Kærlighed På Film – Ole Bornedal (2007)

“Güzel bir kadın ve gizem. Bütün kara filmler böyle başlamaz mı?”

Bir kazaya karışan adamın iyi niyetle başlattığı başkasının yerine geçme rolünün neden olduğu olayların hikâyesi.

Danimarka sinemasından stilize bir kara film denemesi. Aşk Sahnesi 1-2-3 adlarını taşıyan üç kısa ve çarpıcı bölümle başlayan filmin Aşk Sahnesi-1 adlı bölümü sinemanın kara film türündeki başyapıtlarından biri olan “Sunset Boulevard” adlı Billy Wilder filmine selam gönderir bir tarzda konuşan bir ölü adam getiriyor karşımıza ve geri dönüşle anlatılan film yine bu sahne ile sona eriyor. Genel olarak kara film havasını tüm hikâye boyunca koruyan film stilize yanını ise başlangıç ve final ile sınırlı tutmuş genelde.

Çok çarpıcı bir şekilde çekilmiş kaza sahnesinde suçluluk hissi başlayan adamın kaza geçiren ve görme duygusunu ve hafızasını hemen hemen tamamen yitiren kadının sevgilisinin yerine geçmesi iyi niyetli bir düşünceden kaynaklanıyor ama sonra hissetmeye başladığı tutku ve yavaş yavaş gerçeğin ortaya çıkmaya başlaması hikâyeyi kara film türünün örneklerinden birisi arasına sokuyor. Evli ve iki çocuklu adamın bu olaydan önceki hayatı fazlası ile “gerçek ve normal” ve bu yeni kadının gizemi onu işte tam da bu nedenle kendisine süratle çekiyor. Özetle, içine sürüklenmekten kaçınamadığı bu rolün arkasında üç temel güdü var: kazadan dolayı duyduğu suçluluk duygusu, gizemin çekiciliği ve kendi rutin hayatından kaçma fırsatı. Gerek hikâyenin akışı gerekse karakterler ve belki özellikle de finali 50’li yılların Amerikan kara film örneklerine çok yaklaştırıyor bu filmi ve çarpıcı finali yine o dönem filmlerinin ahlâkçı özelliğini de taşıyor gibi. Bir yandan da filmin taşıdığı temel zayıflık tam da burada yatıyor. O dönem filmlerinin havasını bugüne aynen taşımak hikâyenin zaman zaman bir zorlanmışlık duygusu vermesine ve o yıllar için uygun olan seçimlerin günümüz için uygun olmayabileceğinin düşünülmesine neden oluyor. Karıştıkça karışan işler, bir ara yoldan çıkar gibi olan hikâye filmin başta vaat ettiği başarı seviyesinin altında kalmasına neden oluyor. Dağ evinde üç kişi arasında geçen yemek sahnesi örneğin, hem filmin en etkileyici bölümlerinden biri hem de tüm sahne boyunca diyaloglar ve sahnenin akışı bir şekilde tam olarak istenen vurucu etkiyi yaratmıyor. Sonlardaki “çivileme” sahnesi de benzer bir biçimde dozun epey bir kaçtığı, hani nerede ise bir şeytanla boğuşma sahnesi gibi.

Zaman zaman aksasa da sonuçta ilginç ve başarılı bir film bu. Bazı tutarsızlıkları ve hikâyenin zorlanan yanlarını bir kenara koyarsanız, Anders W. Berthelsen ve Charlotte Fich’in başarılı oyunculukları, her zaman üst düzeyde seyretmese de sahip olduğu kara film atmosferi, açılış ve kapanış sahneleri ve hikâyeye sürpriz bir son getiren Çinlileri ile çekici bir çalışma özetle. Kimi zaman iyi bir Stephen King romanı okur gibi hissettirecek bu çalışma sıkıcı ve rutin bir evlilikten kaçmak için gizemli kadınların (veya dünyaların) peşine düşenlerin başına gelebilecekler konusunda da ciddi uyarılar taşıyor.

(“Just Another Love Story” – “Başka Bir Aşk Hikâyesi”)

The Lightship – Jerzy Skolimowski (1985)

“Her şeyin değişken ve tutarsız olduğu bir dünyada, bir rota belirleyip ona bağlı kalmak hoşuma gidiyor”

Bir fener gemisine çıkan üç soyguncu ile geminin mürettebatı arasındaki mücadelenin hikâyesi.

Leh yönetmen Jerzy Skolimowski’den psikolojik dram/aksiyon karışımı bir hikâye. Hiç hareket etmeyip bir fener görevi gören gemide geçen bu tek mekanlı film iki usta oyuncusunun karşılıklı döktürdüğü ve anlattığı maceranın arka planında yeterince güçlü bir şekilde olmasa da başka temaların da peşinde olan bir çalışma.

Soyguncuların lideri rolündeki Robert Duvall ve geminin kaptanı rolünde Klaus Maria Brandauer filme başarılı oyunculukları ile ve hikâyedeki temel çatışma noktalarından birinin tarafları olarak damgalarını vuruyorlar. Evet bu film bir yandan da “otorite” odaklı çatışmaların filmi. Çete reisi ile kaptan arasında fiziksel çatışmaya dökülmeyen ama zekâ yarışının ve laf oyunlarının arkasının kesilmediği bir otorite çatışması var. Duvall bu çatışmayı farklı boyutlara taşıyarak kaptanın oğlu ile arasındaki otorite çekişmesine de yansıtmaktan geri durmuyor. Filmin bir diğer çatışma konusu olan baba ile oğul arasındaki uyuşmazlık kısmen çocuğun asiliğinden ama asıl olarak çocuğun babasının ikinci dünya savaşındaki sicili ile ilgili dedikodulardan dolayı babasına duyduğu nefretten kaynaklanıyor. Hikâyedeki bir diğer çatışma ise kaptan ile mürettabat ve özellikle geminin subayı arasındaki ne yapmaları gerektiği konusunda çıkan anlaşmazlık ve buna bağlı olarak da kaptanın gemi üzerindeki sorgulanan iktidarı.

Duvall film boyunca kendi entelektüel seviyesinde gördüğü kaptanı alt etmek, otoritesini sarsmak ve kendi zekâsını bu yolla doğrulamak için elinden geleni yapıyor. Bu çabası bir yandan da bir hayranlık içeriyor aslında; kaptana özel hikâyelerini anlatıyor ve “birbirimize iki sevgili kadar yakınız” ifadesi ile nerede ise homoerotik bir çağrışım yapan cümleler kurmaktan geri kalmıyor. Kendi tanımladığı kapsamı ile özgürlüğü sürekli vurgulayarak hiç hareket etmeyen bir geminin kaptanı olan rakibini de aşağılıyor ve kaptanın oğlu için çekici bir rol modeli olmaya soyunuyor.

Aşçının intikamı, çete reisinin dans sahnesi gibi başarılı bir şekilde kotarılmış kimi sahneler de barındıran filmin iki de zayıf noktası var. Stanley Myers imzalı müzik çok öne çıkmadan görevini yerine getiriyor ama araya sık sık giren Hans Zimmer imzalı elektronik müzikler 80’lerin elektronik klavye müziklerinin kötü örneklerinden biri ve nerede ise kulak tırmalıyor. Filmin ne atmosferi ile bir ilgisi var bu müziklerin ne de kendi başına bir çekicilikleri. Bu alçak gönüllü psikolojik aksiyonun bir diğer sıkıntısı da belki bir parça fazla alçak gönüllü olması ve bunun sonucu olarak da özellikle çatışmaların taşıdığı dramatik gücü yeterince güçlü bir şekilde aktarmaması. Bu dramatik gücü seyredenin kendisinin “keşfetmesi” gerekiyor bazen.

Seyrettikten sonra Walt Whitman’ın “O Captain My Captain” şiiri okunarak kendisinden alınan keyfin bütünlenebileceği bu film bir ustanın elinin değdiği belli olan o küçük çalışmalardan.

(“Fener Gemisi”)

Vera Cruz – Robert Aldrich (1954)

“Hiçbir işini şansa bırakma, hiç kimseye güvenme ve hiç kimseye iyilik yapma”

1866’da Meksika’nın imparatorluk ile yönetildiği zamanlarda geçen ve Amerikalı silahşörlerin de karıştığı bir “altınlar kimin olacak” hikâyesi.

Gary Cooper ve Burt Lancaster gibi iki yıldız ve usta oyuncu bu tarz filmlerin ustası Robert Aldrich’in yönetmenliğinde bir araya gelmiş ve kimi zaman eğlenceli anları da olan bu kovboy filminde başarılı bir iş çıkarmışlar. Cooper’ın daha efendi ve vicdan sahibi, Lancaster’ın ise daha kaba, alaycı ve bağımsız havalı iki silahşörü canlandırdığı filmde Lancaster karakterinin daha yüksek olan potansiyelini de kullanarak öne çıkmayı başarıyor. Sonuç olarak iyi bir ikili oluşturmuş bu filmde iki ünlü yıldız. İmparatorun zalimliğine karşı ayaklanan Meksika halkının bu çabasına silahşörlerimizin baştaki ilgisizliğini ve sadece paranın peşinde olmalarını senaryo finalde düzeltiyor elbette ve adalet yerini buluyor. Cooper’ın olduğu bir filmde onun vicdanın baskın çıkmasına ve genel olarak Amerikan sinemasının “halkları kurtaran beyaz kahramanlarına” burada da rastlamaya şaşırmamak gerekir şüphesiz.

Ernest Laszlo’nun usta görüntüleri eşliğinde anlatılan bu macerayı benzerlerinden farklı kılan iki temel unsur var; kahramanlarımızın para ile şerefli bir amaç arasında kalmaları ve filmin en eğlenceli anlarını da oluşturan “kim kiminle ve kime karşı” diye özetlenebilecek altını ele geçirme çabaları. Kontes ile iki silahşör arasında geçen ve kimin kime nasıl güveneceği tartışması üzerine keyifli anlar içeren sahne bu eğlence kısmının en bariz ve başarılı örneklerinden biri. Hikâyenin bu kısmı aslında filmin yaratıcılarının en çok odaklandığı yer ve bu anlamda filmi diğerlerinden farklı kılan para mı adalet mi tereddütünü geri plana atan ve halkın ayaklanmasını da sadece bir arka plan olarak kullanan bir biçim veriyor hikâyeye. Açılış ve kapanıştaki kırmızı büyük karakterli jenerikler filmin bir isyan veya direniş hikâyesini anlatmasından çok film boyunca dökülen kanlara referans veriyor olsa gerek. Bu dökülen kanların büyük bir kısmı de yerli halka ait ve bu kanları dökenlerin içinde kahramanlarımız da var, ve filmin bundan bir rahatsızlık duyması veya bunu bir ana tema haline getirmek gibi bir çabası yok. Ne tereddütler vurgulanıyor ne de kahramanlarımızın süreç boyunca yaptıkları tercihler sorgulanıyor. Kaldı ki tüm hikâyeyi altının yerine petrolü koyarak ve hikâyeyi günümüze taşıyarak düşünürsek gerçek hayattaki finallerin hiç de filmdeki gibi olmadığını çok rahat söyleyebiliriz. Dünyanın adaleti Amerikalıların vicdanına bırakılamayacak kadar önemli hatta kutsal bir konu olsa gerek.

Karşılıklı güven oyunları, altının şu ya da bu amaçla peşine düşenlerin çekişmesi, Lancaster’ın keyifli oyunu ve vicdan rahatlatan finali ile kesinlikle eğlenceli bir film. Filmin olmayan ve olmadığı için daha da kötü olan ideolojisini bir kenara koymak şartı ile. Aksi takdirde Birleşik Devletler’in son yüzyılda gerçekleştirdiği “adalet ve demokrasi” operasyonlarını düşünmeye başlayıp filmi unutabilirsiniz. Sonuçta “altın” ait olduğu halka gitmiyor bizim yaşadığımız dünyada.

(“İstiklâl Kahramanları”)

Go Get Some Rosemary – Ben Safdie / Joshua Safdie (2009)

“Çocukları özlemeni anlıyorum ama onları görmene izin verdiğime bile şükretmelisin”

Boşanmış ve iki çocuklu bir adamın büyü(yeme)me sorunu üzerine bir hikâye.

Kardeş yönetmenlerden birinin (Ben Safdie) ilk, diğerinin (Joshua Safdie) ikinci uzun metrajlı filmi olan bu çalışma bağımsız sinemanın karakteristik özelliklerini taşıyan çalışmalardan biri. El kamerası kullanımı, sürekli bir hafif mizah tonu, doğaçlama tadı veren diyaloglar, doğal oyunculuklar ve küçük bütçeli bir film karşımızdaki.

Sinemanın pek çok alanında (yönetmen, senarist, kurgucu vb.) olarak çalışan Ronald Bronstein bu filmdeki ve ilk olan oyunculuğunda çok keyifli ve çok başarılı. Filmi sürükleyen isim o ve hemen tüm karelerde görünüyor. Sorumlulukları ile özgürlüğü arasında sıkışıp kalan, artık bir yetişkin olma durumunu yönetmeye çalışmanın sıkıntılarını yaşayan ve temelde çocuklarına baba değil arkadaş olmak peşindeki adamı etkileyici bir biçimde canlandırıyor. Filmin açılışındaki çit üzerinden atla(yama)ma sahnesinden başlayarak film kahramanımızın karakterini eğlenceli ve çarpıcı sahneler aracılığı ile aktarmayı başarıyor. Bu zaman zaman bir çocuk naifliğindeki sevimli adamın iyimser, bağımsız ve umursamaz tavrı filmin tüm hikâyesinin de temel odağı oluyor.

Kimi dramatik olayların filmde mizah ile anlatılıyor olması ama bu mizah tonunun da kara mizahtan farklı olması zaman zaman biraz fazla hafif bir film seyrediyor gibi hissetmemize neden oluyor ama ana karakterimizin bir “çocuk adam” olduğunu göz önüne alırsak filme fazla zarar veren bir durum değil bu seçim. Yönetmenler kahramanımızın iki hafta süren yoğun ve komik hikâyesini kimi eğlenceli sahneler ile de çekici hale getirmeyi başarmışlar. Örneğin uçuşan kağıtlar sahnesi veya uyku hapı bölümleri hem eğlenceli olmayı hem de dramı artırmayı başaran bölümler.

Doğaçlamaları, el kamerası kullanımı ile belki bazen bir bağımsız sinema filmini olduğu kadar örneğin “Curb Your Enthusiasm” benzeri sitcom’ları da çağrıştıran film yönetmenlerin babalarından yola çıkarak çektiği ve başta da belirttiğim gibi yetişkin olmanın getirdikleri ile baş edemeyen iyi yürekli bir adamın hikâyesini hem eğlendirerek hem düşündürerek anlatıyor. Finaldeki taşınma sahnesi bu anlamda tüm hikâyenin de bir özeti ve “kaçış” çabası da kahramanımızın işte bu naif karakterinin sonuç vereceği çok şüpheli olan denemelerinden biri sadece. Sevgi dolu ama sevgisini gözetme sorumluluğundan çok arkadaş olmak üzerinden gösterebilen bir adamın hikâyesi özetle.

(“Daddy Longlegs” – “Git Biberiye Al”)