Şüphe – Friedrich Dürrenmatt

İsviçreli yazar Friedrich Dürrenmatt’ın komiser Barlach karakterini kullandığı ikinci ve son romanı. Savaş suçlusu bir nazi olduğundan şüphelendiği bir doktorun peşine düşen komiserin hikâyesi yazarın felsefesi de olan suç romanlarından biri. Başlanınca sonuna gelmeden bırakıl(a)mayan türden romanlardan olan bu polisiye, belki fazla bir “derinliğe” sahip değil ve çözüm de biraz kolay geliyor ama “şüphe” hayli erkenden netleşmiş olsa da Dürrenmatt eserini sürükleyici kılmayı başarıyor. Kötü karakterinin eserin felsefe yanını oluşturan sözlerin ve düşüncelerin sahibi olması da bir başka ilginç yanı romanın. Polisiyenin başyapıtlarından değil ve komiserimiz de örneğin bir Maigret gibi kült bir karakter olmaktan uzak ama keyifle ve süratle okunan eserlerden biri.

(“Der Verdacht”)

Yaşamın Ucuna Yolculuk – Tezer Özlü

Çok gecikmiş bir okuma daha. Tezer Özlü’nün “anlatı” türündeki kitabını Türkçe olarak ilk kez yayımından tam yirmi sekiz yıl sonra okumuş olmanın izah edilebilecek bir yanı yok; üstelik okunan her cümlede ve her bir kelimede tanıdık onca şey varken.

Özlü’nün İtalyan yazarlar Italo Svevo ve Cesare Pavese, ve Franz Kafka’nın izlerini sürerek Avrupa’da yaptığı yolculuğun bu kısa ama güçlü anlatımı, yazarın kendisini, hayatı ve tüm bir insanlık durumunu sorgudan geçirdiği bir sürecin notları bir bakıma. Bu sorgulama o bildiğimiz türden, yani eldeki bir takım verilerden yola çıkarak ve onları birleştirip gerçeği keşfetmeye yönelik türden, bir sorgulama değil. Özlü hissediyor, soruyor, tespit ediyor ve yalnızlığını titizlikle koruyarak yaptığı yolculuğu boyunca acılarını bir yandan okuru ile paylaşırken bir yandan onunla mesafesini korumayı da başarıyor. Yolculuk öncesindeki hayatının acı izlerini yolculuk boyunca beraberinde taşıyan ve kitabın basımından sadece üç yıl sonra ölen Özlü, okurken tek bir kelimenin bile atlanmaması gereken bir güzellikte yazmış bu eserini. “Acı odaklı bir metin” olarak özetlenebilecek kitap, metin içinde sık sık yer verdiği Pavese alıntıları ile yazarın yolculuğunu ve yazdıklarını başarı ile örtüştürüyor. Her sahnesinde yazarın kendisinin oynadığı ve diğer tüm karakterlerin onun kendisine dokunmalarına izin verdiği ölçüde yer alabildikleri bir filmin senaryosu adeta bu kitap.

Pavese alıntısı ile kitabı bitiriyor yazar ve aslında “Yaşamın Ucuna Yolculuk” adlı muhteşem kitabının ne olduğunu çok iyi özetliyor bu alıntı ile : “Ve yaşam yalnız rüzgar, yalnız gökyüzü, yalnız yapraklar ve yalnız hiç değil mi”. Hiç ama yaşanması gereken bir hayat…

Pusu (devletin yeni sahipleri) – Ahmet Şık

Artık kitapçıların raflarında “Cezaevlerinde yazılan kitaplar” diye bir bölüm açılsa yeridir. Geçmişte de bu konuda örneklerin bolca olduğu bir tür bu Türkiye’de ve son beş yıl içinde de ciddi bir patlama oldu bu konuda. Ahmet Şık cezaevinde başladığı ve son bölümlerini de “dışarıda” tamamladığı kitabında temel olarak kendi gözaltına alınma sürecine ve “içeride” geçirdiği zamana odaklanarak ve kendi yaşadıklarından yola çıkarak ülkede neler olup bittiğini analiz ediyor. Suçun, iddiaların, suçluların ve masumların tamamı ile birbirine karıştığı bu kaos ortamında Ahmet Şık kitabında hayli öfkeli ve cesur bir söylem tutturmuş. Öfkesi anlaşılır, cesareti de takdir edilesi bir tavır. Kitap bunun dışında tarihe de sağlam bir not düşüyor ve gözaltına alınmasına neden olduğu araştırmalarından da söz ediyor. Kitabın ekindeki ve Emniyet içindeki fişlemenin kanıtı olarak sunulan belge ise hayli çarpıcı ama başka bir ülkede ortalığı ayağa kaldıracak bu belge ana akım medyada hemen hemen sessizlikle karşılandı. Belgenin yalanlanmadığını bile düşününce Şık’ın öfkesi daha da anlaşılır oluyor. Giriş yazısının altına yazıyı yazan Umur Talu’nun adının koyulmasının unutulmasından titiz okurları rahatsız edecek kimi yazım yanlışlarına, kitabın biraz aceleye getirilmiş olduğunu da söylemek gerek. Bölüm başlıklarındaki alıntıların (Gramsci’den Neruda’ya, Hz. Muhammed’den Joseph Goebbels’e uzanan farklı dünyaların insanları bu alıntıların sahipleri) bölüm içinde anlatılanlarla çok uyumlu olduğunu da söyleyelim ve onlardan birini, Bertolt Brecht’in “Sezuan’ın İyi İnsanı” oyunundan yapılan alıntıyı hatırlatalım:

“Aramızda dolaşıp kurbanını seçiyor zorbanın teki / Sessiz kalırsak bize dokunmaz diyorsunuz”

Samizdat – Soner Yalçın

Bir buçuk yılı aşkın bir süredir artık isimleri ve içerikleri birbirine karışmış ama hedefleri ortak gibi görünen davalardan biri olan Odatv davasının tutuklu sanığı olarak cezaevinde olan Soner Yalçın’dan hızlı ve kolayca okunabilen, yine akıcı bir dille anlatılmış ve gazetecinin tutuklandıktan sonraki ilk yirmi dokuz gününe ait bir çeşit günlük özelliği taşıyan bir kitap. Yalçın diğer kitaplarında olduğu gibi yine günümüzde yaşananları Osmanlı dönemine kadar uzanan örnekler ile yan yana getiriyor ve ülkede değişen bir şey olmadığını söylüyor. Haksız bir şekilde özgürlüğünün elinden alındığına inanan bir insanın kimi zaman epey duygulandıran bu kitabı iki iz daha bıraktı bende. Birincisi, ne kadar yakından takip etseniz de korkunç bir dezenformasyona maruz kaldığınızda bir süre sonra egemen güçlerin sizi istedikleri yöne şu ya da bu ölçüde sürükleyebildiklerini görmenin yarattığı korkunç rahatsızlık. Yalçın epey örneklendiriyor bu durumu kitabında. İkincisi ise hepimizin zaman zaman düştüğü bir tuzağı fark etmenin verdiği rahatsızlık. Haksızlığa uğradığını düşündüğünüz bir insanın yanında dururken, ısrarla onunla aslında aynı düşüncede olmadığınızı vurgulama telaşı. Hangi gerekçeden kaynaklanırsa kaynaklansın, bu telaşı hissetmenin ve ona göre davranmanın yanlışlığını hatırlatıyor bu kitap.