Yeryüzü Sürgünü – Pär Lagerkvist

1951 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan İsveçli yazar Pär Lagerkvist’in 1925 tarihli kısa ve otobiyografik romanı. Orijinal adı Türkçede “Gerçeğin Misafiri” olsa da bizde “Yeryüzü Sürgünü” adı ile basılan kitap, bir çocuğun küçüklüğünden ergenliğe kadar olan günlerini anlatırken, onun mutlu çocukluk hayatının sahip olduklarını kaybetme (ve kendisinin ya da bir yakınının ölmesi) korkusu ile gölgelenmesini anlatıyor. 1961 yılında Bengt Lagerkvist tarafından İsveç televizyonu için çekilen bir filme de kaynak olan kitabın sonunda yazarın “Yeraltı” adında bir hikâyesi de yer alıyor ayrıca. Girişte yer alan -ve ne yazık ki kim tarafından yazıldığı belirtilmeyen- önsözde kitabı hem biçimsel yönden hem de içeriği açısından ele alan kısa ama derin bir analiz yer alıyor. Kitabın dilinin yalınlığının aksine bir parça kompleks bir dili olan bu önsözü belki de romanın kendisinden sonra okumak daha yararlı olabilir; bu şekilde Lagerkvist’in “basit ve durgun” görünen kitabının derinliğinin ve genç bir karakterin “hayat”ı sorgulamasını ve inanç kavramı ile mücadelesini anlatan içeriğinin üzerinde tekrar düşünme fırsatı yaratılabilir.

Dönemin sıradan bir İsveçli ailesinde, dindar bir ortamda yetişen romanın kahramanı Anders’in (yazarın kendisi de diyebiliriz kitabın otobiyografik özelliklerini düşününce) bir yandan keyifle bir yandan korku ile geçen günlerini anlatıyor kitap ve yazarın diğer eserlerinde de olduğu gibi inanç kavramı üzerine değinmeler taşıyor. Kitapta ek olarak yeralan hikâye de benzer bir şekilde, dilencilik yaparak yaşayan sakat bir adamın yazarı (hikâye yazarın ağzından birinci şahısla yazılmış) şaşırtan huzuru ve kendisi ve hayat ile barışıklığını anlatırken, yine bu mutluluğun Tanrı (ve daha genel olarak inançlı olmak) ile ilgisi(zliğ)ini ele alıyor. Romanın kahramanı Anders ailesindeki diğer bireyler gibi sık sık Tanrı’ya sığınıyor ve dua ediyor ama büyüdükçe etrafındakilerin sahip olduğu inançtan uzaklaşıyor; belki de, önsözde belirtildiği gibi, Anders “imansız bir inanc”a ulaşıyor.

Bu “olaysız” romanda etkileyici bölümler oluşturmuş yazar; temsil ettiği (ya da sembolü olduğu) öğelerle annenin anlatıldığı bölüm, büyükannesinin ve büyükbabasının evinde kalan Anders’in o sıralarda aklını epey meşgul eden ölüm kavramı (ve neden olduğu korku) nedeni ile hissettiklerini ya da cenaze törenini ve sonrasını anlatan satırlar tüm sadelikleri ile çok etkileyici. Yazarın “Barabbas” ya da “Dvärgen – Cüce” adlı romanları kadar popüler olmasa da bir sorgulamayı ve uzlaşmayı anlatan bu kısa roman okunmayı hak eden bir edebiyat eseri.

(“Gäst hos Verkligheten”)

Büyük Çekişmeler – Hal Hellman

Hal Hellman’ın yazdığı ve TÜBİTAK’ın “Popüler Bilim Kitapları” dizisinden yayımlanan kitap, bilim tarihten seçilmiş on adet “çekişme”nin hikâyesini herkesin rahatlıkla okuyabileceği bir dil ile anlatan bir çalışma. Yerleşik görüşlere aykırı bir yeni düşüncenin ortaya atılması, rekabet, hırs veya buluşun/keşfin/fikrin ilk sahibi olma mücadelesi gibi nedenlerle ortaya çıkan bu çekişmeler fiziksel boyuta dökülmese de kitabın epey sıkı kavga öyküleri anlatmasına fırsat sağlamışlar. Hellman kitaba yazdığı girişte çalışmasının kazananların olduğu kadar kaybedenlerin de öyküsünü anlattığını söylerken, “… bilim adamlarının da insani duygulara sahip olduğunu, gurur, tamah, saldırganlık, kıskançlık, hırs gibi duyguların yanısıra dini ve milli duygulardan da etkilendiklerini, hepimiz gibi hayal kırıklığına ve basiretsizliğe uğrayıp ufak tefek şeyleri dert ettiklerini, kısaca onların da birer insan olduğunu göstermek istiyorum.” diye belirtiyor hedefini ve genel olarak değerlendirildiğinde de bu hedefini tutturuyor. Yine girişte yazarın vurguladığı gibi çekişmelerin bir kısmının arkasında din ile bilimin çatışması yer alıyor ve dünyanın güneşin etrafında dönmesinden evrim teorisine uzanan farklı konularda bu çatışma kendisini hep gösteriyor.

Hellman bu kitabının benzerini tıp, teknoloji ve matematik alanlarındaki çatışmalar için de yazmış ve “çekişmeler” temalı bir dizi oluşturmuş bir bakıma. Yazar anlattığı çekişmeleri genellikle yaşandığı dönemin toplumsal koşullarını ve çekişmenin iki tarafının hayat anlayışlarını da içerecek bir şekilde ele almış ve çekişmenin konusu olan bilimsel kavramı da herkesin anlayabileceği bir şekilde sunmuş okuyuculara. Konuların uzmanları için muhtemelen çok da yeni bir şey söylemeyecek ve daha çok hızla okunabilecek bir eğlencelik olarak görünecek olan kitap, geniş halk kitleleri için ise hem öğretici hem eğlendirici bir havaya sahip. Hellman akıcı bir dil ile yazmış bilim tarihinden seçtiği on çekişmeyi ve tüm çekişmelerin temelinde yatan temel unsurları araştırmacı ve yorumlayıcı bir şekilde aktarmış. Hellman’ın ele aldığı on çekişme, tarafları ve konuları ile şu şekilde:

1) Papa VIII. Urban – Galileo (Galileo’nun evrenin merkezinde dünyanın olduğu ve dünyanın güneşin çevresinde döndüğünü söylemesi)
2) John Wallis – Thomas Hobbes (Geometri ile kalkülüs odaklı yaklaşımlar arasındaki çekişme)
3) Isaac Newton – Gottfried Wilhelm Leibniz (Kalkülüsün prensiplerini ilk oluşturanın kim olduğu tartışması)
4) Voltaire – John Turberville Needham (Türeme konusundaki “önceden-oluşumcu” ile “kendiliğinden türemeci” yaklaşımlarının çatışması)
5) Thomas Henry Huxley – Samuel Wilberforce (Evrim teorisi. Çekişmenin bir tarafında Darwin yer alıyorsa da, karakteri böylesine şiddetli ve bugün de süren bir tartışmanın tarafı olmaya uygun olmadığı için uzak durmuş bu kavgadan)
6) Lord Kelvin – Jeologlar ve Biyologlar (Kelvin’in dünyanın yaşı ile ilgili tahmininin önemli kuramlarla çelişmesi)
7) Edward Drinker Cope – Othniel Charles Marsh (Dinozor fosilleri ile ilgili çalışmaların sahipliği)
8) Alfred Wegener – “Herkes” (Wegener’in kıtaların kayması kuramını ortaya atması ve bu kuramla çok farklı disiplinlerin uzmanlık alanlarına “müdahale etmesi”)
9) Donald C. Johanson – Leakey Ailesi (Evrimin “kayıp halkası”nı kimin bulduğu)
10) Derek Freeman – Margaret Mead (“İnsan davranışını belirleyen ana unsur doğa mı yoksa yetişme mi” tartışmasında, Mead’in “yetişme”ye ağırlık veren kitabı)

Kitabın başka çağrıştırdıkları da var okunmasını ilginç kılan: Bilim tarihinin özellikle başlangıcında matematikçileriin aynı zamanda filozof olmaları örneğin ya da hemen her çekişme örneğinde gördüğümüz gibi yeni bir düşüncenin yerleşik düşüncelerin sahipleri tarafından (özellikle de dinî kurumlar) nasıl şiddetle reddedildiği. Bunların birincisi, ülkemiz okullarının müfredatından felsefenin dışlanmasını, ikincisi ise dinin hayatın her alanında bilimsel düşünceyi dışladığı ülkemizin içinde bulunduğu durumu hatırlatıyor elbette.

Bilim adamlarının kitapta yer alan örneklerdeki kimi yaklaşımlarının, “The Big Bang Theory” adlı sitcom’daki Sheldon Cooper karakterini hatırlatan hırslarının da izlerini bulacağınız, zengin bir kaynakçası olan ve Hellman’ın uzun araştırmalar sonucunda yazdığı eserin sonunda yazar çekişme konularının çözümü için, bir kurul ya da çalışma grubu oluşturulmasını, Amerikan Psikiyatri Derneği’nin eşcinselliğin bir hastalık olmadığı kararına tartışarak ve oylayarak varmasını örnek göstererek öneriyor. Belki bilim çevrelerinde bir nihai karara varmayı sağlayabilir bu yaklaşım ama genel kabul için yeterli olmayacağını, en azından geniş çevrelerin eşcinselliği hâlâ bir hastalıktan öte bir sapkınlık olarak görmesi gösteriyor olsa gerek.

(“Great Feuds in Science: Ten of the Liveliest Disputes Ever”)

Ayrı Yol – André Gide

Nobel ödüllü Fransız yazar André Gide’in ilk basımı 1902 yılında yapılan romanı. Orijinal adı “L’immoraliste” olan kitap bizde “Ayrı Yol” adı ile basılmıştı. Türkçe adı romanın kahramanının arayışını (ve seçimini) vurgularken, orijinal adı kahramanın kendisini anlatan bir ifade. Orijinal ismin Türkçe karşılığının “ahlâksız” (veya daha doğru bir ifade ile “yerleşik ahlâki değerlere aykırı”) olarak çevrilebileceğini düşünürsek, bu isim sert gelmiş olabilir bizim yayıncılara. Gide’in otobiyografik özellikler taşıyan bu romanı genç bir Fransız arkeoloğun -kitabın arka kapağındaki ifade ile- “yaşama ilişkin derinlikli bir öz-sorgulama, yeni bir kimlik arayışı”nı ele alırken, “ahlâkla cinsellik, düşünceyle duygu, beyinle kalp arasındaki sürekli çatışma halini anlatan ve “… geleneksel toplum düzenini zorlayan bir serüven”. Bu arayışında, bastırdığı eşcinselliğini keşfeden ve bununla beraber genel bir özgürlük arayışına düşen genç Fransızın aştığı yerleşik değerler sadece toplumun çoğunluğunca -en azından o dönem için- ahlâksız bulunan eşcinselliği içeren eylemler ile sınırlı kalmıyor ve karısı ile çıktığı balayında başlayan bir eğilimi de içeriyor ki kabul edilebilir bir değer değil bu: Her ne kadar romanda fiziksel boyutu genellikle belirsiz bırakılsa da (ya da belirsiz bir şekilde ima edilse de), Michel adındaki bu adam “genç Arap çocuklar”a düşkünlük ile başlayan ve daha sonra Fransa’daki hayatında da devam eden bir sapkınlığın etrafında gezinirken, sınırlarını aşıyor da muhtemelen.

Michel’in yanına çağırdığı üç arkadaşına anlattığı kendi hikâyesini bu üçünden birinin Michel’in iş arayışına yardımcı olması için bir devlet yetkilisine gönderdiği mektupta aktarması şeklinde yazmış romanı Gide ve mektup Michel kendisini anlatır gibi yazıldığı ve bu da birinci ağızdan bir anlatım sonucunu doğurduğundan, kitabın otobiyografik özelliklerini desteklemiş bu seçim. Evet, kesinlikle otobiyografik öğeleri olan bir roman bu; Gide’in kendisinin de benzer bir eğilimi olması ve bu eğilimin fiziksel karşılığının da hayatında yerinin olmasının yanısıra, yazar da romanın kahramanının yaptığı gibi bir Kuzey Afrika yolculuğu yapmış. Kitabı sapkın bir roman olarak nitelemek mümkün ve belki doğru da ama öte yandan Michel’in ağzından yazılan romanın kahramanının yaşadıklarını o denli sıradışı göstermemesi (veya Michel’in tüm yaşadıklarını ve hissettiklerini öylesine zararsız bir şeymiş gibi anlatması) bir soru işareti doğuruyor ve tekrar düşünmeyi zorunlu kılıyor bir yargıya varmadan önce. Aslında belki tam da bu anlatım biçimi nedeni ile sapkınlık yargısını pekiştiren de olacaktır kuşkusuz. Üstelik Michel’in (ve yazarın) hikâyesini anlattığı arkadaşlarını (ve dolayısı ile okuyucuyu) hissettiklerinin doğruluğu/normalliği konusunda ikna etmeye çalışan bir havası da var bu anlatma biçiminin ve romanın sade üslubu da bu normalleştirmeyi destekliyor açıkçası.

Roman, Michel’in sadece cinsel kimliği konusundaki özgürlük arayışını değil, toplumda başka alanlardaki yerleşik değerlere karşı olan tutumunu da anlatıyor aslında (yaptığı evlilik bir aşkın değil, bir sosyal normun gereğini yerine getirmenin sonucu örneğin ya da önyargıları ile birlikte maddi varlıklarını da geride bırakıyor vs.) ama roman boyunca öne çıkan cinsel arayış kesinlikle ve Michel’in her karşılaştığı genç erkeği (ve erkek çocuğu!) “fiziksel çekicilikler”i ile tanıtması ve bunun kendisine hissettirdiklerini ifade etmesi de bunun göstergelerinden biri: “… topukları çok hoş, bilekleri de öyle.”; “Sağlığı ne kadar yerindeydi! Buydu onda tutulduğum: sağlık. Bu küçük bedenin sağlığı güzeldi.”; “Özellikle biri çok çekiyordu beni: oldukça yakışıklı, iriydi…”; “Théocrite’in bir dizesi gibi güzel, bir meyve gibi tatlı, hoş kokulu, pırıl pırıldı.” Daha pek çok örneği var bu tür cümlelerin kitapta ve Michel doğrudan adını koymadan tüm bunları anlatıyor arkadaşlarına açıkça ve herhangi bir tepki bir yana bir yargılama ile bile karşılacağını düşünmeden (bu da bir “normalleştirme” örneği olabilir kuşkusuz).

Gide’in romanı kolay okunan bir yalınlıkla yazılmış ama okuyucusunu düşündürten ve -yukarıda belirtilenleri de kapsayan- sorular sormasını da sağlayan bir çalışma. Tahsin Yücel’in çevirisi özenli ve okuma tecrübesinin keyfini de arttırıyor. Buna karşılık kimi gerekli dipnotların eksik olduğunu da söylemek gerek: “Şeşya”, “burnus” veya “gandura” gibi yöresel kıyafetlerle ilgili bir açıklama yokken, “kanefor” kelimesi için bir dipnot düşülmüş nedense örneğin. Bu internet çağında ve herkesin bilgiye daha rahat erişebildiği günümüzde çok önemli değil bu kusur belki de ama yine de konunun ihmal edildiği açık. Bu kusuru bir yana, Gide’in eseri okunmayı (ve şüphesiz yargılanmayı!) hak ediyor ve kahramanının arayışını ilginç kılmayı (ve hatta okuyucusunu ortak etmeyi) başaran kitapta Michel’in arayışının ve bu süreçte kendisine odaklılığının “kurban”ı olan karısı Marceline ise başka bir romanın trajik asıl kahramanı olmayı hak ediyor.

(“L’immoraliste”)

Karşılaşmalar – Adalet Ağaoğlu

Adalet Ağaoğlu’nun deneme türündeki bu kitabı, yazarın 1984 – 1992 arasında dergi ve gazetelerde yayımlanan yazılarını ve kendisi ile yapılan söyleşileri kapsayan ve ilk basımı 1993 yılında gerçekleştirilen bir eser. Kitabın devamı niteliğinde üç eser daha yayınmanmıştı sonradan: “Başka Karşılaşmalar” (1996), “Öyle Kargaşada Böyle Karşılaşmalar” (2002) ve “Yeni Karşılaşmalar” (2011). Kitaba neden “Karşılaşmalar” adını verdiğini şöyle açıklıyor Ağaoğlu giriş yazısında: “Sözcüğü bütün olarak ele aldığınızda da, parçalara böldüğünüzde de ortaya çeşitli karşı olma, karşı durma, kaçma, buluşma, kucaklaşma, burun buruna gelme, öte kıyıya geçme, karşılaşma durumları çıkmaktadır: Karşı / Karşıla / Karşılaş / Karşılaşma / (yine) Karşılaşma / ve tabii: Karşılaşmalar… Her yerde, her zaman: Özellikle de yaratırken; yazarken ve okurken.” Dergiler için yazdığı yazılar, gazetelerdeki köşe yazılları ve kitapları üzerine kendisi ile dergi ve gazeteler için yapılan söyleşiler olarak üçe ayrılan kitaptaki Eylül 1987 tarihli bir yazısında bu “karşılaşmalar”ı biraz daha detaylandırıyor yazar ve şöyle diyor: “Karşılaştıklarımız, karşımıza çıkanlardır. Ama onlar durup dururken çıkmaz karşımıza. Biz bugün o yollardan geçtiğimiz, şu köşeden sapmayı seçtiğimiz için çıkar.” İşte bu deneme türündeki kitapta da Adalet Ağaoğlu karşısına çıkanlar ve onlarda gördükleri üzerine düşünmüş ve yazmış. İlk iki bölümde farklı konular üzerine yazılar var, üçüncü bölümde ise yazarla Üç Beş Kişi”, “Hayır” ve “Ruh Üşümesi” kitaplarının ilk kez yayımlandığı tarihlerde yapılan söyleşiler var ve bu söyleşiler ağırlıklı olarak bu kitaplar (ve ikinci kitabın bir parçası olduğu “Dar Zamanlar” üçlemesinin diğer iki kitabı “Ölmeye Yatmak” ve “Bir Düğün Gecesi” romanları) ve onların içerik ve biçimsel özellikleri aracılığı ile Ağaoğlu’nun yazarlığı üzerine yapılan konuşmaları içeriyor.

İlk iki bölümdeki yazılarda Ağaoğlu’nun ele aldığı konulara bir yazar, bir sanatçı gözü ile bakıyor ve düşüncelerini bu şekilde dile getiriyor olması dikkat çekiyor ve bu bakış, yazıları sıradan, daha doğrusu değeri yazıldığı günlerle sınırlı olmaktan uzaklaştırıyor. Örneğin “Şehir Dergisi”nin Nisan 1988 sayısında yer alan “Beyaz Kent Lizbon ve Galata Kulesi – King Kong – Empire State Building” başlıklı yazıda Ağaoğlu şehirler ve hikâyeleri oralarda yaşanan filmler üzerine yazarken o şehirlerin kendisinde bıraktığı izlere değiniyor. “Ero” dergisinin Ağustos 1991 sayısında yer alan “Cinselliğin Yazılı Dili”nde ise edebiyatta cinselliği anlatmanın zorlukları üzerine düşüncelerini dile getiriyor örneğin. Bu yazılar gibi ilk bölümde yer alan diğer yazılarda da Brecht, Oğuz Atay, Reşat Nuri Güntekin veya Sevgi Soysal gibi sanatçılar üzerine olan denemeler, İstanbul ve “İstanbulca” üzerine görüşler ya da Ankara’da uzun süre yaşadığı Hatay Sokağı’ndaki komşuları (Orhan Veli’den Müşfik Kenter’e, Aydın Tezel’den Refik Ahmet Sevengil’e kadar uzanan isimler söz konusu burada) yer buluyorlar kendilerine. Milliyet ve Cumhuriyet’te yayınlanan köşe yazılarında ise dergilerde yayınlanan yazılara kıyasla daha geniş ve günlük hayata daha çok değinen konular var: Siyaset, aydın, edebiyat, kitaplar, okumak, iletişim vs.

Kitaptaki bir söyleşinde “… ben yazdığı kitaplar üstünde konuşmaktan fellik fellik kaçan biriyken, oturup konuştum. Romanlarını en kötü anlatan biri olarak konuştum hem de (uzun uzun.) Konuşurken de hep şunu düşünüp durdum: Ben niye konuşuyorum bunları? İşte, yazabildiğim kadar yazdım ya?” diyor Ağaoğlu. Üçüncü bölümde üç ayrı kitabının yayımı nedeni ile çeşitli dergi ve gazetelerle yapılan söyleşilerde bu kitaplardaki temalar ve kendi yazarlık anlayışı üzerine doyurucu konuşmalar yapmış bu düşüncesine rağmen ve özellikle de onun bu eserlerini okumuş olanların kesinlikle ilgisini çekecek kimi görüşler belirtmiş. Kitaplardaki temalar üzerine yapılan konuşmalar doğal olarak Türkiye, aydınlar, sol, özgürlük, kadınlar, intihar ve romanlarının biçim ve üslupları üzerinden ilerliyor ve Ağaoğlu’nun bu gibi konulardaki görüşlerini de romanları ile ilişkilerin üzerinden okuma fırsatı yakalıyoruz.