Haçsız Haçlılar – Arthur Koestler

Macar asıllı İngiliz yazar Arthur Koestler’ın 1943 tarihli romanı. Yazarın 1939’da yayımlanan “Spartaküs” ve 1940 tarihli “Gün Ortasında Karanlık” adlı kitapları ile birlikte bir üçleme oluşturan ve o üçlemedeki diğer eserlerin gölgesinde kalan yapıt, İkinci Dünya Savaşı sırasında tarafsız bir ülkeye sığınan bir sol örgüt üyesinin savaşan taraflardan birinin ordusuna katılmak için yaptığı başvurunun sonucunu beklerken yaşadıklarını; kendini ve inançlarını sorgulamasını ve ileri yaşlardaki travmaların ve eylemlerin çocuklukta yaşananlarla bağlantısını ele alıyor. Bütün olarak ele alındığında yazarın en güçlü kitaplarından biri değil bu ve psikiyatrik içeriği hayli tartışmalı ama okuyucuyu sarsacak bir dil ile yazılmış farklı bölümleri ile önemli bir kitap. 1931’de katıldığı Alman Komünist Partisi’nden Sovyetler Birliği’ndeki Stalinist uygulamaların kendisinde yarattığı hayal kırıklığı nedeni ile ayrılan ve inançlı bir komünistten tam bir anti-komüniste dönüşen Koestler siyasî düşüncelerindeki bu radikal tavrı özel yaşamında da sürdürmüş ve önce parkinson, sonra da lösemiye yakalanınca, herhangi bir hastalığı bulunmayan eşi ile birlikte intihar etmişti.

Koestler romanın genç kahramanı Peter Slavek’in hangi ülkeden olduğunu (muhtemelen Macaristan) belirtmediği gibi, sığındığı tarafsız ülkenin adı olarak da “Neutralia” gibi tarafsızlığı vurgulayan bir sözcük olarak seçmiş. Peter’in, ordusunda savaşmak için başvurduğu ülke muhtemelen İngiltere, Neutralia ise Portekiz olsa gerek. Neutralia sözcüğünün seçimi yazar ve eleştirmen Harold Rosenberg tarafından -fazla kaba bir sembolizmin örneği olduğu için- “Bu tür yer isimlerinin kullanımına karşı bir yasa olması gerek” ifadesi ile eleştirilmiş. Aslında kitabın ana sorunu da bu; Koestler tüm karakterlerini bir parça kaba bir sembolizmin örnekleri olacak şekilde oluşturmuş ve bu da eserin edebî değerine zarar veriyor.

İşkenceye uğradığı bir ülkeden kaçarak 1941 baharında Neutralia’ya sığınan 22 yaşında bir karakter Peter Slavek. Komünist bir örgütün “profesör” olarak anılan üyelerinden biriymiş genç adam ve bir aydın olarak, uğruna savaştığı işçi sınıfının üyeleri ile farklı dünyalara (sınıflara) aitler ve Koestler bu durum üzerinden politik örgütlerin bu hep tartışılan sorununu gündeme getiriyor. Peter’in “partinin değişen görüşlerine uyum sağlayamamış olması “ da yine Koestler’ın Stalinist uygulamalar nedeni ile komünizmden kopmuş olmasından esinlenmiş olsa gerek. Kadınlara kötü davranması ile bilinen ve hatta David Cesarani’nin “Arthur Koestler: The Homeless Mind” adlı biyografisinde tecavüzle suçlanan Koestler’ın burada Peter ile Odette arasındaki ilk cinsel birlikteliği tasvir ediş şekli de (kadına rağmen başlayıp, ortak kararla devam ediyor bu ilk ilişki) yine kendi hayatından ve bakışından izler taşıyor olabilir.

Kitabın ana tartışmalı noktası ise Peter’in çocukken neden olduğu bir olay nedeni ile yaşadığı travmanın tüm politik eylemlerinin ve inançlarının altında yatan asıl motivasyon faktörü olarak gösterilmiş olması. Yazarın kendi hayal kırıklığı ve komünizm karşıtlığı bu tür psikolojik açıklamalara götürmüş herhalde onu ama bu oldukça iddialı bir sav ve bir o kadar da büyük bir haksızlık açıkçası. Bir birey bazında belki gerçekçi olabilir bu açıklama ama yazarın onu tüm bu tür politik eylemcilerin sembolü gibi kullandığını düşünürsek, bu iddialı yaklaşımın Koestler’ın kendisinin de geçmişte parçası olduğu hareketlere haksızlık yapmasına neden olduğunu söyleyebiliriz. Romanın sonu ile de sonsuz sadakati eleştirip, travmaların kalıcılığını söylemek istiyor sanki yazar.

Tartışmalı yanlarına karşın; kitap tereddüdü, bekleyişi, “Araf’ta kalmayı” ve içsel sorgulamanın gücünü etkileyici bir biçimde anlatıyor ve Peter’in eylemlerini ve ruh hâlini okuyucuya birebir geçiriyor. Ayrıca üç farklı bölümde Koestler okuyucuyu derinden sarsacak satırlara imza atmış: Bunların ilkinde yahudiler, romanlar ve solculara karşı gerçekleştirilen bir infazı, bir diğerinde sokaklarda siyasi bildirimi dağıtımını ve sonuncusunda Peter’in yakalandıktan sonraki işkenceli sorgu sürecini anlatıyor Koestler ve dehşet/korku /heyacan anlarını ustaca tasvir ediyor. İhanet etmediği ama sadece bunu düşündüğü için bile kendisini hain olarak gören Peter’in bu anlarda yaşadıklarını okuyucunun da hissetmemesi mümkün değil; çünkü olağanüstü denecek bir çarpıcılıkla kaleme alınmış bu bölümler. Faşist ideolojinin hizmetinde olan Bernard karakteri ile olan yüzleşmeyi anlatan bölüm ise edebî bakımdan o denli güçlü değil ve orada dile getirilen düşünceler (örneğin faşizm ile komünizmin eşitlenmesi) daha çok Koestler’ın kendi düşüncelerini dile getirme azusunun uzantısı havasını taşıyor. Peter’in son seçimini “…den dolayı” değil, “…e rağmen” yaklaşımı ile izah eden Koestler’in öte yandan insanın, eleştirilerini muhafaza ederek de davasının arkasında durabileceğini ima ettiğini de söyleyebiliriz.

(“Arrival and Departure”)

Çaykovski İstanbul’da – Emre Aracı

Klasik müziğin usta isimlerinden Çaykovski’nin İstanbul’a farklı zamanlarda yaptığı iki kısa seyahatin izlerini araştıran bir kitap. Bestecilik ve orkestra şefliğinin yanında, özellikle Osmanlı döneminde imparatorluk ile klasik batı müziği arasındaki ilişkileri araştıran kitapları ile de bilinen bir müzikolog olan Emre Aracı, temel kaynağı Çaykovski’nin günlüğündeki ve mektuplarındaki kısıtlı bilgiler olan kitabının bu açığını zengin bir görsellik ile gidermiş çoğunlukla. Dönemin Osmanlı medyasında bu ziyaretlerin hiç yer almaması ve Çaykovski’nin çok kısa ziyaretlerini sadece giderken / dönerken uğrayan bir turist olarak gerçekleştirmesi kitap için daha fazla malzeme bulmayı imkânsız kılmış anlaşılan ama yine de Aracı’nın sade ve besteciye saygı dolu yaklaşımı bu pek bilinmeyen seyahatlerin izini takip etmeyi çekici kılan bir kitapla sonuçlanmış.

Aracı kitabını “Araştırmacı kişiliği, tarih ve müzik sevgisiyle İstanbul’u yaşamış ve yaşatmış Semuh S. Adil Beyefendi’nin aziz hatırasına” ifadesi ile Semuh Adil’e ithaf etmiş. Çanakkale’de ve Kurtuluş Savaşı’nda komutan olarak hizmet etmiş ve sonradan milletvekilliği de yapmış olan Selahattin Adil’in oğlu olan mühendis Semuh Adil emekliliğinden sonra kendisini sanat tarihi ve arkeoloji alanındaki çalışmaların adamış ve 2012’de hayatını kaybeden bir isim. Aracı’nın kendisi de Osmanlı’nın batılılaşma çabalarına paralel olarak topraklarımıza gelen Batı müziği hakkındaki araştırmaları ile tanınıyor ve bu kitabında da Çaykovki’nin İstanbul’a ilki 1886, ikincisi ise 1889’da gerçekleşen iki çok kısa gezisinin izlerini süren bir araştırmaya imza atmış. Kaynakların çok kısıtlı olması yazara pek bir hareket imkânı vermemiş ama bizde çok eksik olan türden bir esere imza atmış olması ve bu konuda çaba harcamış olması bile tek başına kitabı değerli kılmaya yetiyor açıkçası. Hamasi milliyetçiliğin bol olduğu ama bu milliyetçiliğin altını dolduracak çabaların da bir o kadar çok eksik olduğu Türkiye’de bu türden her çaba hem saygıyı hem ilgiyi hak ediyor kesinlikle.

Yazarın kendisinin de müzisyen olmasının katkı sağladığı hissedilen kitap Çaykovski’nin biyografisinden bölümler, yazarın kendisinin Rusya’ya yaptığı seyahatlerle ilgili notlar ve bol görsel malzeme ile zenginleştirilmiş. Sondaki kaynakça ve bizdeki bu tür kitaplarda nedense hep ihmal edilen dizin bölümleri de önemli. Okunan bir kitapta belli konu başlıklarının, yer ve kişi isimlerinin kitabın hangi sayfalarında geçtiğini bulmak için ideal ve gerekli olan dizin bilgilerinin (örneğin kitapta Beyoğlu’ndaki Çiçek Pasajı’ndan bahsedilen yerleri kolayca bulabiliyorsunuz bu sayede) çok daha hacimli olan kitaplarda bile yer almadığını düşününce, bu standart bilgilendirmeden bile mutlu olabilir meraklı bir okuyucu.

Çaykovski’nin gezileri dönem İstanbul’una turist olarak gelen yabancıların klasik uğrak yerleri ile kısıtlı kalmış. İstiklal Caddesi (Çaykovski’nin geldiği tarihlerdeki adı ile “Grand Rue de Pera”), Galata, Karaköy ve Sultanahmet çevresi bestecinin kısa da olsa zaman geçirdiği yerler İstanbul’da. Bazı görsellerin kaynak ve / veya tarihlerinin belirtilmediği (bulunamadı ise, en azından bunun belirtilmesi daha iyi olurmuş) kitapta anlatılan iki ziyaretten ilkini Paris’e giderken, ikincisini ise Avrupa turnesinden ülkesine dönerken yapmış Rus müzisyen. 1889’daki ve ilkinden daha da kısa olan gezide kendisine bir süre, dönüş gemisinde tanıştığı iki Rus genç de eşlik etmiş ve onlardan biri olan Vladimir Sklifosovski on ay sonra hayatını kaybetmiş. Çaykovski bu kayıptan duyduğu üzüntüyü Opus 72, 14 numaralı Chant Élégiaque adındaki piyano eserini onun anısına ithaf ederek yansıtmış müziğine.

Emre Aracı’nın eseri, kısaca değinse de Çaykovski’nin hayat öyküsüne, bir biyografi değil ve bu açıdan bakınca, özel hayatına değinilmemesi oldukça normal. Ne var ki eşcinselliği bugün genel kabul gören sanatçının bu yanından hiç bahsetmeden, “kendisi ile ilgili etrafta dolaşan dedikoduları bastırmak düşüncesiyle ani bir kararla 1877’de evlendiği ve evlendikten sonra da kendisini bir daha görmemek üzere terk ettiği” gibi cümleler kurmak tuhaf kaçıyor; çünkü her okuyucunun soracağı doğal bir soru (“Hangi dedikodu?”) havada kalıyor bu gereksiz kaçamak ifade yüzünden. Oysa bestecinin hayatına ve eserlerine yansıyan ve gizli tuttuğu bu yöneliminin neden olduğu duygusal çalkantılardır bir yandan da onun müziğini şekillendiren. Hiç kuşkusuz bu konu kesinlikle Aracı’nın kitabında hiç yer almayabilirdi, eğer “dedikodu” gibi kışkırtıcı olan ama boşta kalan ifadelere de yer verilmeseydi.

Hızla ve keyifle okunabilecek bir içerik ve tasarımla hazırlanan kitap Çaykovski’nin kısa İstanbul turu için yeterince orijinal malzeme içermiyor ama yazarın özenli ve besteciye saygı ve sevgi dolu yaklaşımı yapıtın hemen her satırında hissettiriyor kendisini. Bu tür kitaplar kendi tarihimizin de parçası olan (olması gereken) irili ufaklı tüm olaylar için hazırlansa ve hem yazarlar hem okuyucular gayret ve talepleri ile bu tür eserlerin daha fazla üretilmesini mümkün kılsa keşke!

Gılgamış Destanı

Dünya tarihinde bugüne kadar saptanan en eski edebiyat metni olduğu kabul edilen epik şiir. Aynı zamanda, Mısır’da piramitlerin iç duvarlarına yazaılanlardan sonraki en eski ikinci dinsel metin olduğu da kabul gören destanın milattan önce 2100 ile 1200 yılları arasında yazıldığı düşünülüyor ve farklı dillerde farklı versiyonları da bulunuyor. Çivi yazısı ile oluşturulan metinlerle ilgili tabletler 1850’li yıllarda keşfedilmiş ilk kez ve eski kültürlerdeki yaygınlığını gösterecek şekilde, farklı eski dillerde yazılmış versiyonları da keşfedilmiş daha sonra. Uruk adlı Sümer şehrinin kralı olduğu kabul edilen Gılgamış’ı anlatan bu destan Türkçeye ilk kez 1942’de arkeolog ve müzeci Muzaffer Ramazanoğlu tarafından çevrilmiş. Onun kaynağı ise Nazi Almanya’sından Türkiye’ye gelen bilim adamlarından biri olan Alman Benno Landsberger’in Almanca çevirisi olmuş. Hasan Âli Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı döneminde “Dünya Klasikleri” başlığı ile pek çok klasik dilimize kazandırılmış ve bir nesil bu kitapların önemli bir katkı sağladığı aydınlanma süreci içinde yetişme şansı bulmuştu. Destanın bu bağlamdaki bir diğer önemi de Anadolu’nun veya ona yakın coğrafyaların halklarının kültürlerinin ürünü olması ve bu nedenle yaşadığımız toprakları daha iyi tanımak açısından da bir değer taşıması.

Kitabın başında Muzaffer Ramazanoğlu’nun çeviri ile ilgili notlarını içeren önsöz ve Benno Landsberger’in “Babillilerin ulusal destanı” olarak tanımladığı Gılgamış destanı ile ilgili aydınlatıcı açıklamalarının yer aldığı bir giriş yazısı var. Destanın önemli bölümlerinin eksikliğinden (tabletlerin bazı bölümlerinin kırılmış / kayıp olması ya da silinmiş olması nedeni ile) bahseden Landsberger metnin oluşumunu üç gelişme devresi altında açıklıyor: “Sümerce yazma” (Milattan önce 2000), “Eski Babil yazması” (M.Ö. 1800 yılları) ve destanın son bölümü (Tahminen M.Ö. 1250). Destanın önemini yaratan unsurlar, içeriği ve olaylarda karşımıza çıkan zengin karakterleri hakkında değerli bilgiler veriyor Landsberger ve destanı sıradan bir epik şiir olmanın çok ötesine taşıyan biçim ve içeriği ile ilgili özelliklerinden bahsediyor. Ayrıca kitabın sonunda metindeki karakterler, nesneler ve olaylarla ilgili kısa açıklamalara da yer verilmiş ki destanı okurken okuyucuya oldukça yardımcı oluyor bu notlar.

“Üçte iki tanrı, üçte bir insan” olan Gılgamış’ın metindeki maceraları epik bir şiirde ve destanda bulmayı tahmin edebileceğiniz olaylarla dolu. Tanrılarla iş birliği veya çatışmalar, savaşılan korkunç yaratıklar, Nuh Tufanı, sonsuz yaşamın peşine düşülmesi ve sıkı bir dostluk… Landsberger’in normalde 11 tabletten oluştuğunu (12. tabletin destanla ilgisi olmayan ve ilk olarak Sümercede yazıldığı düşünülen bir metin olduğunu yazmış Landsberger) söylediği destanda bugün Irak sınırları içinde kalan bir bölgede yer alan şehir devleti Uruk’un kralının başından geçenler bir destana yakışacak görkeme sahipler. Önce Gılgamış ile Tanrıların halkına kötü davranan Gılgamış’ı durdurmak için yarattığı Engidu’nun karşılaşması ve sonra dost olmaları anlatılıyor. Bu macerada Engidu’nun “uygar” bir insan olması bir fahişe ile birlikteliği ile de ilişkilendirilirken, cinselliğin bu en eski edebî metinde de yerini hiç de önemsiz olmayan bir şekilde almış olması ilginç bir özellik olarak dikkat çekiyor. Daha sonra bu iki dost Sedir Ormanı’nın koruyucusu Humbaba ile savaşarak onu alt ediyorlar ve Tanrıça İştar’ın, kendisi ile “yakınlaşmayı” ret eden Gılgamış’ı cezalandırmak için üzerlerine gönderdiği Gök Boğası’nı öldürmeyi de başarıyorlar. Bunun üzerine tanrılar Enkidu’yu cezalandırıyor ve ölümüne neden oluyorlar. Bu kayıptan çok etkilenen Gılgamış sonsuz yaşamı bulmanın peşine düşüyor ama tanrıların insanı yaratırken ölümü ona, ölümsüzlüğü ise kendilerine ayırdığını anlıyor. Sonrasında ise Nuh’un Tufanı anlatılıyor metinde.

Gılgamış Destanı özellikle 1. Dünya Savaşı’ndan sonra modern toplumların hayatına giriyor tekrar ve 2. Dünya Savaş’ından sonra da pek çok farklı alanda ilham kaynağı oluyor sanatçılara. Edebiyattan müziğe tiyatrodan görsel sanatlara pek çok farklı daldaki sanatçı bu destanı doğrudan ya da dolaylı olarak yorumlamış, yeniden yaratmış ve çıkış noktası olarak alıp, yeni eserler yaratmışlar.Sizi insanın aslında hep aynı hikâye(y)(ler)i anlattığına bir kez daha ikna edecek olan kitap, yaşadığımız coğrafyaları ve etkilendiği kültürleri, kültürlerin birbirlerinden etkilendiğini ve insanlık kültüründeki her atılan adımın kendinden öncekilerin üzerinde yükseldiğini anlamanıza da yardımcı olacak bir eser.

Ficciones – Jorge Luis Borges

Arjantinli edebiyatçı Jorge Luis Borges’in öykü kitabı. Yazarın 1941’de yayımlanan “El Jardín De Senderos Que Se Bifurcan” (Yolları Çatallanan Bahçe) adlı öykü derlemesine, 1944 yılında “Artificios” başlıklı bir bölüm eklenerek oluşturulan kitap toplam 16 hikâye içeriyor. Başlangıçta hak ettiği ilgiyi görmeyen eser sonradan yazarın en önemli yapıtları arasına giren, Borges’in bazı temaları tekrar ve farklı boyutları ile işlemesi dikkat çeken ve adının da vurguladığı gibi “kurgu” kavramı üzerine derin bir inceleme olarak da görülebilecek bir metinler toplamı. Yazarın yakın arkadaşı olan ve birlikte Amerikan edebiyatı üzerine bir kitap da yazdıkları Arjantinli Esther Zemborain de Torres’e ithaf ettiği kitap Borges’in üslubu ve bir yazar olarak da önemini açık bir şekilde ortaya koyan güçlü bir eser.

Kitabın her iki bölümünün başında Borges’in kısa birer önsözü var. Öyküler ama asıl olarak kitabı oluşturan metinleri oluştururken benimsediği bakış hakkında ipucu veriyor bu kısa giriş metinleri. İlk önsözde belirttiği gibi Borges “düşsel kitaplar” üzerine yazarak, düşsel ve gerçek karakterleri bir araya getirerek bu kısa hikâyeleri ile çok boyutlu ve kompleks bir dünyanın kapılarını açıyor okuyucuya. Bunu yaparken de bazı temaları ve kavramları hemen tüm öykülerine yediriyor; örneğin kütüphane ve onu oluşturan kitaplar hikâyelerin tümünde ve bazen de ana unsur olarak çıkıyor ortaya. Benzer şekilde labirentler, mitoloji, simetri ve dinle ilgili olgular sık sık karşımıza çıkıyor; burada asıl ilginç olan bu tekrarların her birinin farklı bir bakışın izini taşıması ve bu öykü toplamına monotonluğu değil, önemli bir zenginliği getiriyor olması. Kendisini her şeyden önce bir okur olarak görmesi ile bilinen ve Şili’nin faşist diktatörü Pinochet’den ödül alması örneğinde olduğu gibi düşünceleri ve eylemleri ile politik açıdan hayli eleştirilen yazarın bu eseri,okuyucuyu bulunduğu noktanın dışına taşımayı başaran ve onu okudukları üzerinde düşündürten bir yapıt olarak kesinlikle önemli ve ilginç bir yapıt.

Kitaptaki ilk hikâye “Tlön, Uqbar, Orbis Tertius” adını taşıyor. Düşsel bir yer, bu yerdeki mitolojik bir efsane ve düşsel bir ansiklopedi hakkındaki öykü 1940’da yayımlanmış ilk kez. Hem öykünün odağındaki yer hem de öykü boyunca karşımıza çıkan isimler açısından bakıldığında kurgu olanla gerçek olanın iç içe geçtiğini görüyoruz bu metinde. Sadece bu öyküde geçen onlarca gerçek isim ve onların eserleri bile Borges’in nasıl sağlam bir okur olduğunun, okuduklarını yaratıcılığı ile nasıl dönüştürebildiğinin ve kendi eserlerinin parçası yaparken okuyucuyu da -en azından başta- ürkütebilecek bir zengin hazine ile yüzleştirdiğinin kanıtları olarak kabul edilebilir. Borges kurguyu sadece kendi öyküsü olarak sunmuyor okuyucuya, aynı zamanda hayalî ülkenin insanlarının “dil”ini de yaratarak kurgu kavramını dil bilimine de (linguistik) taşıyor ilginç bir şekilde. İkinci hikâyenin adı “Don Quixote Yazarı Pierre Menard” (Pierre Menard, Autor Del Quijote). Yazarın öykülerinin pek çoğu gibi “Sur” adındaki bir edebiyat dergisinde ve 1939’da yayımlanmış ilk olarak. Arjantinli yazar Silvina Ocampo’ya ithaf edilen bu öyküde, Pierre Menard adını taşıyan ve Cervantes’in “Don Quixote romanının kendisini yazmak” isteyen bir adam anlatılıyor. “… amacı, Miguel de Cervantes’inkilerle -kelime kelime, satır satır- örtüşecek birkaç sayfa yazabilmekti” diyor Borges onun için ve bu öyküde yine gerçek ve kurgu karakterler ve onların üzerinden edebiyat (ve edebiyat eleştirisi) hakkında çekici ve ironik satırlar sunuyor. Borges’in bu hikâyesi Calvino’dan Paul Auster’a farklı sanatçıların eserlerine de ilham kaynağı olmuş veya en azından bu sanatçılar göndermelerde bulunmuşlar öyküye.

Üçüncü öykü “Döngüsel Yıkıntılar” (Las Ruinas Circulares) adını taşıyor ve ilk kez 1940’da yayımlanmış. Oldukça gizemli ve gerçeküstü bir öykü bu ve bir oğulu hayal ederek yaratan bir adamın, oğlunun sadece bir hayal olduğunu anlamasından endişe ederken, kendisinin dehşettiği farklı gerçeği etkileyici bir şekilde anlatıyor. Öyküyü yazarları birbirlerinin yaratıcıları olarak gören bir eser olarak okumak ve bu bağlamda tüm yazarların (ve aslında tüm sanatçıların) kendilerinden öncekilerden beslendiğini ve kendilerinden sonrakileri beslediğini hatırlattığını düşünmek mümkün. Sonraki hikâye “Babil Piyangosu” (La Lotería en Babilonia) adında ve yine Sur dergisinde 1941’de yayımlanmış ilk kez. İroni içeren bir dil ile Borges, Babil’de düzenlenen bir piyangoyu yaşamda talihin rolünü ele almak için kullanırken; Tanrı, düzen, mutlak güç konularına da değiniyor.

Herbert Quain’in Yapıtlarının İncelenmesi” (Examen de la Obra de Herbert Quain) 1941 tarihli bir öykü. Yine hayalî bir yazarın (İrlandalı Herbert Quain) eserlerini ele alıyor ve onun hayalî dört eserinin incelemesini yapıyor Borges. Önsözlerin birinde “Uzun kitaplar yazmak, sözle açıklaması birkaç dakikada gerçekleştirilebilecek bir düşünceyi beş yüz sayfaya yaymak, zor ve yorucu bir iş. Oysa böyle kitapları varsayarak bir özetini veya yorumunu sunmak daha uygun bir yöntem gibi geliyor bana” ifadelerini kullanan Borges işte tam da bunu yapıyor bu öyküde. Borges bu eseri ile de farklı sanatçılara ilham olmuş; örneğin Portekizli müzisyen Manuel Bogalheiro sahnede buradaki hayalî yazarın adını kullanıyor. 1941 tarihli “Babil Kitaplığı” (La Biblioteca de Babel) yazarın en bilinen eserlerinden biri. “Gelmiş geçmiş kitapların tümünün bulunduğu” Babil Kitaplığı yazarın sonsuzluk ve labirent temalarını ele aldığı, “Kitaplık sınırsız ve sarmaldır” cümlesi ile kitaplığı bir bakıma evren ile eşleştirdiği oldukça güçlü bir metin ve aralarında Umberto Eco, Greg Bear ve Terry Prachett’ın da bulunduğu pek çok entelektüele ilham olan ve Christopher Nolan’ın “Interstellar” filmi gibi farklı alanlarda izleri ile karşılaşabileceğimiz bir öykü.

Yolları Çatallanan Bahçe” (El Jardín de Senderos Que Se Bifurcan) adlı öyküde yine bir kütüphane (ve bir labirent) çıkıyor karşımıza. 1. Dünya Savaşı sırasında Almanlar adına casusluk yapan bir adamın hikâyesi anlatılırken, Victoria Ocampo’ya ithaf edilen bu 1941 tarihli etkileyici eser pek çok eleştirmen tarafından kuantum mekaniği ile ilişkilendirilerek değerlendiriliyor. “Bellek Funes” (Funes el Memorioso) ilk kez 1942’de yayımlanan ve fantezi türüne sokulabilecek bir öykü. Attan düşerek başını çarpmasından sonra, her şeyi en ince ayrıntısına kadar hatırlamaya başlayan bir adamı ele alan hikâye belleğin kitap yerine geçtiği bir karakteri anlatıyor. Kitabın önsözünde metni “uykusuzluk üzerine uzun bir deneme” olarak tanımlayan Borges yine Umberto Eco dahil farklı sanatçıların göndermelerde bulunduğu bir öykü yaratmış ve her şeyi hatırladığı için genelleme yapma ihtiyacı bulunmayan ve bu nedenle soyut düşünceden mahrum olan karakteri ile yine hayli çekici bir öykü yazmış.

1942 tarihli “Kılıcın İzi” (La Forma de la Espada) sürpriz sonu ile bir muhbirin hikâyesini çarpıcı bir şekilde anlatıyor okuyucuya. Sağlam kısa hikâyelerin nasıl güçlü olabileceğini hatırlatan bu öykü yazarın kitapta klasik anlatıma en çok yaklaştığı eserlerden biri aynı zamanda. İlk kez 1944’te yayımlanan “Hain ve Kahraman İzleği” (Tema del Traidor y del Héroe) Bernardo Bertolucci tarafından sinemaya da uyarlanan -1970 tarihli “Strategia del Ragno” (Örümceğin Stratejisi)-, kitaplar ve labirentin yine yerlerini aldığı ve tarihteki farklı suikastlerden beslenmiş görünen ilginç bir öykü.

Yine 1942 tarihli olan “Ölüm ve Pusula” (La Muerte y la Brújula) ünlü eleştirmen Harold Bloom’un en sevdiği Borges öyküsü olarak tanımladığı, güçlü bir eser. Simetri, labirent ve kitapların yine başköşede yerlerini aldıkları bir metin bu. Bir dedektiflik hikâyesi olarak da okunabilecek olan eser sadece hikâyedeki dedektifi değil, onun akıl yürütmesinin tuzağına düşen okuyucuyu da yanıltıyor cazip bir biçimde. Radyoya, televizyona ve sinemaya da uyarlanan hikâye yine klasik dile yaklaşan bir eser olarak sınıflanabilir. İlk kez 1943’te yayımlanan “Gizli Mucize” (El Milagro Secreto) Gestapo tarafından infaz edilecek olan bir yazarın yazmakta olduğu oyunu bitirmesi için Tanrı’dan kendisine “1 yıl bağışlaması”nı istemesini dairesel bir döngü ile anlatırken, bu son arzunun “karşılanmasını” etkileyici bir metnin teması yapıyor.

1944 tarihli “Yahuda’nın Üç Değişkesi” (Tres Versiones de Judas) hayalî bir yazarın, aldığı tepkiler üzerine üç defa baştan yazdığı kitabında, İsa’ya ihanet eden Judas’ı üç farklı şekilde anlatmasını (İsa’nın aramızdaki versiyonu, cehennemi hedefleyerek en büyük fedakârlığı yapan birisi ve Tanrı’nın insana dönüşmüş hâli) inceliyor. Dinin ve kitapların öne çıktığı, hayalî kitapların gerçek incelemesi olarak hayli ilginç bir metin kesinlikle bu öykü. Kitabın 1956 tarihli ikinci baskısına eklenen 1953 tarihli “Sonu” (El Fin) Arjantinli şair José Hernández’in epik şiiri “Martín Fierro”da anlatılan olayın bittiği andan başlayan ve Borges’in beslendiği kaynakların zenginliğini göstermesi ile de önemli olan bir öykü.

Anka Mezhebi” (La Secta del Fénix) 1952 tarihli bir öykü ve farklı okumalara açık olması ile ayrı bir öneme sahip. Kimi eleştirmenlerin Borges’ın eşcinselliği ile de ilişkilendirdiği hikâye gizemli bir mezhep üzerinden çekiyor okuyucuyu kendisine. Son öykü olan, 1953 tarihli “Güney” (El Sur) -tıpkı Borges’in kendisi gibi- bir kaza sonucu başından yaralanan bir adamın kendi ölümünü anlatırken bu ölümü Güney’e yaptığı bir yolculukla kutsamasını anlatıyor. Borges’in “Belki de en iyi öyküm” dediği hikâye Carlos Saura tarafından televizyona uyarlandığı gibi, Julio Cortázar tarafından yeniden yazılmış bir bakıma “La Noche Boca Arriba” adlı hikâyede.

Borges’in bir yazar olarak neden güçlü ve orijinal olduğunu gösteren kitap sadece öykü meraklılarının değil; başta edebiyat olmak üzere tüm sanat dallarında kurgu kavramı (gerçek olmayan, sanatçı tarafından hayal edilen ve yaratılan) üzerinde düşünenlerin de kesinlikle ilgisini çekecek bir öykü derlemesi.