Boşlukta Sallanan Adam – Saul Bellow

1976 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Kanadalı – ABD’li yazar Saul Bellow’un ilk romanı. 1944 yılında yayımlanan kitap İkinci Dünya Savaşı sırasında orduya alınmayı bekleyen işsiz bir adamın günlüğü formatında yazılmış ve bu genç adamın eşi, ailesi, arkadaşları ve etrafındakilerle ilişkisini anlatıyor. Klasik anlamda bir olay örgüsüne sahip olmayan roman felsefi düşünceler ve diyaloglarla sıradan günlük notların birlikte kullanıldığı bir içeriğe sahip ve “boşlukta sallanan” bir adamın Bellow’a özgü bir biçimde etrafına “yabancılaşma”sını ve “bunalım”ını aktarıyor okuyucuya.

Çalıştığı seyahat ajansındaki işinden askere çağrıldığı için ayrılan ama tamamlanmayan bürokratik işlemler nedeni ile işsiz bir şekilde 7 aydır süren bir bekleme sürecine giren Joseph adında genç bir adam günlüğü tutan kişi. Yazarın ikinci kitabı “The Victim – Kurban” ile birlikte onun çıraklık dönemi eserlerinden biri kabul edilen romanda içinde bulunduğu ruh durumunu ”Beklemekten başka çare yok; sallantıda, boşlukta, ruhsal çöküntüyle boğularak beklemek. Giderek çürüdüğüm gözle görülür bir hâl aldı” cümleleri ile yazıya döken Joseph yedi ay süren beklemeyi sıkıntılı döneminin nedenlerinden sadece biri olarak açıklıyor. Gerçekten de kitap boyunca Joseph’in başta erkek kardeşi olmak üzere etrafındakilerin sürdürdükleri hayatlarla uyumsuzluğunu ve onların değerlerine uzaklığına tanık oluyoruz; hemen herkese ters davranıyor, eleştiriyor Joseph ve bir entelektüel olarak uyumsuzluğunun neden olduğu sıkıntıları yaşıyor. Kapaktaki -ne yazık ki kime ait olduğu belirtilmemiş olan- resimde bir kitap yığını önünde, bir eli yanağında, düşünceli bir şekilde yerde oturan bir adam olarak resmedilmiş Joseph ve romanda da sıkıntılı yalnızlığı içinde ama bunalımının nedeni net olarak belirtilmemiş bir karakter olarak çıkıyor karşımıza. Yirmi yedi yaşında olan Joseph önceden radikal sol örgütler içinde bulunmuş, şimdi “sosyal demokrat” fikirleri olan bir adam ama şimdi nerede ise genel bir inançsızlık içinde olduğu da söylenebilir. Tam bir başarılı Amerikalı iş adamı profilinde olan abisi ve onun kendisini küçümseyen eşi ve kızının değerlerini aşağılayan ama onlar tarafından da aşağılanan birisi Joseph.

Saul Bellow’un kendisi ile özdeşleşen kara mizaha başvurmadığı kitabın baş karakteri; hayatın anlamı, değerli ya da boş fikirler, insanın varoluşu ve özgürlük gibi kavramlar üzerinden bazen günlüğündeki notlara yansıttığı düşünceler bazen de yine günlüğündeki iç diyaloglar üzerinden kendi bunalımını paylaşıyor bizimle. İlginç bir şekilde, kitabın sonunda özgürlüğünü yitirdiğinde (kitaptaki son not sivil olarak geçirdiği son güne ait) bunu bir rahatlama nedeni olarak görüyor Joseph, bu kavram üzerinde onca düşünmüş ve yazmış olmasına rağmen: “Artık kendimden sorumlu değilim; buna çok memnunum. Başkalarının ellerindeyim artık, kendi kendimden kurtulmuş, özgürlüğüm elimden alınmış durumdayım. Yaşasın düzenli günler, saatler! Ve ruhun zaferi! Yaşasın düzen, disiplin!” Bu cümleleri özgürlüğün reddinden çok, belirsizlikten ve anlamsızlıktan kurtulmanın ve karar alma / inisiyatif kullanma zorunluluğundan muaf olmanın sağladığı bir “özgürlük” olarak değerlendirmek gerekiyor.

İnsanın başkaları ile yaşamak dışında bir alternatifinin olmadığı ama diğer yandan başkaları ile mutlu ve uyumlu bir şekilde yaşamasının da imkânsız olduğu bir dünyanın yükünü sırtında hisseden Joseph’in bu günlüğü her ne kadar roman olarak sınıflanmış olsa da bu türün özelliklerini pek taşımayan bir kitap. Karanlık havası, özellikle sevilesi bir karakter olmayan kahramanı ve bilinen anlamda bir olay örgüsüne sahip olmaktan çok, düşünceler üzerinden ilerleyen yapısı ile “kolay okunan” türden bir kitap değil bu; ama arada kalmışlık, uyumsuzluk ve belirsizlik üzerine yazılmış ilginç bir eser kesinlikle.

(“Dangling Man”)

Cennet Dolmuşu – E. M. Forster

İngiliz yazar E. M. Forster’ın (Edward Morgan Forster) 1911’de yayımlanan “The Celestial Omnibus (and other stories)” ve 1928’de yayımlanan “The Eternal Moment and Other Stories” adlı öykü kitaplarında yer alan on iki hikâyenin tamamını bir araya getiren bir derleme. Forster bu kitaplarını Yunan mitolojisindeki tanrılardan biri olan ve tanrıların habercisi görevini üstlenen, ölülerin ruhlarını yeraltı dünyasına taşıyan ve yolunu kaybetmiş yolculara kılavuzluk eden Hermes’e ithaf etmiş. Öyküler içerikleri ve ortak temaları ile bu ithafı destekliyor ve Forster diğer eserlerinden farklı bir havası olan; fantezi, rüya ve doğaüstü (bir öyküde de bilim kurgu) kelimeleri ile tanımlanabilecek bu eserlerinde şaşırtıyor okuyucuyu. Kitabın girişinde yer alan ve yazar tarafından 1947’de kaleme alınan önsözde öyküleri “fantastik” olarak tanımlıyor Forster ve bir kısmı için kısa bilgiler veriyor. Pek çoğunda karakterlerin ortadan kaybolduğu veya öldüğü, gerçek dünya ile gerçek olmayanın buluştuğu, farklı hayat alternatiflerinin karşılaştırıldığı ve adaletsizlik, sınıf farklılığı, baskı, özgürlük ve eşitlik gibi alanlara uzanması ile doğrudan olmasa da politik olarak da nitelendirilebilecek, İngiltere dışında (İtalya ve Yunanistan) geçen bu öyküler ilgiyi hak eden bir kitap oluşturmuşlar.

Kitaptaki ilk hikâye olan “Bir Paniğin Öyküsü” (The Story of a Panic) birinci ağızdan yazılmış ve tuhaf bir çocuğun kahramanı olduğu içeriği ile okuyucuya ne olduğu söylenmeyen gizemli bir varlığın (ya da olayın) neden olduğu panik anlatılmış birkaç karakteri etkileyen. Hem tuhaf çocuğun hem de onu anlayan tek kişi olan “cahil” bir İtalyanın hayatını kaybettiği hikâyede diğerlerinin çoğunda da olduğu gibi kendileri gibi medeni görmediklerine (İtalyanlar ve Yunanlara) açıkça sergilenen bir kibir ile yaklaşan İngilizler eleştiri konususu yapılıyor. İkinci öykü olan “Çitin Öteki Tarafı” (The Other Side of the Hedge) birbirinden bir çitle ayrılan ve hangisinin gerçek olduğu anlaşılmayan iki farklı dünyayı anlatıyor okuyucuya. “Hangi hedefe vardıklarını bilmedikleri” bir yol üzerinde tükenene kadar yürüyen “yol insanları”ndan birinin çitin diğer tarafında ne olduğunu merak etmesi ile yaşananların paylaşıldığı hikâye başarı, mücadele ve hırs gibi kavramların egemen olduğu taraf ile bunların hiçbir geçerliliği ve anlamı olmadığı diğer tarafı karşılaştırıyor. Doğrudan politikaya karışmayan ve “liberal hümanist” olarak tanımlanan Forster’ın bu hikâyesi politik yorumlamalara açık ve bunu teşvik eden içeriği ile ilgi çekiyor.

Kitaba adını veren “Cennet Dolmuşu” (The Celestial Omnibus) içerdiği edebî referanslar ile de dikkat çeken ilginç öykülerden biri ve bir çocuğun masumiyeti ve önyargıszılığı ile büyüklerin katı ve sert gerçekçi bakışlarını karşılaştırıyor ilgi çekici bir şekilde. Burada da gerçek olan ile bir başka dünya karşılaştırılıyor ve ikincisinde yaşayanların “Kâr etmiyoruz. Kâr amacıyla çalışmıyoruz… Kâra gelince, en azından böyle bir hataya asla ne heveslenildi ne de düşüldü” sözleri üzerinden yazar bir önceki hikâyede olduğu gibi yine bir düzen ve sistem eleştirisi yapıyor. Hikâyede hayatını kaybeden karakterin düzenin savunucusu ve aslında kurbanı olan bir yetişkin olmasını da (adı Bons bu karakterin ki bu ad tersten okunduğunda kibirli, züppe olarak çevirebileceğimiz snob kelimesi çıkıyor ortaya) Forster’ın hikâyesine bir umut ögesini yerleştirmesi olarak yorumlanabilir. “Öteki Âlem” (Other Kingdom) gizemli atmosferi ile bir sınıf farklılığı hikâyesi anlatırken, kitaptaki eserlerin ortak temalarından birine uygun olarak doğallık ve özgürlükle kuralcılık ve kısıtlanmışlığı karşılaştırıyor. Diğer eserlerde, yaşadığımız dünya ile alternatifinin yan yana sergilenmesi olarak sık sık karşımıza çıkan yaklaşım burada da beliriyor ve Forster’ın içinde bulunduğumuz dünya ile yaratabileceğimiz “cennet” arasındaki farkı anlatmasının aracı oluyor.

“Vaizin Arkadaşı” (The Curate’s Friend) sadece kendisinin gördüğü bir faunla (Eski Roma’da yarı insan – yarı keçi olan bir mitolojik yaratık) bir vaizin ilişkisini anlatıyor. Hikâye yine kuralcı bir dünya ile doğallığın egemen olduğu dünyanın karşılaştırmasını yapıyor ve faunun ağzından duyduğumuz “İşte şimdi gerçekten bizlerden birisin. Ömrün boyunca kızınca küfredecek, neşelenince güleceksin” sözleri ile İngiliz toplumunun kuralcılığının ve sınıf farklılığının karşısına serbest ve doğal olanı koyuyor. “Kolonos Yolu” (The Road from Colonus) bir ağacın içinden çıkan pınarın neden olduğu bir değişimi yine klasiklere ve mitolojiye göndermelerle anlatan bir öykü. Yunanistan’da geçen hikâye yazarın İngiliz hayatının karşısına koyduğu Yunan ve İtalyan hayat tarzlarının doğal “kaba”lığını bir kez daha vurguluyor ve doğallığı özgürlüğün olmazsa olmaz parçası olarak tanımlıyor.

“Makine Duruyor” (The Machine Stops) etkileyici bir bilim kurgu hikâyesi. Farklı görsel sanat eserlerine ve edebî eserlere esin kaynağı da olmuş olan öykü radyo ve televizyona da uyarlanmış. “Aleyhinde konuşulamayan” bir “Makine”nin tüm hayatı yönettiği bir zamanda geçen hikâye her yerin birbiri ile aynı olduğu ve bu yüzden seyahat etmenin bir anlamının kalmadığı ve insanların birbirine dokunma adetinin Makine tarafından yürürlükten kaldırıldığı bir dünyada düzene aykırı hareket eden bir genç adam ile onun düşüncelerini anlamsız ve imkânsız bulan annesini anlatıyor bize. Güçlü olmanın makbul olmadığı bir dünya bu; çünkü güçlü olmak Makine’nin kurduğu ve yaşattığı düzende aykırı ve “doğal” davranışı mümkün kılabilir ve bu da istenmeyen bir sonuç. Bu kez mekanik (yapay) olanla özgür (doğal) olanın çatışmasını okuyoruz ve burada yok oluş çok daha büyük bir boyutta ve bir umudu doğurarak gerçekleşiyor. “Ne Anlamı Var?” (The Point of It) adlı öyküde biri diğerinin trajik sonuna dolaylı da olsa neden olan iki arkadaş anlatılıyor. Unutulan olay yıllar sonra arkadaşlardan birinin gittiği cennette hatırlatılıyor kendisine (“Hatırlamayı kim arzuluyor? Arzulamak yeterli”) ve Forster dokunaklı bir dil ile yazdığı ve uzun bir zaman dilimine yayılan eserinde okuyucuyu etkilemeyi başarıyor.

“Mr. Andrews” biri erdemli bir hayat yaşamış bir İngiliz, diğeri ise insanlara oldukça çok kötülük etmiş bir Türk olan iki adamın ölümden sonra haklarındaki son yargıları duymak için bekleyen ölü ruhlarını anlatıyor. Yargıların sonunda beklediklerine kavuşan ama mutluluğun bu olmadığını anlayan (“Çünkü orada beklentileri gerçekleşiyordu, ama umutları gerçekleşmiyordu”) iki adam bambaşka bir seçim yapıyorlar ve birikimlerini (sevgi ve bilgeliklerini) zor olandan yana kullanıyorlar. “Eşgüdüm” (Co-ordination) bir parça didaktik olma pahasına mesaj veren bir öykü. Beethoven ve Napoleon öteki dünyadan yeryüzüne bakıyorlar ve hayatlarının / eserlerinin nasıl algılandığını izliyorlar. Başmelek Rafael ve Mephistopheles’in de karakterleri arasında yer aldığı hikâye, insanların “ezgi ve zafer” adlı iki ana kaynak sayesinde eşgüdüm oluşturarak, okullarda tek bir konunun işlendiği ve müzik derslerinde tek bir ezginin çalındığı dünyadan kurtulmalarını anlatıyor.

“Siren’in Öyküsü” (The Story of the Siren) Yunan mitolojisindeki yaratıklardan biri olan sirenlerden birini gören bir gencin hazin hikâyesini anlatıyor. Yüreğe dokunan bir öykü bu ve doğaüstü içeriği ve sonu ile kesinlikle etkiliyor okuyucuyu. “Ebedî An” (The Eternal Moment) adlı öyküde, yazdığı bir eserle İtalya’daki bir bölgenin tanınmasına ve turist akınına uğramasına yol açmaktan derin bir pişmanlık duyan bir yazar geçmişte kalan aşk hikâyesi ile birlikte anlatılıyor. Doğal olanın bozulmasına yol açmanın hüznü, İngiliz toplumunun sınıflı yapısının izleri ve hayal kırıklığı duygusu ile ilgi toplayan hikâye kitaba etkileyici bir kapanış sağlıyor.

(“The Celestial Omnibus (and other stories)” – “The Eternal Moment and Other Stories”)

Demiryolu Serserileri – Jack London

ABD’li yazar Jack London’ın 1907 tarihli otobiyografik anı kitabı. Yazarın 1893 – 1894 yıllarında bir “hobo” olarak yaşadığı günleri anlatan eser aslında hobolar için yazılmış bir el kitabı havasında. Özellikle trenlere kaçak olarak binmenin ve seyahat etmenin yollarını anlatan ve bir dilenci olarak “kurban”ını avlayacak hikâyeler anlatma konusundaki öğütleri içeren yapısı ile el kitabı tanımlamasını hak eden bu yapıt 1890’ların büyük ekonomik bunalımı sırasında Amerikan toplumuna da bir bakış atarken, ülkenin ekonomik ve toplumsal düzenine de bir eleştiri getiriyor.

Tam bir Türkçe tercümesi olmayan hobo kelimesi için sık sık serseri (“tramp”) karşılığı kullanılsa da aralarında bir fark var: “Hobo” gezgin işçiler veya iş bulduğunda çalışan kişiler için kullanılıyor, “tramp” ise sadece mecbur bırakıldığında çalışanlar için kullanılan bir terim. Jack London henüz on dört yaşındayken içinde bulunduğu yoksulluktan kurtulmak için okulu bırakıp yeni maceralara atılmış ve Japonya’ya kadar uzanmıştı. Orijinal adı “The Road” olan bu anı kitabında London, maceralı hayatının bir hobo olarak geçen günlerini anlatıyor. Anekdotlar, küçük hikâyeler ve maceralarla dolu olan eserde bir kronolojik sıralama olmadan ve farklı bölümlerde bir hobo hayatının ne olduğu konusunda çok iyi bilgi veriyor bize ve London içeriği gereği aslında oldukça karanlık olan bir eseri mizah duygusunu da ekleyerek yaratıyor ve okuyucuyu düşündürttüğü kadar heyecanlandırıyor ve eğlendiriyor da.

London hobo olarak yaşadığı günlerde bir süre “Kelley’s Army” (Kelley’in Ordusu) adını taşıyan bir gruba da katılmış ve kitapta da yer vermiş onlarla birlikte yaşadığı maceralara. Bu grubun bir parçası olduğu daha büyük bir “ordu”yu oluşturan işsizlerin federal hükümetin ekonomik bunalımı çözmesi için Washington’a yaptığı ve hayli kalabalık sayıda hobonun katıldığı yürüyüş kamuoyu desteğine rağmen hükümet üzerinde etkili olamamış ve liderlerinin tutuklanması ile sona ermişti. İşte bu oldukça karanlık günlerde bir hobo olarak yaşadıklarını detaylı bir içerikle anlatıyor London ve başta “Trene Asılmak” bölümü (sayfalarca süren bu bölümde London, kontrol memurlarına yakalanmadan kaçak tren yolculuklarını yapmanın tüm detaylarını veriyor bize) olmak üzere bir hobonun hayatta kalabilmesi için dikkat etmesi gerekenleri paylaşıyor okuyucu ile. 1907’de ilk kez yayımlanan kitap o tarihte henüz güncelliğini koruyan bir dünyayı anlattığı için bu detaylar bugün bir parça eskimiş görünebilir belki ama o dünyanın içinde olan bir insanın katlanmak zorunda kaldıklarını ve sahip olması gereken becerileri aktarması ile dönemi ve eserin kahramanını anlamak için önem taşıyor yine de.

London eğlenceli dili ile zaman zaman aralara ülkesine yönelik eleştirilerini de yerleştirmiş. Örneğin yiyecek bulmanın en iyi yolunun çok yoksulların yanına gitmek olduğunu açıkladığı bölümde şöyle yazıyor: “Ey, siz hayırseverlik tüccarları! Yoksullara gidin ve öğrenin, çünkü sadece yoksullar hayırseverdir. Onlar kendilerinin ihtiyaç duymadıklarını vermezler, çünkü fazlası ellerinde yoktur… Kendilerinde fazla olan şeyleri verirler ve asla saklamazlar, hatta çoğunlukla kendilerine bile gerekli olan şeyleri insafsızca veririler. Köpeğe atılan bir kemik hayırseverlik değildir. Hayırseverlik, siz de en az köpek kadar açken onunla paylaştığınız kemiktir”. Bir adamın bir çocuğu kırbaçlamasına tanık olduğu sahneyi anlattıktan hemn sonra da şöyle yazıyor örneğin: “Benim anlattıklarımdan daha kötü hayat sayfaları mı? Birleşik Devletler’deki çocuk işçiler hakkındaki raporları okuyun… ve bilin ki hepimiz kâr tüccarlarıyız”. Bir ara düştüğü hapishanedeki dünyayı da -sömürü, haraç, hırsızlık vs. içermesi üzerinden- toplumsal düzenle ve Wall Street dünyası ile karşılaştırıyor ve benzer buluyor.

“… bir an sonra ne olacağını asla bilmez, bu yüzden sadece şimdiki zamanda yaşar. O bir amaca ulaşmak için çabalamanın yararsızlığını öğrenmiştir ve talihin rüzgârına kapılıp sürüklenmenin zevkini bilir” ifadeleri ile tanımlıyor hoboları London ve gerçekten de kendisinin de onlardan biri olarak yaşadığı günleri nasıl zevkli kıldığını anlatıyor aslında hayli sert satırlar içeren kitabında. Umudunu da hep koruyor (“Gün bitmişti, ömrümün bir günü daha. Yarın yeni bir gün olacaktı ve ben gençtim”) London ve kitabın içeriği ile hoş bir tezat yaratan bir sonuç çıkarıyor ortaya.

Robert Aldrich’in 1973 tarihli “Emperor of the North Pole – Ölüm Treni” adlı filminin de esin kaynağı olan kitabın Türkçede “Demiryolu Serserileri” adı ile yayımlanması eserin ruhuna haksızlık olmuş gibi: “The Road” adının da belirttiği gibi bir yolculuğu, bir koca ülkeyi neredeyse bir baştan bir başa kateden bir yolculuğu anlatıyor London ve özel bir hedefi olmayan ve belki tam da bu nedenle ilginç bir yolculuk bu. Para ihtiyacı nedeni ile Cosmopolitan dergisine yazdığı maceralarının bir araya getirilmesi ile oluşan kitapta bölümlerin bağımsız bir havada olması ve bu nedenle de bir bütünlük eksikliği hissettirmesi gibi bir durum da var açıkçası ve London’ın yazarlık yeteneği düşünüldüğünde belki bir yolculuk başyapıtı yaratma fırsatını kaçırdığı da söylenebilir ama yazarın zengin dilinin de dikkat çektiği bu eser okunmayı hak eden önemli ve ilginç bir edebiyat yapıtı yine de.

(“The Road”)

Ufkun Ötesindeki Dünyalar – Joachim G. Leithäuser

Alman gazeteci ve yazar Joachim G. Leithäuser’in gözünden dünya keşifler tarihi. Avrupalıların farklı nedenlerle, kendi ufuklarının ötesinde yer alan yeni dünyaları keşfetmesini (“Keşif” kelimesi Avrupalılar için yeni olanı ifade etse de, onlar gelmeden önce oralarda yaşayanların varlığını gizlemek için kullanılmamalı) popüler bir dil ile anlatan kitap ilk kez 1953’te yayımlanmış, dilimize ise ilk kez “Dünyamızın Fatihleri” adı ile 1971’de kazandırılmış. Amerika, Asya, Afrika, Avustralya, Antarktika ve Kuzey ve Güney Kutbu’nu keşfeden, tüm olumlu ve olumsuz sonuçları ile onları Avrupa uygarlığı ile tanıştıran ve her biri farklı dürtülerle yola çıkanları keyifli bir şekilde ve daha çok uzun bir özet formatında anlatan kitap kâşif karakterlerine -özellikle kahramanlaştırmaya çalışmasa da- sevgi ve hayranlıkla yaklaşan bir yazarın kaleminden çıkmış bir coğrafya tarihi. Kısa önsözünde “… dünyanın bilinen sınırlarını genişletip değiştirmek müthiş bir gücün, cesaretin, vicdansızlığın, direncin ve sadakatin bir araya gelebilmesi ile mümkün olabilmişti” diye yazan Leithäuser, Avrupalıların bu keşiflerinde neden olduğu acıların sorumluluğun bilincinde olmadıklarını söylüyor o tarihlerde ama bunu bir temize çıkarma niyeti ile yapmıyor kitabının tüm içeriğinin de yeterli bir kanıtı olduğu üzere.

Üç ana bölümden oluşuyor kitap ve bu bölümler de kendi içlerinde alt bölümlere ayrılmış: Okyanusa Açılmak (Bilinmeyene Doğru, Kristof Kolomb, Amerika’nın Gerçek Keşfi), Kıtanın Derinliklerine Doğru (İspanyollar Güney Amerika’da, Amerika Tarihinin Doğuşu, Güney Amerika’nın Yeniden Keşfi, Bilinmeyen Kara Afrika, Asya İçlerine Doğru) ve Macera Devam Ediyor (Kuzey Kutbu’na Doğru, Altıncı Kıta). Esere zenginlik kazandıran ama nedense önemli bir kısmının kaynağının belirtilmediği illüstrasyonların da yer aldığı kitap işte bu bölümler altında pek çok farklı kâşifin öyküsünü anlatırken keşif amacı ile geziye çıkan ilk Batılı bilim adamı olarak nitelediği Yunan tarihçi Hekataios ile başlayarak Antarktika’nın kâşiflerinden Amerikalı amiral ve kâşif Richard E. Byrd’e kadar getiriyor tarihini ve her bir keşif öyküsünü de kahramanlarının bu gezilere çıkmasını sağlayan motivasyon faktörleri ile birlikte ele alıyor.

Altın hırsından Doğu’nun zenginliklerine, dinsel misyonlardan daha verimli ticarî yollar bulmaya ve kişisel merak ve macera tutkusundan bilimsel amaçlara uzanan farklı gerekçelerin yola düşürdüğü insanların bilinmeyen dünyalara (“16. yüzyıl başlarında yeryüzündeki toprakların sadece %25’i ile okyanusların yüzde 20’si tanınmaktaydı” diyor Leithäuser; kitapta yer alan bir tabloya göre bu değerler 17. yüzyıl başında sırası ile %40 ve %52,5 olarak değişiyor ki o dönemlerin teknolojisi ve olanakları düşünüldüğünde insanın -niyetinin iyi veya kötü olmasından bağımsız olarak- keşfetmek için nasıl olağanüstü bir çaba harcadığını anlayabiliyoruz) yaptığı yolculukları anlatan kitap bilimsel bir içerik taşımayı hedeflemiyor veya bu yolculuklarla ilgili daha önce bilinmeyen gerçekleri sunmuyor okuyucuya ama daha detaylı bir okuma için teşvik ediyor bizi ve bu açıdan bakınca da görevini yerine getiriyor. Kâşifleri -ele aldığı gezilerin çokluğunun bir kitabın hacmi için hayli fazla olduğu düşünüldüğünde- kısa bilgilerle tanıtan kitap, keşiflerin yapıldığı yıllardaki ekonomik, toplumsal ve politik manzaraya da yine kısaca değiniyor.

Günümüzde kürsel ısınmanın göstergelerinden biri olarak kabul edilen buzullardaki erime için o tarihlerden (1953) bir uyarı da var kitapta: Yazar Sibirya’daki buz tabakasının 1850’den beri 30 milden fazla geri çekildiğini yazıyor. Bugün bu değer daha kötü bir durumdadır kuşkusuz ve iktidarların ve politikacıların bu kitapta öyküleri anlatan çabalarla kıyaslanamayacak ataletleri dikkate alındığında korkmak için yeterli gerekçeye sahip olduğumuz açık ne yazık ki. Yine de yine bu kitaptaki kâşiflerin birer örneği olduğu gibi, umudu hiç yitirmemeli ve mücadeleye devam etmeli koşullar ne olursa olsun ki kitabın da önemli artılarından biri bu umudu hep diri tutanları anlatması bize.

(“Ufer Hinter Dem Horizont”)