jekyll’ın iyi ile kötünün birlikte yaşadığı bir bedende kötü ile iyi olanı tamamen birbirinden ayırmayı hedeflediğini düşünürsek, sonucun bizi yine o hep iddia edilen çatışmaya götürdüğü de açık. Güçlü dili, açık ve net anlatımı ve ezelî ve ebedî bir savaşı anlatması ile önemli, her kitapseverin okuması gereken bir Stevenson klasiği.

(“Strange Case of Dr Jekyll and Mr Hyde” – “Dr Jekyll and Mr Hyde”)