Dikanka Yakınlarında Bir Çiftlikte Akşam Toplantıları – Nikolay Vasilyeviç Gogol

Klasik Rus edebiyatının önemli isimlerinden Nikolay Vasilyeviç Gogol’un “Dikanka Yakınlarında Bir Çiftlikte Akşam Toplantıları” başlığı ile ve ilk cildi 1831’de, ikinci cildi ise 1832 yılında yayımlanan sekiz öyküsünün yer aldığı bir derleme. Kendisi de Ukrayna topraklarında yetişen ve on dokuz yaşına kadar orada kalan Gogol’un bu bölgenin başta inançları, gelenekleri ve folklorü olmak üzere izlerini yoğun biçimde yansıttığı öyküleri -yazarın yarım bıraktığı “İvan Fyodoroviç Şponka ile Teyzesi” hariç- doğaüstü öğeler barındıran eserler ve şeytandan kötü ruhlara ve gizemli olaylara pek çok “korku” unsurunu içeriyorlar. Bu korku unsurlarını çoğunlukla mizah ile de desteklemiş yazar ve ortaya keyifle okunan eserler çıkmış. Özellikle küçük yörelerde yaşayanların o dönemlerde en temel eğlence araçlarından biri olan ağzı iyi laf yapan bir anlatıcının anlattığı hikâyelerin dinlendiği atmosferi (soğuk kış gecelerinde bir sobanın etrafında toplanarak geçirilen akşamları hayal edin) yaratmış yazar ve okuyucuyu da bu atmosferin parçası yapmış güçlü dili ile. Kitabın önsözünü Gogol, hikâyeleri ağzından anlattığı “Arıcı Panko”nun yerine koyarak yazmış ve okuyucuları “dinleyecekleri”nin havasına sokmuş.

Kitapta yer alan sekiz öyküden ilk dördü 1831, diğer dördü ise 1832’de basılan ciltlerde yer almış. Her iki kitap için yazılan önsözlerin ikisini de içeriyor kitap ve bu giriş yazılarının ikincisini kapatan şu cümlelerin içerdiği alçak gönüllülük anlatıcı olan Arıcı Panko’nun ifadeleri ama üzerinden geçen bunca yıldan sonra Gogol’un hâlâ bilinen ve sevilen, klasik Rus edebiyatının belki de kurucularından biri olarak tanımlanmasını sağlayan başarısı ile hoş bir zıtlık teşkil ediyor: “Ben de laf ettim yani! Bu dünyada benim olup olmamam umurunuzdaydı sanki… Bir yıl geçer, iki yıl geçer, unutur gidersiniz bu ihtiyar Arıcı Sarı Panko’yu… Öldü diye üzüleneniz bile çıkmaz.”

İlk öykü olan “Soroçinets Panayırı”, her bir bölümünün başında bir masaldan veya bir “Ukrayna komedisi”nden alınmış sözlerle açılan ve kendisi de bir masal ve/veya folklorik bir eser havasına sahip bir eser. Rus besteci Mussorgsky’nin -kendisi yarım bıraktığı için başka bestecilerin tamamladığı- komik operasına da kaynaklık eden öykü zengin köylü tiplemeleri ve şeytanın gerçek kimliği ile eğlendiren bir çalışma. İkinci öykü “İvan Kupalo Gecesi” yine Mussorgsky’nin bu kez bir senfonik şiirine ilham vermiş bir çalışma ve aynı zamanda 1968 yılında Sovyet yönetmen Yuri Ilyenko tarafından sinemaya da uyarlanmış. Hikâyelerin pek çoğunda olduğu gibi yine bir aşkın odağında yer aldığı bir eser bu ve cadılar, şeytan, hazine vs. gibi masal öğeleri ile süslenmiş. “Bir Mayıs Gecesi ya da Suda Boğulmuş Kız” adını taşıyan öykü de müzikteki karşılığını bulmuş bir çalışma ama bu kez Rimsky-Korsakov’un “Mayıs Gecesi” adlı operası olarak notalar aracılığı ile anlatılmış. Düş, masal, cadı ve yine aşkın yer aldığı bir hikâye bu da ve bu bakımdan kitabın genel havasına da uyuyor. İlk bölümün son öyküsü olan “Kaybolan Yazı” cadılarla maça kızı oynayan ve kazanan bir Kazak’ı anlatıyor. Tüm hikâyelerde olduğu gibi Kazak olmanın ve bu kültürün öne çıktığı eser 1945’de Sovyet yapımı bir çizgi film olarak sinemada da hayat bulmuş.

Beşinci öykü olan “Noel Gecesi” bir demircinin aşkına kavuşabilmek için şeytanla yaptığı mücadeleyi sık sık mizaha da başvurarak anlatırken, özellikle “çuval içine saklanan” karakterlerin olduğu bölümde nerede ise bir vodvil havası sunuyor okuyucuya. Sessiz sinema dönemi de dahil olmak üzere pek çok kez sinemaya uyarlanan bu hikâyenin Çaykovski, Korsakov ve Lysenko’nun müzikleri aracılığı ile opera sahnesine de taşınmasının gösterdiği gibi hayli çekici ve eğlenceli bir içeriği var bu eserin. “Korkunç İntikam” adlı öykü “gotik korku” türüne sokulabilecek hayli etkileyici bir eser ve o da bir animasyon olarak taşınmış sinemaya ve yarım kalmış öykü hariç mizah öğesi barındırmayan tek eser kitaptaki. “İvan Fyodoroviç Şponka ile Teyzesi” adını taşıyan ve yarım bırakılan öykü (öykünün yazıldığı defterin yapraklarının bir kısmının evin hanımı tarafından pişirdiği böreklerin altına koyulması ile açıklıyor bu durumu anlatıcı!) nasıl sürecekti bilinmez ama mizahın yanısıra korku/doğaüstü unsurları barındırmaması ile de diğer öykülerden farklı bir yerde duruyor. Öykünün BBC tarafından bir son eklenerek radyoya uyarlandığını da ifade edelim bu arada. Son öykü olan “Büyülü Yer” yine bir kötü ruhu anlatarak kitaba genel havasına uygun bir kapanış sağlıyor.

Hikâyelerin yazıldığı dönemin gerçeği olarak sık sık Lehlerin ve arada Türklerin de “düşman” taraflar olarak isimlerinin geçtiği öykülerde Ukrayna topraklarına yazarın duyduğu sevgiyi hissediyorsunuz. Örneğin ilk öykü olan “Soroçinets Panayırı”, “Ukrayna’da yaz çok güzel, çok nefistir!” cümlesi ile başlıyor ve bir sayfa boyunca bu güzelliği açıklıyor. Benzer bir örnek olarak da Dinyeper Nehri’ni uzun uzun anlatan “Korkunç İntikam” öyküsünü gösterebiliriz. Hikâyelerin geçtiği yıllardaki -başta Kazak komutanlar olmak üzere- kimi gerçek karakterlerin isimlerinin de yer aldığı öyküleri içeren bu kitap güçlü bir kalemden çıkmış halk masalları havası ve folklorik öğeleri ile okunmayı hak eden bir klasik özet olarak.

(“Veçera Na Hutore Biliz Dikanki”)

Bilimin Arka Yüzü – Adrian Berry

Britanyalı gazeteci ve yazar Adrian Berry’nin çoğunlukla derlemelerle oluşturduğu bir “popüler bilim kitabı”. Uzun yıllar boyunca The Daily Telegraph gazetesinde bilim muhabirliği ve sonrasında da bilim bölümünün editörlüğünü yapan Berry’nin kitabının Türkçe basımında yanıltıcı bir şekilde “Bilimin Arka Yüzü” gibi karanlık hikâyeler okuyacağınızı düşündürtecek bir isim tercih edilmiş ama orijinal adının da vurguladığı gibi büyük bir kısmı alıntılarla oluşturulmuş bir anekdotlar kitabı bu asıl olarak. Adrian Berry çok farklı alanlardan derlediği yazılarla bilim tarihinde ve dünyasında bir geziye çıkarıyor okuyucuyu ve konuların uzmanından çok meraklı okuyuculara hitap ediyor bu kitapta.

Berry kitabının “dünyayı değiştiren buluş ve keşiflerle onları yapan insanların kimilerine ışık tuttuğunu” söylüyor ve derlemesinin oldukça kişisel olduğunu belirtiyor. İlk baskısı 1989 yılında yapılan kitap bizde TÜBİTAK’ın “Popüler Bilim Kitapları” dizisinden ve 1996 yılında yayımlanmış ilk kez ve dizinin çok satanlarından biri olmuş. Kitabı popüler kılan, derleme yazılarının ve bu yazıların konularının ilginçliği ve okuyucu yormayan bir kısalık ve derinlikte olmaları olsa gerek. Berry’nin adının kitabın yazarı olarak değil de orijinal baskıda olduğu gibi editörü olarak gösterilmesi çok daha doğru olurmuş; yazıların girişindeki kısa/çok kısa bölümler dışında kitapta “Giriş” bölümü hariç Berry’e ait bir yazı yok çünkü.

Matt Pritchett’ın -sayısı ne yazık ki çok az olan- esprili çizimlerinin yer aldığı kitabı Francis Bacon’dan mucitlere övgü olan bir alıntı ile açmış Berry: “Kentleri kuranların, yasa yapanların, ulusal kahramanların, zorbaların kökünü kazıyanların ve bütün bunlara benzeyen insanların bıraktıkları olumlu izler çok kısa sürer; buna karşılık mucitlerin eserleri daha şatafatsız, daha gösterişsizdir, ama izleri her yerde hissedilir ve sonsuza dek sürer.” Giriş yazısında “İnsanın dünya ile evren karşısındaki tutumu”nun tarihini anlatıyor ve keşiflerin dünyayı nasıl etkilediğinden söz ediyor kısaca Berry. Burada yer verdiği ve Romalı politikacı, yazar ve mühendis Julius Frontinus’e (MS 40 – MS 103) atfedilen bir söz üzerinden de icatların ve bilimin gideceği noktaların sınırsızlığını vurguluyor. “Savaş işleri ve makineleriyle ilgili hiçbir yeni fikre aldırmıyorum. İcatlar sınırlarına ulaştı. Geliştirilmeleri konusunda hiçbir umut göremiyorum.” demiş Frontinus ve oldukça da yanılmış bu iddialı kehaneti ile.

Derlediği yazıları on bir bölümde toplamış Berry: “Kâşiflerin Öyküleri”, “Gök ve Uzay”, “Uzak Gökler”, “İletişim”, “Atalarımız”, “Bilim Şehitleri”, Düzmece Bilim”, “Kolaylıklar”, “Savaş”, “Bilimkurgu” ve farklı konulardaki yazıların bir araya getirildiği “Değişik Konular”. Kitabın sonunda bir buluşlar/keşifler kronolojisi oluşturmuş Berry ve burada “bilgiyi ileri götürmekten çok geciktirmiş gibi görünen” olayları ayrıca vurgulamış. Bilginin önünde engel oluşturan bu olaylar arasında MÖ 360’ta “Sokrates ile Platon’un pratik amaçlarla kullanmanın bilimin değerini azalttığını, onun tek işlevinin aklı kullanmak olduğu”nu öğretmelerini veya MÖ 300’de Panapolisli Zosimos’un ”ana metallerin altına dönüştürülebileceğini ileri sürüp yüz binlerce araştırmacının yıllarının boşa akıp geçmesine neden olmasını ve kimyanın gelişmesine yaklaşık 2000 yıl engel olması” gibi olayları göstermiş örneğin. Bilime engel oluşturanlar arasında gösterdiği olaylardan biri de Lenin’in Gorky’ye yazdığı 1919 tarihli bir mektup: Berry’nin bu mektuptaki bir cümleyi anlamından kopararak alıntılaması hayli ilginç, ya da Berry’in muhafazakâr görüşlerini bilirseniz pek de ilginç değil. Berry’e göre mektupta şöyle yazıyor Lenin: “Bilim adamları ulusun beyni olduklarını sanırlar. Aslında onlar beyin değil, bokturlar.” Bu “alıntı”nın arkasından da “Sovyet bilim adamlarının da atom bombasının doğuşuna kadar böyle davrandığını” yazmış Berry. Oysa Lenin mektubunda bilim adamlarından hiç bahsetmeden genel olarak entelektüeller için kullanıyor bu ifadeyi ve orada eleştirdiği de burjuva sınıfına ait olan ve işçiye ve köylüye değil, burjuvalara hizmet eden entelektüeller.

(“Eureka! and Other Stories: A Book of Scientific Anecdotes”)

Ay Işığı – Guy de Maupassant

Fransız yazar Guy de Maupassant’ın on dört hikâyesinin yer aldığı bir derleme. Hikâye türünün ustalarından sayılan yazarın birbirinden çekici eserlerinin yer aldığı kitabın çevirisini Tahsin Yücel yapmış ve hazırladığı bir tanıtım yazısı (“Maupassant Öyküleri”) ile de hem yazarın kendisi hem de eserleri için iyi bir kaynak sağlamış okuyucuya. Timuçin Unan’ın imzasını taşıyan kapak tasarımının arka kapakta yer alan “Dikkat! Dikkat! Gösterimiz az sonra başlayacak!…. Az sonra bir yazar; şapkalardan tavşanlar çıkaracak, kuşlar uçuracak, alevleri yutacak!…” ifadelerini desteklediği kitap, Maupassant’ın geniş bir yelpazaye yayılan karakterlerini karşımıza getirirken, yazarın Tahsin Yücel’in de vurguladığı çalışkanlığının sonucu olan yoğun üretiminin (300’den fazla öyküsü var yazarın) diğer örnekleri için de okuma arzusu yaratıyor kesinlikle. Maupassant’ın pek çok eserinin sinema ve televizyona uyarlanmış olmasının da gösterdiği gibi, hikâyelerin her biri çekici ve ilginç karakterlerle ve olaylarla dolu ve hemen tümünde bir ironi havası (ve sık sık karamsarlıkla birlikte) kendisini gösteriyor.

Karakterlerinin sınıflarını öne çıkaran ve onların kimi zaman uyanıklıklarının veya sahtekârlıklarının sonucu olan trajedilerini vurucu bir dil ve final ile anlatan hikâyeler okuyucuyu hemen her zaman güldürürken bir yandan da mahcup hissetmesine neden oluyor; çünkü başlarına kötü (zaman zaman oldukça kötü) şeyler geliyor bu karakterlerin. Maupassant’ın başarısı, kolayca bir ahlâk dersine dönüşebilecek hikâyelerinde bu tuzağa düşmeden ve güçlü bir gözlemin göstergesi olan renkli, gerçekçi ve çekici bir dil ile anlatması olan biteni. Yazarın karamsarlığının açıklamalarından biri olarak da gösterilebilecek olan psikolojik problemlerinin (intihara da teşebbüs etmiş yazar hayatının son yıllarında) izlerinin de takip edebileceği hikâyeler yalın dilleri ve çarpıcı olay kurguları ile kesinlikle okunmayı hak ediyorlar.

Kitaptaki ilk hikâye olan “Ay Işığı” kadınlardan nefret eden ve her tanık olduğunu “Tanrı bunu neden yaptı?” sorusunu sorarak değerlendiren bir papazın, ay ışığının mükemmelleştirdiği bir gecenin sonunda aşkı da tanrının yarattığı yargısına varmasını anlatan ve yaşamı “kutsayan” bir eser ve gerek içeriği gerekse üslubu ile diğerlerinden farklı bir yerde duran etkileyici bir çalışma. İkinci hikâye olan “İp” haksız bir suçlama ile karşı karşıya kalan tutumlu ve uyanık bir adamın derdini anlatmaya çalışmasını anlatan bir eser ve trajik sonununa rağmen alaycı yaklaşımı ile eğlendirmeyi de başararıyor. “İşte Geldim” kendilerini trajik bir durumla karşı karşıya bulan üç karakterin (bir kadın, öldüğünü sandığı eski kocası ve yeni kocası) çıkışsızlığını etkileyici bir güzellikle anlatıyor. Hikâyenin girişindeki, adeta bir tabloyu betimleyen satırların çekiciliğini arttırdığı hikâye bir son içermemesi ile de dikkat çekiyor. Maupassant’ın bu tercihi çok doğru olmuş; çünkü herhangi bir sonun bu üç iyi insanı (ve okuyucuyu) aynı anda mutlu etmesi mümkün değil.

“Toine” huysuz bir karısı olan eğlenceli bir köy meyhanecisinin felç geçirmesi sonucu başına gelenleri eğlenceli bir dil ile anlatırken, “analık” duygusunun cinsiyetten bağımsız olduğunu da gösteriyor ve kayıtsız kalınamayacak trajikomik finali ile sarsıyor okuyucuyu. “Analar” iki yoksul ailenin, çocuklarını evlat edinmek isteyen zengin bir aileye verdikleri farklı cevapları ve bu cevapların çocuklar üzerindeki etkisini tahmin edilenden uzak duran farklı bir yaklaşım ile ve fedakârlık, aile, sevgi vs. gibi unsurları kutsamaktan uzak duran gerçekçi bir bakış açısı ile sergiliyor. “Pierrot” cimrilik ile vicdanı arasında sıkışan bir kadının yaptığı seçimi, bir önceki hikâyede olduğu gibi beklenenin tersi bir gelişme ile anlatırken Maupassant’ın karamsar bakışının da iyi bir örneği oluyor. “At Üstünde” “düşmüş bir soylu”nun yaşamak istediği bir keyif ânının onu ve ailesini nasıl trajik bir sona ittiğini anlatıyor ve başka birkaç hikâyede daha olduğu gibi baş karakterinin “sınırlarını aşmasının” ona ödettiği bedeli sergiliyor. “Takı” bir önceki hikâyede olduğu gibi yine bir sınırını bilmemek, bir küçük uyanıklık öyküsü ve hüzünlü sonu ile okuyucuyu çarpıyor.

“Bebek” metresini terk edip başka bir kadınla evlenen bir adamın vicdanı ile hesaplaşmak zorunda kalmasını anlatan bir “iyilik” öyküsü olması ile farklılaşıyor diğerlerinden ve içerdiği bir ölüme rağmen kitabın en iyimser eserlerinden biri oluyor. “Kraliçe Hortense” yalnız ve yaşlı bir kadının yaşayamadığı hayatları anarak ölmesini ve umursamaz akrabalarının soğukluğunu anlatan hüzünlü bir hikâye. “Mücevherler” ölen karısından kalan ve ne varlıklarından haberinin olduğu ne de kaynağını bildiği mücevherlerin tadını çıkaran bir adamın hikâyesini anlatırken, “Hayalet” yaşlı bir adamın yıllar önce tanık olduğu bir garip olayı hatırlamasını ve arkadaşları ile paylaşmasını belki sonundan değil ama “o korku ânı”nın tüyler ürpertici etkileyeciliğinden kaynaklanan bir güçle getiriyor okuyucunun karşısına.

“Horla” yazarın ruhsal rahatsızlığının da -muhtemelen- izlerini taşıyan bir öykü ve mutluluğunun resmi ile tanıtılan bir adamın çıldıracak bir noktaya kadar uzanan macerasını adeta bir korku hikâyesi atmosferi içinde anlatıyor. Maupassant’ın yayımlanan ilk hikâyesi olan ve kimileri tarafından bu türdeki en iyi eseri olarak kabul edilen “Toparlak” hırsların ve çıkarların kimi yüce duyguların nasıl önüne geçtiğini, karakterlerin ikiyüzlülüğünü çarpıcı bir şekilde eleştiren bir içerik ile anlatıyor ve Maupassant’ın neden bu türün ustalarından biri olarak kabul edildiğinin iyi bir kanıtı oluyor.

Zengin karakter toplamı, her bir hikâyesinin özgünlüğü ve ustalıkla oluşturulmuş kurgusu ile hayli keyifli bir okuma serüveni sağlayan, okunması gereken bir kitap bu kesinlikle.

Beyaz Geceler – Dostoyevski

Rus yazar Dostoyevski’nin her ikisi de 1848 tarihini taşıyan iki ayrı hikâyesinin (“Beyaz Geceler” ve “Başkasının Karısı”) yer aldığı bir kitap. Her ikisi de Petersburg’da geçen hikâyelerin ilki yazarın kendi ağzından anlatılırken yalnız ve hayallerinde yaşayan bir genç adamın başkasına aşık bir genç kıza tutulması, ikincisinde ise karısının kendisini aldattığından kuşkulan bir adamın trajikomik hikâyesi sunuluyor okuyucuya. İlk hikâye “ateşli ve hayalci bir ruh”un “saf ve büyük aşk”ını anlatması ve karakterleri ile günümüz dünyasına uzak düşen bir resim çiziyor elbette ve güçlü melankolisi ile etkiliyor; ikinci hikâye ise adeta bir Fransız vodvili havasında yazılmış ve tıpkı bu türün keyifli bir örneğini seyrederken alınan tadı yaşatıyor okuyucuya. Bol diyalogları ile yazarın “derin” eserlerinden ayrı bir yerde duruyor bu öyküler ama her ikisi de kesinlikle sağlam bir kalemden çıktıklarını hissettiriyorlar her satırları ile. Öykülerin çevirisi Rusça edebiyattan yaptığı çeviriler ile bu edebiyatın ülkemizde tanınmasını sağlayan en önemli isimlerden biri olan ve Cumhuriyet döneminin ilk kuşağının en önde gelen Rusça çevirmeni kabul edilen Nihal Yalaza Taluy tarafından gerçekleştirilmiş.

Güneşin tamamen kaybolmadığı yaz gecelerinden adını alan hikâyeyi Dostoyevski altı bölümde anlatmış. Dört gece (bu gecelerden biri iki ayrı bölümden oluşuyor) ve bir sabah bölümünden oluşan hikâyede romantik, yalnız ve düşlerde yaşayan 26 yaşında genç bir adamın tesadüfen karşılaştığı on yedi yaşındaki genç bir kıza tutulmasını anlatılıyor. Şiirsel bir dil ile konuşan bu yalnız adamın tutkusu karşılıksız kalmaya mahkum; çünkü genç kız bir başka adama tutkulu bir aşk ile bağlı. Kıza duyduğu aşkın kendisini her zamanki melankolik ruh halinden uzaklaştırdığı ve “Şu anda o kadar neşeli, mutlu, cesur ve zeki biriyim ki…” benzeri cümleler kurdurttuğu genç adamın hikâyesi, “Bağışlayın, unutmayın ve sevin” cümlesi ile sonlanan bir mektupla biterken bir kalp kırıklığı yaratıyor okuyucuda. Bugünün dünyası için fazlası ile süslü, romantik vs. gelebilecek uzun diyaloglara sahip olan öykü, o dönemin dünyasını ve karakterlerini gerçekçi bir şekilde anlatıyor elbette. Dosyoyevski’nin bu hikâyesinin sinemaya ondan fazla kez uyarlanmış olması ve bu filmleri yönetenler arasında Luchino Visconti ve Robert Bresson gibi büyük sinemacıların da yer alması öykünün etkileyiciliğinin en iyi göstergelerinden biri olsa gerek. Filmlerin İtalya’dan Hindistan’a, Fransa’dan İspanya’ya, İran’dan Güney Kore’ye ve Rusya’dan ABD’ye farklı ülke sinemacılarına ait olması da hikâyedeki aşkın saflığı ve büyüklüğünün evrenselliğine işareti olarak yorumlanabilir.

İkinci öykü olan “Başkasının Karısı”ı yazarın iki farklı hikâyesinin daha sonra yine kendisi tarafından birleştirilmiş hali. Fransız vodvillerinde göreceğiniz tarzda bir içeriği olan bu dinamik ve eğlenceli öykü kendisini aldattığını düşünen karısının peşine takılan bir adamın iki ayrı macerası olarak da yorumlanabilecek iki ayrı gününü anlatıyor bize. Her iki macerada da aynı genç adamla karşılaşan bu kocanın trajikomik durumu, diyalogların parlak komikliği ve yazarın adeta bir vodvil oyununu canlı seyrediyormuşsunuz havasını yaratan satırları öyküyü hayli eğlenceli kılmış. Pek çok kez tiyatroya da uyarlanan hikâye sinema da hayat bulmuş ve Rus yönetmen Vitaly Melnikov tarafından 1984 yılında beyazperdeye taşınmış.

(“Belye Nochi” – “Chuzhaya Zhena i Muzh Pod Krovatyu”)