Boşluk Bakışımın Biçimini Alıyor – Hubert Reeves

Kanadalı astrofizikçi Hubert Reeves’in, TÜBİTAK’ın “Popüler Bilim Kitapları” serisinden yayımlanan kitabı adını Fransız şair Paul Éluard’ın “Ne Plus Partager” adlı şiirindeki bir dizeden almış. Hoş bir tasarımı olan ve Reeves’in tuttuğu günlüğündeki “doğaya ve insanoğlunun doğayla ilişkisine dair gözlemlerini içeren” notlardan oluşan kitapta siyah beyaz ve fotoğrafik özelliklerinden/ “güzelliklerinden” dolayı değil, notlarla ilgili olmaları açısından seçilmiş ve Jacques Very’e ait olan fotoğraflar da var. Arka kapaktaki yazıda “bir çeşit kozmik dua” ifadesi ile tanıtılan kitapta yer alan notlarda bir bilim adamının elinden çıktığını gösteren kimi ifadeler var ama kitaba asıl kaynaklık eden, bu bilim adamının evreni gözlemesi, düşünmesi ve sorgulamasının sonucu olan izlenimleri. Lirik bir dil kullanmış Reeves ve kimileri sadece tek bir cümleden oluşan notlarında evrenin, yaşamın ve var olmanın üzerine kalem oynatmış. Bir astroide adı verilmiş, Fransa ve Kanada devletlerinden nişanlar almış ve bu yıl adına, Fransızca basılan popüler bilim kitaplarına verilmek üzere bir ödül başlatılmış olan saygın bir bilim adamının ilginç bir kitabı bu.

Dört bölüme ayrılmış kitap: “Geçen Zaman”, “Mezarlıkta”, “Doğa Üzerine” ve “Duyuların Arayışı”. İlk bölümde, “Yaşam anların art arda gelişidir” diye yazan Reeves işte bu anları anlatıyor. Adeta doğaya adanmış birer dize olan bu notlarda yazar doğanın içindeyken hissettiklerini, gözlemlerini ve duyu organlarından bize yansıyanları getiriyor önümüze. İkinci bölüm ise ölüm, varoluş ve her bir bireyin insanlık zincirinin bir halkasını oluşturması gibi temalar üzerinde gezinirken şunları söylüyor: “Ölümle ilişkimiz temelde ikilidir. Onu olabildiğince uzun süre geciktirmek, ama bir yandan da yaşamın normal parçası olarak kabul etmek. Yaşam güçlerinin kazanmaya çalışması gerekir, ama yenilmeleri de gerekir”

Üçüncü bölümünde doğa, evren ve insanın bunların içindeki yeri ve anlam arayışına değiniliyor kitabın. “Güzellik insanın bakışından kaynaklanır. Ne ki insanın bakışı da doğadan kaynaklanır” diyor Reeves ve kitabın adına da bir göndermede bulunuyor bir bakıma. “Fizik, kimya ve biyoloji atomlarımızın, moleküllerimizin ve hücrelerimizin kendiliğinden “bildiklerini” (bedenin doğuştan bildikleri demek bu, yazara göre), düşüncemizin “yeniden keşfetmeye” çalıştığını söylüyor ve insanın gerçeği bulma (bir başka ifade ile söylersek, kendi anlamını bulma) çabasının hep devam edeceğini vurguluyor. Her bir notun bir denemenin konusu olabilecek bir içeriğe sahip olduğu kitabın son bölümünde gerçekliğin peşindeki insanoğluna değiniyor Reeves ve inanç (ya da bir anlamlandırma aracı olarak inanç), zekâ ve bilincin farkı gibi konular üzerindeki düşüncelerine eşlik etmemizi sağlıyor. Zekâ ve bilinç üzerine yazdıkları bugünlerde hayli gündemde olan yapay zekâ ve robotların bir gün kendi bağımsız kararları ile hareket edip edemeyecekleri ve ettikleri durumda ne olacağı konusundaki tartışmaya da katkıda bulunuyor. Bilincin “varlıkların buluşmasını” ve “ötekinin öteki olarak tanınmasını sağladığını” söylüyor, “birbirine bağlanmış bilgisayarlar karşılıklı duygular besleyebilirler mi birbirine” diye soruyor ve insanın yaşadığı ana değer katanın “varoluşun geçiciliğinin bilinci” olduğunu yazıyor.

Kitaptaki son fotoğraf İsviçreli heykeltraş ve ressam Alberto Giacometti’nin 1934’te yaptığı “Görülmeyen Nesne (Boşluğu Tutan Eller)” adlı heykeline ait. Sanatçının bu eseri tıpkı kitaba adını veren dizenin ait olduğu şiir gibi sürrealist sanatın bir örneği. Bir bakıma “gerçeğin” ne olduğu ya da onu aramanın gerekliliği/gereksizliği üzerine notların yer aldığı bir kitap için ilginç ve doğru bir seçim. Kitaptaki notlar da adeta yazarın boşluğa bakıp, onun bakışlarının biçimini alan boşlukta gördüklerini aktarıyor bize. Aynı boşluğa bir başka bakış, o boşluğun bu yeni bakışın biçimini alması nedeni ile farklı bir imgenin (ve duygunun) biçimine bürünecektir elbette ve Reeves bu lirik notlarında bunun ve “an”ların değerini gösteriyor bize.

(“L’Espace Prend La Forme De Mon Regard”)

Bize Göre ve Bir Seyahatin Notları – Ahmet Hâşim

Ahmet Hâşim’in ilk kez 1928 yılında İkdam gazetesinde yayınlanan denemelerini (“Bize Göre” başlığı altında yer alan bu denemeler, gazetedeki yazılarından Hâşim tarafından seçilenleri içeriyor) ve 1928 yılında Paris’e yaptığı bir yolculuğun gezi notlarını (“Bir Seyahatin Notları” başlıklı bu bölümdeki yazılar da önce İkdam gazetesinde yayımlanmış) içeren kitabı. Nuri Sağlam ve M. Fatih Andı tarafından hazırlanan kitap “eleştirel basım” ifadesi ile basılmış ve bunun da temel nedeni yazıların gazetedeki hâlleri üzerinden Hâşim’in kitabı hazırlarken yaptığı değişiklikleri de kapsaması ve girişte Sağlam ve Andı’nın doyurucu ve eleştirel bir tanıtım yazısının yer alması.

Hâşim’in gazetedeki denemeleri oldukça kısa ve çoğunlukla ironik bir üslupla kaleme alınmış, çok farklı konulara değinen yazılar. Kitaptaki ilk yazı olan “Gazi” başlıklı denemede, 1928 Eylül’ünde Dolmabahçe Sarayı’nda Atatürk ile yapılan bir görüşmeyi anlatırken, ondan “alevlerden coşkun bir nehir”, “fikirler kaynağı baş” veya “o efsanevî başı yakından görmem” gibi ifadelerle bahsederek Atatürk’e olan hayranlığını anlatan Hâşim, diğer yazılarında o dönemde Türkiye’de hızla moda olan kürk alışkanlığını eleştirmekten “çalışan kadının çekiciliğini yitirmesi” üzerine ironik, hatta kara mizah tadı taşıyan satırlar yazmaya, Havana sigarası ve kahveden sonra esnemesinden ilham alarak esnemek üzerine düşünmekten eleştirmenlerin/eleştirinin gerekliliğini vurgulamaya kadar uzanan farklı alanlarda çalışmış. Tüm kudretine rağmen sakin bir denizin insana boyun eğmesini, aşk ile evliliği veya tahtakurusu ile aslanı kıyasladığı ve ilkini neden ikincisinden daha cesur ve üstün gördüğünü anlatan keyifli yazıların da yer aldığı bu derlemede diğer tüm yazıların aksine, şiirlerindeki sembolizme yakın duran ve en hoş yazılardan biri olan “Ay” gibi parçalar da var.

1928 yılının Eylül ayında İstanbul’dan vapurla çıkılan ve Napoli ve Marsilya’da geçirilen kısa sürelerden sonra Paris’teki günlerle sona eren yolculuktan izlenimler var kitabın ikinci bölümünde. “Yabancı memleketlerde seyahat eden adam, üzerinde aynı ehemmiyette üç şey taşır: Canı, kesesi ve pasaportu.” diye yazan yazar Paris’in ve Paris kadınının insanı sarhoş eden havasına bolca değindiği notlarında o dönemin sanat akımlarından (Dadaizm, Kübizm, Fütürizm ve Sürrealizm) Paris’in hızla gelişmesine ve bunun sonuçlarına (trafik problemi gibi) kadar uzanan farklı alanlardan bahsediyor okuyucuya ve bu notlarında “fevkalâde maceralar” okumayı bekleyip, bunu bulamadığı için hayal kırıklığına uğramış olabileceklere orada bir Amerikalı turist gibi gezmediğini (kendileri için hazırlanmış turistik görüntülerin peşine düştüklerini söylediiği bu turistler için şöyle diyor: “Amerikalı seyyah, gezdiği dünyanın hiçbir tarafını hakiki çehresiyle görmüyor. Yaptığı iş, kendi sadeliğini memleket memleket dolaştırmak ve âlemi kendisine kıs kıs güldürmekten ibarettir.”), bulvarlarda ve Seine nehri kıyılarında “hiçbir şey yapmadan” gerçekleştirdiği gezilerle şehri tanımayı ve oradaki yaşamı oranın yerlisi gibi anlamayı denediğini söylüyor.

Hâşim’in zengin dilinin bir örneği olan ve şiirlerindeki sembolizmin yerini çoğunlukla yalın bir tarza terk ettiği bu yazıları içeren kitabın okuma serüvenini güçleştiren bir yanı var eleştirel basımı hazırlayanların ve/veya yayımevinin tercihinden kaynaklanan. Doğru bir tercih ile yazıların diline (Türkçesine) dokunulmamış ve bu da doğal olarak, günümüz dilinde hemen hiç kullanılmayan pek çok kelimeyi içeren yazılar için kitabın arkasında yer verilen “küçük sözlük”ün çok sık kullanımını gerektirmiş. Yine kitabın sonunda, eleştirel basımın gereği olarak, “Notlar” başlığı altında Hâşim’in kitabı hazırlarken yazıların orijinalinde yaptığı küçük değişiklikleri içeren bir bölüm de var. “Yazıların Bibliyografik Künyeleri” adlı bölümde ise her bir yazının İkdam gazetesinin hangi tarihli sayısında yayımlandığını gösteren bir liste yer alıyor. Böyle olunca tek bir yazıyı okurken, zaten kısa olan yazıları okumaya ayrılan süreden daha fazlasını yazı ile arkadaki tüm bu bölümler arasında gidip gelirken harcıyorsunuz. Oysa bu üç bölümden en azından ikisi dipnot olarak doğrudan yazı ile birlikte basılmış olsa okuyucu için çok daha rahat ve keyifli olurdu kitap. Ek olarak, okuyucuyu aydınlatacak kimi açıklamalara da yine dipnot olarak yer verilmeliydi diye düşünüyorum. Böylece, örneğin, “Mükeyyifat” başlıklı yazıdaki mısraların Nedim’in bir gazelinden olduğunu meraklı bir okuyucu kendisi araştırmak zorunda kalmazdı. Benzer şekilde, Hâşim’in Paris’te kurulmakta olduğundan heyecanla bahsettiği ve çok övdüğü “Darülfünûn Şehri”nin neresi olduğu (Paris’e akademik çalışmalar için gelen akademisyen ve öğrencilerin kaldığı, “Cité Internationale Universitaire de Paris” adındaki kompleks) çoğunluk için bir muamma olarak kalmazdı. Neyse ki Hâşim’in nerede ise 90 yıl önce yazılmış deneme ve gezi notlarının keyifle okunan içerikleri kitabın bu biçimsel sıkıntısının önüne geçiyor rahatlıkla.

Giovanni’nin Odası – James Baldwin

Amerikalı yazar James Baldwin’in “eşcinsel edebiyat”ın klasiklerinden biri olan romanı. Paris’te geçen ve bir Amerikalı ile bir İtalyan arasındaki trajik aşkı anlatan roman sade ve güçlü dili ile çok etkileyici bir kitap ve bu “imkânsız” türden olan aşkı 1950’lerin koşulları düşünüldüğünde vurucu ve açık bir biçimde anlatması ile önemli olan bir eser. İki erkek kahramanından (eşcinselden çok biseksüel tanımını hak eden doğaları var aslında her ikisinin de) biri olan Amerikalı David’in ağzından yazılan kitap, onun İtalyan Giovanni ile olan aşkını gerçekçiliğin ve dürüstlüğün egemen olduğu satırlarla anlatıyor okuyucuya. Kendisi de eşcinsel olan James Baldwin hayli “içeriden” anlatmış David’in duygularını ve trajik finalini baştan söylemesi ile tüm satırlara sinen bir hüzün duygusunu egemen kılmış romanında.

Kendisini 1950’li yıllarda A.B.D.’de içinde olunabilecek olan en kötü durumlardan birinde (eşcinsel, siyah ve komünist) bulduğunu söyleyen Baldwin’in bu kitabının zamanında şimşekleri üzerine çekmesinin nedeni sadece eşcinsel aşkı tüm açıklığı ve doğallığı ile halkın önüne getirmesi olmamış; bir siyah yazar olarak iki beyaz karakter arasındaki bir eşcinsel aşkı anlatmaya cüret etmesi de kimi çevrelerin tepkisine neden olmuş. Baldwin karakterlerinin neden siyah olmadığını, kitabın eşcinsel aşkı anlatması ile zaten yeterince “yüklü” olduğunu, bu temaya bir de etnik bir unsur katmasının ağır geleceğini söyleyerek açıklamış. Kitabın etki gücünü ve ilk satırından son satırına kadar sizi elinden hiç bırakmayan çekim gücünü düşündüğünüzde kesinlikle katılacağınız bir ifade bu ve tersi durumda (beyaz bir yazarın siyahlar arasındaki bir aşkı anlatması) yazarın tercihi hiç de cüretkâr olarak değerlendirilmeyeceği için gelen tepkilerin ayrımcı bir bakışın sonucu olduğu açık.

Baldwin kitabında odağına eşcinsel bir aşkı alıyor ama başka ayrımcılıklara veya temalara değinmekten de geri durmuyor. Örneğin İtalyan adamın başına gelenin, Fransa’da ne olursa olsun bir yabancı olmasının da sonucu olduğunu hissettiriyor ve bir anlamda “sorunu çözen” cinayette öldürülen tarafın köklü bir Fransız ailesinden olmasının normalde “yoz” olarak görünecek ve halk tarafından kabul görmeyecek yaşam tarzının önüne geçmesini de bu ayrımcılığın bir sonucu olarak ortaya koyuyor. Baldwin kitabında Avrupa ve Amerikalı karakterlerin kıyaslamasına da girişiyor ve David’in kız arkadaşı olan Hella karakterine şunları söyletiyor: “Amerikalılar asla Avrupa’ya gelmemeli, çünkü bir daha asla mutlu olamıyorlar. Mutlu olmayan bir Amerikalının ne anlamı var? Sahip olduğumuz tek şey değil mi mutluluk?” Biri elbette içinde hep bir yara olarak kalacak ama zamanla etkisi azalacak bir aşkı kaybeden, diğeri kendisi ile ne yapacağını bilemediği bir şekilde yalnız kalan iki Amerikalı acı çekiyor ama somut olarak kurban olan biri varsa, o da İtalyan oluyor. Bunu kendi mutluluk arayışında bir Avrupalının kalıcı mutsuzluğuna yol açan Amerikalı bir sembol olarak yorumlamak gerekir belki de.

Romanını 1949 yılında, kendisi 24 yaşındayken aşık olduğu ve o tarihte henüz 17 yaşında olan İsviçreli Lucien Happersberger’e ithaf eden James Baldwin üç yıl süren arkadaşlıklarının Happersberger’in evlenmesi üzerine sona ermesi nedeni ile bunalıma girmişti. Romanında da benzer bir gelişme var ve Baldwin’in de kahramanı David gibi bir süre Paris’te yaşamış olması romanın bu kadar içeriden yapılmış bir gözlemle yazılabilmiş olmasını açıklıyor. Eşcinsel barları ve oraların müdavimlerini, başka (bir diğer ifade ile söylersek, “normal”) bir hayat kurmalarına imkân vermeyen bir toplum düzeninde giderek sefih bir hayata sürüklenen ve genç oğlanların peşinde koşan yaşlı eşcinselleri ve tüm bu karakterlerin korkularını, zavallılıklarını ve yaşama tutunmaya çalışmalarını etkileyici bir resimle anlatıyor Baldwin. Merak uyandıran; aşk, cinayet, terk etme/edilme, şüphe ve korkularla dolu çekici satırlarla açılan kitap, özgür olamayan ve olamayacak olan karakterinin “… belki de bizi perişan eden bu oldu, çünkü alabildiğince yaşandığında özgürlük kadar dayanılması güç bir şey yoktur” cümlesinin de bir parçası olduğu şekilde, özgür olmak ve/veya kendin olabilmek temasını barındırıyor bünyesinde acılı bir şekilde.

David’in ilk cinsel uyanışının, ilk cinsel ilişkisinin ve sonrasında yaşadığı korku ve dehşetin anlatıldığı bölüm; tanık olunmayan bir giyotinle idam sürecinin hayal edilmesi; iki aşıktan birinin diğerine “… karşı içimde sevgim kadar güçlü ama yine aynı köklerden beslenen bir nefret uyandı.” cümlesi ile ifade ettiği hislerinin uyanmasını anlatan satırlar ve terk edilenin terk edene hesap sorduğu, yalvardığı ve sonunda pes ettiği bölüm Baldwin’in sade bir üslup içinde yakaladığı gücün pek çok örneğinden sadece üçü. “İçimden her zerrem Hayır! diye haykırmasına rağmen, gerçek benliğim Evet diyordu” cümlesi ile duygularını ifade eden adamın kendisine “haset ve şehvet”le bakan denizci ile olan kısa karşılaşma ânı ve yine aynı adamın sevgisilini terk ettikten sonra içine düştüğü kaos sırasında bir başka denizcinin peşine düşmesi ve onunla yaşadıkları da benzer şekilde Baldwin’in başarısını gösteren diğer örnekler olarak verilebilir.

Sembollere de şık bir şekilde başvurmuş Baldwin. Bir karakterin yazdığı ve onun hapishane günlerini anlatan kitap üzerinden aşıklardan birinin kendisini içinde hissettiği hapishaneye gönderme yapması veya kitabın sonunda Amerikalı’nın kurtulmak istediği bir kağıdın parçalarının rüzgâr yüzünden kendisine geri gelmesi ile belki de kişinin kendisinden kaçabilmesinin imkânsızlığının hatırlatılması gibi unsurlar var kitapta. Baldwin’in bu romanının hüzünlü yanı sadece iki genç adamın yaşadıkları değil; onlardan birinin geleceği ile ilgili korku duymasına ve diğerini terk etmesine neden olan örnekler de aynı zamanda. Toplumun onaylamadığı bir aşkın trajik tarafları olan insanlar bu örnekler ve onlarda kendi geleceğini görüyor Amerikalı David. Onlardan iğreniyor (özellikle de henüz kendisini tanımadığı ve/veya kabullenmediği günlerde hayli somut olan bir duygu bu) ve aşağılıyor onları. Bu yaşlı eşcinsellerden biri olan Jacques karakterinin şu cümleleri gerçekten çok çarpıcı hem David’in kendisi ile yüzleşmesi açısından hem de sevgisi ayıplanan tüm insanlar için bir çığlık oluşturuyorlar adeta: “… Ancak asıl aşağılanması gereken, asıl adilik başkalarının ıstırabını küçümsemektir. Karşındaki insanın bir zamanlar genç, hatta senin şu anda olduğundan da daha genç olduğu, farkına bile varmadan adım adım küçük adımlarla bu hale gelmiş olabileceği hiç aklına gelmedi mi?” Gizlenmek zorunda olan, duygularını sürekli bastırması ve hep tetikte olması gereken, aşağılanan ya da “daha iyi” bir ihtimalle acınan insanların nasıl birer “çirkinlik ve kötülük” örneğine dönüşebileceğini ve yine de “zavallı” olmaktan kurtulamayacaklarını o denli yürek burkan bir şekilde ve sert olmaktan kaçınmayarak anlatıyor ki Baldwin, sadece bu bile kitabı kesinlikle okunması gerekenler arasına koyuyor.

Romanın girişinde Amerikalı şair Walt Whitman’ın bir dizesine yer vermiş Baldwin: “O adam benim; acı çektim, oradaydım”. Şairin “Leaves of Grass” adlı kitabında yer alan bu dize işte bir kısa alıntının bile nasıl şıklıkla seçilmesi gerektiğini ve romana nasıl katkı sağlayabileceğini gösteriyor bize. “O adam benim” (“I am the man”) diyor şair ve romandaki “erkek olmak” üzerine olan düşüncelere bir gönderme oluyor bu. “Acı çektim” (“I suffered”) diyor tıpkı kitaptaki karakterler gibi ki acıya yazgılı tüm bu karakterler doğaları gereği ve “Oradaydım” diyor (“I was there”) tıpkı romanın kahramanı David’in ben oradaydım ve yaşadıklarım bunlardı yaklaşımı ile olanları anlatttığı gibi. Whitman’ın kitabının da tıpkı Baldwin’in kitabı gibi “ahlâksızlığı” nedeni ile şimşekleri üzerine çektiğini belirtelim alıntının yerindeliğinin bir başka kanıtı olarak.

Baldwin 1980 yılındaki bir röportajda, Paris’e geldiğinde karşılaştığı ve kendisine içki ısmarlayan bir Fransızın fotoğrafını birkaç gün sonra bir gazetede gördüğünü ve adamın tutuklandığını okuduğunu söylemiş. Daha sonra tıpkı romanındaki gibi giyotinle idam edilmek olmuş adamın sonu ve Baldwin o sıralarda üzerinde çalışmakta olduğu romanında hiç tanımadığı bu adam hakkında yazmakta olduğunu fark ettiğini söylemiş aynı röportajda. Hayat ile sanatın birbirini taklit etmesine bir örnek diyebiliriz buna herhalde. Kahramanlarından David’in ağzından yazılmış bir çeşit “itirafname” olarak da değerlendirilebilecek romanın, bu özelliği açısından Oscar Wilde’on “De Profundis” adlı mektubu (ya da monologu) ile akrabalığı olduğunu da ekleyelim son olarak ve kitabı mutlaka okunması gerekenler arasına koyalım.

(“Giovanni’s Room”)

Üç Hikâye – Gustave Flaubert

Fransız yazar Gustave Flaubert’in ilk basımı 1877 yılında gerçekleştirilen ve üç uzun hikâyeden oluşan kitabı. Bu hikâyelerin ilkinde (“Saf Bir Kalp”) eğitimsiz ve saf bir hizmetçi kızın adanmışlıklarla ve yalnızlıkla geçen hayatı anlatılırken, ikincisinde (“Konuksever Aziz Julien’in Efsanesi”) Flaubert, Rouen Katedrali’ndeki “Konuksever Aziz Julien” vitrayından yola çıkarak bu katolik azizinin hikâyesini bilinenden çok farklı bir şekilde çıkarıyor okuyucunun karşısına. Son hikâye olan “Herodias”ta ise dinî hikâyelerin/efsanelerin de karakterlerinden biri olan kral Herodes ve Vaftizci Yahya’nın başının kesilerek öldürülmesi anlatılıyor.

Flaubert hikâyelerini yazarken pek çok kaynaktan esinlendiği gibi, onun hikâyeleri de başka sanatçılara esin kaynağı olmuş. Yazar ilk hikâyede kendi hayatındaki kimi olaylardan yararlanmış hem baş karakter hizmetçi Félicité’yi hem de kardeşi Paul’ü çizerken. İkinci hikâye hem gerçek bir karakterin hayatından hem de onu anlatan ünlü bir vitraydan yola çıkmış, çok farklı yollara sapsa da daha sonra. Son hikâyede ise yine gerçek kahramanının hayatından yola çıkıp, -hikâyedeki dans bölümü için- Yahya’nın başının kesilmesini sağlayan Salomé’yi ünlü dansını yaparken resimleyen Rouen Katedrali’ndeki kabartmadan ve Mısır’da seyrettiği bir dansözden ilham almış. Buna karşılık ilk hikâye Julian Barnes’ın “Flaubert’s Parrot – Flaubert’in papağanı” adlı romanına, ikinci hikâye Camille Erlanger’in aynı isimli operasına, son hikâye ise Oscar Wilde’ın “Salome” adlı oyununa ve Jules Massenet’in “Hérodiade” adlı operasına esin kaynağı olmuş. Kitabın girişinde, geçen yıl hayatını kaybeden Veysel Atayman’ın genel olarak Flaubert’i ve eserlerini de kapsamına alan ve hikâyelerin her birini analiz eden doyurucu bir yazısı var ki belki sadece kitabı okumadan önce değil, kitabı bitirdikten sonra da geri dönüp okumayı gerektirecek kadar önemli ve yararlı bir yazı bu ve Flaubert’in en önemli eserlerinden biri sayılan bu kitaba yakışıyor gerçekten.

İki tarihsel/efsanevî kişilik ve bir kurmaca karakterin baş karakterleri olduğu bu üç hikâyede ortak bir tema yok tam olarak ama ilk ikisinin yalnızlık (daha doğrusu giderek yalnızlaşma), kaybetme ve fedakârlığı içine alan kimi ortak yanları var. Masal havasını da taşıyan ve sade bir dil ile yazılan bu üç hikâyede hayli güçlü bir atmosfer oluşturmuş Flaubert ve özellikle ikinci hikâyede, okuyanı çarpan pek çok etkileyici satır yaratmış. “Konuksever Aziz Julien’in Efsanesi”nde bir katliama dönüşen avlanmayı ve bir kehanetin dile getirilmesi veya yine aynı hikâyede kahramanın bir ormanda tek başınayken ve korkuları ile yüzleşirken hayvanlarla karşı karşı karşıya kaldığı bölüm örneğin, yazının ve gerçek edebiyatın gücünü müthiş bir şekilde kanıtlıyor okuyucuya. İlk hikâye, üzeri çok da örtülü olmayan sert din eleştirisi ile önemli olmasının yanısıra, göndermeleri ile de diğer iki hikâyeden farklı bir yerde duruyor. Hayatı “önemsiz” bir hizmetçinin hikâyesi üzerinden Fransız sömürgeciliğinin de eleştirisini yapıyor burada Flaubert ve içerdiği mistik havaya rağmen, bu hikâyeyi diğerlerinden daha gerçekçi bir dil ile anlatıyor. Veysel Atayman’ın yazdığı gibi (“… Félicité sona doğru yaklaştıkça çevresi ıssızlaşıp bir tür “çöle” dönüşür. Hayat ağır ağır sönerken o da yalnızlaşır, sefilleşir; saflığı, cahilliği içinde hapsolur. Ölürken dudaklarında bir gülümseme vardır. Belki o da bir tür ermiştir…”) bu hikâyenin de ikincideki gibi bir ermişi anlattığını söylemek mümkün kurgusal karakteri üzerinden.

Güçlü bir kalemden çıkan bu üç öykü Flaubert’in eserleri içinde farklı bir yerde duran, müthiş bir okuma keyfi veren ve edebiyatın gücünün kanıtı olan eserler. Kitabı bitirdikten sonra onlara ilham veren veya onların ilham verdiği ya da aynı kaynaklardan beslenen diğer sanat eserlerine göz atmak da ayrı bir keyif verebilir. Benim için bu eser Carlos Saura’nın 2002 tarihli “Salomé” adlı filmi (bir dans/flamenko filmi demek daha doğru aslında) oldu.

(“Trois Contes”)