The Con Artist – Risa Bramon Garcia (2010)

“Hırsızsın, sanatçı değil. Lanet hırsızın tekisin”

Hapisten yeni çıkan bir adamın eski kirli işlerinden kurtulma çabasının ve sanatçı kariyerinin hikâyesi.

Suç, komedi ve romantizm arasında yolunu kaybetmiş, hedefler gibi göründüğü şıklığın ve zekâ ürünü bir polisiye olmanın da uzağına düşmüş bir film bu. Hikâyesi yeterince inandırıcı değil, oyunculuk idare eder bir seviyede ve yönetim daha çok bir televizyon filmi havasında. Hikâyenin galeri sahibi ve sanatçılar ile ilgili bölümleri pekâlâ “Sex and the City” dizisinin bir bölümü olabilirmiş ve suçla ilgili bölümleri de bir sevimli polisiye komedi dizisinin parçası olarak çekilebilirmiş gibi duruyor.

Gerek Donald Sutherland’in canlandırdığı çetenin reisinin gerekse oğlu Rossif Sutherland’in oynadığı genç sanatçımızın/hırsızımızın karakterleri pek detaya inilmeden çizilmiş gibi duruyor. Özellikle çete reisi ve benzer bir biçimde galeri sahibi ve koleksiyoncu tipleri akla gelebilecek her türlü klişenin bir araya toplandığı kişilikler ve filme amaçladığı havayı kazandırmaya da yardımcı olmuyorlar.

Özellikle finali ile rayından çıkan filme belki en fazla hafif bir filme yaklaşır gibi yaklaşıp, seyrettikten sonra unutmakta fayda var. Bir adamın sanatçı olmakla bir sıradan kötü insan olmak arasındaki çabası eğer ilginç geliyorsa bunun için Jacques Audiard’ın “De battre mon coeur s’est arrêté” filmine ve o filmde adına Romain Duris denen canavarın oyununa dönmek çok daha doğru bir seçim olur. Bu film ise hafifliği içinde kaybolup giden bir çalışma sadece.

(“Düzenbaz”)

La Rebelión de los Colgados – Alfredo B. Crevenna / Emilio Fernández (1958)

“Üretimi artırmak çok kolay. Ustabaşına söylerim, kırbacını daha çok kullanır”

1910’da diktatörlükle yönetilen Meksika’da ve devrimden hemen önce bir orman işletmesinde köle gibi çalıştırılan işçilerin ilk uyanışlarının ve isyanlarının hikâyesi.

Gizemli bir kişiliğe sahip Alman romancı B. Traven’in bir romanından uyarlanan film diktatörlük yönetiminin koşullarını en uç noktaya kadar götürdüğü bir sömürü düzeninin içinde yaşamaya çalışan yoksulların hikâyesini bir parça didaktik ve zaman zaman “şeytan Batı düzeninin” kötülüklerini anlatan eski Sovyet filmlerinin havasını taşıyan bir atmosfer içinde anlatıyor.

Devrimin peşinde koşanların, en azından gizli gizli de olsa umudunu taşıyanların seveceği bir film bu şüphesiz. Yerli Meksikalıların ve melezlerin ikinci sınıf insan bile olamadığı, beyaz Meksikalıların sömürünün her türlüsünü hak gördüğü bu filmde kötüler tamamen kötü, diğerleri de tamamen iyi ezilenler olarak görüntüleniyor ve bu da sinemasal gücünü azalatıyor filmin ama sonuçta filmin anlattığı dönemdeki düzenin şu ya da bu şekilde bu filmde resmedilen hayatlara sahne olduğu da bir gerçek. Diktatörlükten demokrasiye geçen Meksika’da veya benzer bir başka ülkede yoksulların şimdi evet bu biçimde değil ama başka biçimlerde sömürüldüğü veya hâlâ dünyanın ezenler ve ezilenler diye ikiye ayrıldığı ve çoğunluğun da bu ikinci kısımda olduğu ayrı bir konu. Benzer bir biçimde Meksika’dan biraz kuzeye çıkıp oradaki yerlilere demokrasinin savunucusu Amerikalıların neler yaptığını da unutmamakta fayda var.

Kötülüğün her türlüsünün sergilendiği bu işletmede kölelikten işkenceye, tacizden tecavüze zulümün her farklı alanından örnekler var. Evrensel bir gerçek olarak bu filmde de görüyoruz ki iktidarın maşaları iktidarın kendisinden daha çirkin. Kullanılan kamera açıları ve mizansen ile “devrimci” sinemanın, daha doğru bir deyişle Sovyet sinemasının propaganda filmlerinin esintilerini taşıyan filmde bu durum etkileyiciliği artırıyor ama bir yandan da zaman zaman fazla geliyor bu tavır. İnsanları alttan çeken kamera gösterdiği insanların gücünü, bazen olumsuz bazan olumlu anlamda, vurguluyor, bir devrim habercisi üzerine çıktığı bir taşın üzerinde devrimin yaklaşan adımlarını anlatırken halk etrafında halka olmuş dinliyor vs. Sonlardaki genç kızın intikam tiradı da bir parça fazla didaktik görünüyor.

Baş oyuncu Pedro Armendáriz’in rolünün hakkını verdiği ama muhtemelen amatörlerden oluşan figüran kadrosunda zaman zaman aksamaların olduğu film yine de ciddi bir çekiciliğe sahip. Ezilenleri anlatan ve onları yanında taraf tutan her sanat eserinin sahip olduğu gibi. Sinemanın teknolojik bir oyuncak olmadığını, en azından sadece bir teknolojik oyuncak olmadığını, hatırlatan ve insanı anlatan her dürüst film güzeldir. Bu da onlardan biri.

(“The Rebellion of the Hanged” – “Asılanların İsyanı”)

Lonelyhearts – Vincent J. Donehue (1958)

“İnsanlar hayvandır, sahtekârdır, dolandırıcıdır. Kabul et bunu”

Bir gazetede “Yalnızkalpler” köşesinde okur mektuplarını cevaplamaya başlayan bir adamın hikâyesi.

Daha çok tiyatroda yaptığı çalışmalar ile tanınan ve sadece iki sinema filmi çeken Vincent J. Donehue’dan ilginç bir çalışma. Bir romandan tiyatro oyununa ve oradan da sinemaya aktarılan hikâye 50’li yılların Amerikan sineması için oldukça farklı ama filmi özel kılan sadece senaryosu değil. Başta Montgomery Clift’in oyunculuğu olmak üzere filmin bugün bile tuhaf bir şekilde modern görünen bir havası var.

Gazeteci olmaya çalışan bir adam, nerede ise (insanlara inanç anlamında) nihilist bir tavrı olan bir yazı işleri müdürü, gazetecinin fedakâr kız arkadaşı ve onun ailesi, bir “yalnız kalp” ve onun patetik kocası ve yazı işleri müdürünün geçmişindeki hatadan dolayı mahcup ve yılgın karısı bu filmin belli başlı karakterleri. Senaryo karakterlerin her birine hak ettiği yeri verirken her birinin hissettiklerini ve karakterlerini başarılı bir biçimde yansıtıyor. Affetmek, yalnızlık, değer vermek, saygı göstermek ve anlamak üzerine belki çok yeni şeyler söylemeyen ama söylediklerinde tutarlı ve dürüst olan bir senaryo bu. Clift’in garip bir çekicilik, kırılganlık ve şaşırtıcı bir modernlik içeren oyunu ile canlandırdığı gazeteci filmin en temel karakteri elbette. Kendisinden beklenenin aksine tüm yalnız kalpleri ciddiye alan, başkalarının okurken dalga geçip eğlendiği mektuplardaki tüm o yalnızlık acılarına saygı duyan ve hatta mektup sahiplerinin mutsuzluğunu da kendi üzerine yük olarak almaya başlayan kahramanımız patronunun aksine insanlara inanmaya ve onları anlamaya çalışmaya devam ediyor. Hani nerede ise bir aziz rolüne giden yola adım attığı bile söylenebilir. Belki de tıpkı insanların tüm günahlarını üstlenmeye çalışan bir İsa gibi. Bu tavrı kendi yalanlarından da sıyrılmasını sağlayacak kadar güçlü üstelik. Montgomery Clift rolünde o kadar iyi ki tüm o modern havalı diyaloglar onun ağzından çıktığında müthiş bir inandırıcılığa sahip oluyor. Maureen Stapleton’ın yalnız kalbinin başarısını da atlamamak gerek. Tiyatrodaki gibi vurgulu ve “açık” bir oyun sergiliyor bu sanatçı.

Yönetmenin kimi diyalogların başarısı ile de desteklenen pek çok başarılı sahneye imza attığını söylemek gerek. Başlardaki iş görüşmesi sahnesi hem karakterlerini vurucu bir şekilde bize tanıtıyor hem de Clift’in oyunu ile akılda yer eden bir bölüm oluyor. Bir başka örnek olarak da piknik sahnesi gösterilebilir. Bu sahnenin kahramanlarımızı bir uzak çekim ile gösteren ilk kareleri hani nerede ise bir tablo güzelliğinde ve yine bu sahnede gazeteci hayatını anlatırken kameranın ağacın dallarına kayan yumuşak hareketi o dönemin sinemasından çok farklı bir yerde duruyor.

Gazetecinin annesi ile babası, patronu ile onun karısı, kendisi ile kız arkadaşı ve bir yalnız kalp ile onun kocası arasındaki ilişkide yaşanan benzer hikâyeler bu hikâyelerin kahramanlarının verdiği farklı tepkiler üzerinden affetmek üzerine de çok şey söylüyor aslında ve sadece affetmek değil güven, sevgi ve inanç üzerine de. Gazetecinin inancının karşısında patronunun inançsızlığının olduğu bu hikâye bir insanın kendini affedebillme gücünü bulabilmesi için öncelikle affedilmesi gerektiğini söyleyerek asıl yükün karşı tarafta olduğunu da vurguluyor.

Kısıtlı sayıda mekanda geçen bu iddiasız film sinemanın gizli kalmış ve evet tekrar söylersek tuhaf başarılarından biri. Filmdeki bu sürpriz etkinin nedeninin ne olduğundan bağımsız olarak görülmesi gerekli sinema örneklerinden.

(“Yalnız Kalpler”)

Buona Sera, Mrs. Campbell – Melvin Frank (1968)

“İkimiz de gençtik. Yalnız, korkmuş ve şefkate muhtaç. Ne yapabilirdik?”

Üç Amerikalı askeri yıllar boyunca çocuğunun babası olduğunu söyleyerek aldatan ve gerçeği kendisi de bilmeyen bir İtalyan kadının hikâyesi.

2008’de ABBA şarkıları eşliğinde sergilenen ve bir müzikalden uyarlanan “Mamma Mia!” filmine çok benzer bir konuyu ondan kırk yıl önce karşımıza getiren bu film akıcı senaryosu, kimi başarılı oyunculukları ve İtalya’dan karşımıza getirdiği görüntüleri ile yeterince komik ve amaçladığı kadar da hafif bir çalışma. Bu filmde de bir genç kız ve üç baba adayı var, tıpkı diğerinde olduğu gibi. Bu film İtalya’da geçiyor, diğeri bir başka Akdeniz ülkesi olan Yunanistan’da. Her iki filmde de güçlü ve bağımsız kadın karakterler var; burada Gina Lollobrigida, diğerinde Meryl Streep.

Sözlerini yönetmen Melvin Frank’in yazdığı ritmik ve sevimli bir şarkı ile başlayan film hikâyesi boyunca klasik sinemanın standart komedi kalıpları içinde pek çok klişeyi de çok da rahatsız etmeden kullanıyor. Evet İtalyanlar bağırarak konuşuyorlar, evet bir Akdeniz ülkesinde olduğumuza göre insanlar rahat ve mutlu, İtalyan sevgili elbette kıskanç vs. Amerikan sinemasının çok hafiflemiş olsa da bugüne kadar sarkan tipik anlayışı da burada yerini almış; kadın rahatsa Fransızdır veya en azından bu filmde olduğu gibi Akdenizlidir. Oyuncu kadrosu içinde Lollobrigida rolünün ağırlığını rahatça taşıyor ve evinde olmanın avantajını kullanarak filmi de sürükleyen isim oluyor. Baba adaylarından en iyisi ise Phil Silvers ve tam bir komedi oyuncusu olduğunu gösteriyor. Bir başka baba adayı Telly Savalas ise fazlası ile abartılı oynuyor.

Amerikalı babaların sıkıcı ilişkilerine bir terapi gibi gelen bu maceraları hem onların evliliklerini kurtarıyor hem de hayırsever Amerikalı askerler kurtardıkları Avrupa’ya geri dönüyor klişesi için de vesile oluyor. Özetle 70’lerde çekilen pek çok Yeşilçam komedisinden temelde bir farkı olmayan ama elbette onlardan çok daha üst bir profesyonel düzeyde yer alan bir film bu. İtalya’nın sevimli kasabaları ve onların dar sokakları hikâyeye görsel bir keyif katarken, İtalya’da olduğumuza inanalım diye araya giren turistik görüntüler rahatsız edebilir. Bir de itiraf etmeli ki defalarca tekrarlanmış olsa da Avrupa ülkelerinin eski dar ve taş sokaklarında hızla giden spor arabalar nedendir bilinmez ilginç bir cazibe dışıyor ve bu film de işte bu çekicilikten sık sık yararlanmayı ihmal etmiyor.

(“Kızımın Babaları”)