Killer’s Kiss – Stanley Kubrick (1955)

“Belki de her şey hayatı fazla ciddiye almakla başlıyor”

Bir boksörün komşusu olan bir kadına ilgi duyması ile başlayan olayların hikâyesi.

Stanley Kubrick’in senaryosunu, kurgusunu, görüntü yönetmenliğini ve yönetmenliğini üstlendiği ve kara film tarzında bir suç ve gerilim filmi. Filmin çok düşük bir bütçe ile çekildiği gerçeği kendisini film boyunca sürekli gösteriyor ve bunun en belirgin göstergesi de oyunculuklar. Özellikle baş roldeki Jamie Smith kendisini sürekli kasar bir halde ve özellikle vücudunu çok zorlayarak oyunuyor. O kadar ki bir süre sonra onun bu “tuhaf ve kötü” oyununun “tuhaf ve çekici” bir hale dönüştüğünü söylemek bile mümkün. Irene Kane ise onun yanında çok daha profesyonel bir görüntü veriyor ama onun oyunculuğu için kullanılabilecek en doğru kelime vasat sanırım. Yan karakterlerin tümü için de benzer bir yorum yapmak mümkün.

Ortalamanın oldukça altında kalan süresi ile bir hikâye veya novella tadı taşıyan bu filmde en cazip unsur elbette Kubrick’in damgasını taşıması. Yönetmen fotoğrafçılığının izlerini filmde sürekli gösteriyor ve özellikle siyah beyaz kontrastını başarı ile kullanıyor film boyunca. Hemen tüm kareler üstün bir mizansen anlayışı ile oluşturulmuş havasını veriyor. Boks maçı sahnelerinde örneğin bir Scorsese filmindeki altı çizilmişlik veya üzerinde çalışılmış bir görkem havasının yerine tek bir kamera ile çekilmiş, yalın, doğal ve kısa anlar var. Bir yumruğun atılması kadar kısa ve gerçek diye özetlenebilir bu anlar. Benzer bir biçimde plastik mankenlerin olduğu depoda geçen ve oldukça uzun süren kavga sahnesi yönetim becerisi olarak oldukça üst bir seviyede ama bu sahnede Frank Silvera’nın oyunu sanki bir Pembe Panter filminde Peter Sellers’ı izlediğiniz etkisi yaratmıyor da değil.

Filmin kısa süresi, hikâyesinin yalınlığı ve dağılmaması ve belki de en önemlisi Kubrick’in tarzı seyircinin ortaya çıkan eseri içine rahatça girebileceği ve kendisine ait küçük ve özel bir nesne gibi görmesini sağlıyor. Alçak gönüllüliğü filmi başta oyunculuk alanındaki olmak üzere çeşitli zaaflarına karşın işte bu nedenle samimi kılıyor. Bu zaaflardan biri de, elbette imkânların kısıtlılığından kaynaklanan, bazı olayları gösterme yerine kahramanların dilinden aktarma tercihi. Akışı biraz bozan bu durum kadının geçmişinin psikolojik analizinin de yetersiz ve aslında gereksiz kalmasına yol açıyor.

Dans salonundaki sahnelerindeki bilinçli yapaylık bana eski Türk filmlerindeki maalesef bilinçsiz (yani becerilememiş) dans veya pavyon sahnelerini hatırlattı ki her an görüntünün bir yerinden Suzan Avcı’nın çıkacağını düşündüm. Oysa burada bu sahneler filmin akışına ve havasına uygun bir katkı yapar durumdalar. Zaman zaman kullanılan el kamerası ile örneğin boks maçına hazırlık sahnesinde olduğu gibi etkileyici görüntüler oluşturan Kubrick kendine has bir gerilim filmi oluşturmayı başarmış denebilir rahatça. Karşılıklı pencereleri aracılığı ile birbirlerini gözetleyen kahramanlarımız filme bir yandan bir “röntgencililik” havası veriyor diğer yandan da kahramanlarımızın baştaki yalnızlıklarını vurgulayarak sonraki gelişmeleri daha anlamlı kılıyor. Değişik, çekici ve küçük bir film. Zayıf anlarında bile Kubrick’in has sinemacı kişiliğinin kendini gösterdiği bu film kesinlikle ilgiye değer.

(“Katilin Busesi”)

Chance – Abner Benaim (2009)

“Gonzalez soyadı ile yoksulları tavlarsın, karının soyadı Dubois ile de zenginleri”

Panama’da aristokrat bir aileye hizmetçilik eden iki kadının isyanı ile başlayan olayların hikâyesi.

2009 yılı Orta ve Güney Amerikalı sinemacıların zengin evlerinde çalışan hizmetlilerin hikâyelerine odaklanmaya kara verdikleri bir yıl olsa gerek. Aynı yıl içinde Bolivya sinemasında “Zona Sur” (Juan Carlos Valdivia) adlı film çekilirken, Şili ve Meksika da bir ortak yapım olan “La Nana” (Sebastián Silva) ile benzer bir temaya el atmıştı. “Chance” ise bir Panama yapımı ve yine zenginliği tehlikede olan veya filmdeki olaylardan sonra tehlikeye giren bir ailenin yanındaki iki hizmetçinin isyanına odaklanıyor. İlginç bir şekilde üç filmde de ailenin en küçük çocuğu bir erkek ve hizmetliler ile eşit seviyede bir ilişki kuran nerede ise tek bireyi ailenin. Söz konusu filmlerin ilki içlerinde doğrudan değil ama çok daha incelikli bir biçimde değişmekte olan bir düzenin getirdiği bir politik havayı taşıyan tek film. “Chance” ise belki zenginlere, adaletsizliğe ve sömürüye karşı bir yoksul “ayaklanmasını” anlatıyor ama durmayı seçtiği ve sık sık popüler güldürüye fazlası ile kayan rotası böyle bir okumayı biraz zorlama kılabilir doğrusu.

“La Nana” filminde olduğu gibi bu filmde de hizmetçilerden birinin doğum günü var ve elbette ailenin görev duygusu ile ve zoraki düzenlediği bir kutlama bu. Gerek bu sahne gerekse babanın politikacı olarak ve aile babası olarak ikiyüzlülüğü, alışverişe servet harcanırken hizmetçilerin maaşının ödenmemesi ve aile bireylerinin para konulu konuşmaları hizmetçilerinin anlamaması için İngilizce yapmaları filmin bu aile özelinden yola çıkarak genel olarak yönetenleri ve güç sahiplerini eleştirmeye soyunduğunu gösteriyor. Konuşmalarında halka refah vaat eden bir politikacının kendi evindeki hizmetçiyi sömürmesi ve işte sonra gelişen tüm olaylar zaman zaman bir Kemal Sunal güldürüsü havasını da taşıyan “halkçı” bir atmosfer içinde anlatılıyor gibi oluyor ama sonra film fazlası ile çığrından çıkıyor. Çoğunluğa ve popülerliğe yakın duran tüm filmler gibi üzerinden komedi durumu üretmesi kolay olan daha doğrusu bunu doğal kabul etmemiz beklenen klişe tiplemeleri, örneğin eşcinselleri ve travestileri kullanarak gereksiz yerlere de sapan bir film bu.

Sonuç olarak eğlendiren ama düşündürttüklerinin komedi tonu içinde zaman zaman kaybolmasına neden olan keyifli bir film. Ne olursa olsun son yıllarda özellikle Güney Amerika’da gelişen ve kuşkusuz liberal egemen güçlerin pek de mutlu olmadığı gelişmeleri hatırlatan bir film bu. İsyan edenlerin koyu renkli tenleri ile egemenlikleri yıkılanların beyaz tenlerini düşünmek yeterli bunun için.

(“Şans”)

Skin – Hanro Smitsman (2008)

“Hollanda beyaz ve güvenli kalmalıdır”

Hollandalı bir yahudi gencin dazlaklara katılmasının hikâyesi.

1979 yılında geçen film alt sınıflardan bir gencin iletişim sorunu yaşadığı bir ortamda nerelere savrulabileceğini gösteren bir çalışma. Toplama kampında kalmış ve hâlâ bunun etkisinda yaşayan zayıf karakterli bir baba ile kurulamayan bir ilişki ve annenin hastalığı fıkralar dışında ırkçılıkla pek de ilişkisi olmayan ve dazlakların aksine siyah veya punk arkadaşları olan bu gencin kendini iradesi dışında bir nazi grubunun içinde bulmasına giden yolu açıyor filme göre.

Robert de Hoog tarafından öfke ve dinamizmin hâkim olduğu bir tonda ve başarı ile canlandırılan gencin dönüşümünün arkasında herhangi bir ideolojik düşünce veya altyapı olmadığını söylüyor hikâye ve yalnızlığı, iletişimsizliği ve amaçsızlığı temel unsurlar olarak gösteriyor. Bu hikâye özelinde doğru olabilir bu yaklaşım ama son dönemde yükselen milliyetçiliğin ve popülaritesi artan nerede ise ırkçı yaklaşımlı partilerin arkasında sadece bunlar olmuyor olsa gerek. Yine de film kahramanını alt sınıflardan seçerek işin ekonomik yönüne dolaylı da olsa el atıyor aslında ve bu filmde bir bireyin ama gerçek hayatta tüm bir toplumun bilinçsizce ve farkında olmadan (ve çoğu zaman şu veya bu nedenle gözlerini kapatmayı seçerek) hangi uçlara kayabileceğini anlatıyor.

Ska’nın yaratıcılarından biri olarak bilinen ve dazlakların da sevdiği bir isim olan Laurel Aitken’in “Skinhead” şarkısı ve başta anlatılan yahudiler hakkındaki fıkra aslında ırkçı davranışların ve düşüncelerin sıradan insanların hayatında nasıl da kendini fark ettirmeden yaşayabildiğini göstermesi açısından sembol olarak alınabilecek olgular. Gencin saçlarını kazıttığı ve üstelik bunu siyah arkadaşının annesine yaptırdığı sahne hem kahramanımızın “masumiyeti” ile ilgili bir gösterge olarak hem de sinemasal açıdan başarılı bir sahne. Bir başka ve belki de filmin en etkili bölümü ise anne ile ilgili kötü haberin alındığı sahne. Özellikle bu sahnede Robert de Hoog çok başarılı.

Hastanedeki açıkça belirtilmese de Türk olduğu her hallerinden anlaşılan aile örneğinde olduğu gibi göçmen karakterlere de sık sık yer veren film finali ile hem nefretin nefreti doğurduğunu hem de insanların birlikteliğinin bir ırka, dine veya sınıfa değil zalimlere karşı olması gerektiğini vurgulayarak doğru bir mesaj da veriyor. Küçük bütçeli, yalın ve sorumluluk sahibi bir film.

(“Ten”)

New York, I Love You (2009)

“New York’ta 127 bin metot aktörü var ve bu da nüfusun %2’si eder”

On bir yönetmenin kısa filmleri ile bir New York güzellemesi.

2006 yılında Paris için çekilip yirmi farklı bölümden oluşan ve yirmi iki farklı yönetmenin imzasını taşıyan “Paris Je T’aime” adlı filmden sonra sıra New York’ta. Bu kez daha alçak gönüllü davranılmış ve on bir yönetmenin çektiği ve on farklı bölüm içeren bir film oluşturulmuş. İlk film ne kadar Avrupa havasını taşıyorsa bu film de o kadar Avrupa esintili ama temelde Amerikalı bir havaya sahip. Bu kez hikâyeler daha başı sonu belli, daha popüler bir tonda ilerliyor. İki filmin karşılaştırmasından önde çıkan da ilk film oluyor temel olarak.

Bu tür filmlerde yönetmenler hikâyeyi oluştururken şehrin kendisini göstermekten çok o şehirde yaşayan ve ondan etkilenen kişileri ele almayı tercih ediyorlar. Aksi bir şehir kartpostalları serisine dönüşürdü zaten. Yine de Paris’e adanan filmlerde şehrin belli bir bölgesinin, sokağının, meydanının veya anıtının ruhunu taşıyan bölümler vardı ağırlıklı olarak. Burada ise insanlara ve şehrin kozmopolit yapısına ve ağırlıklı olarak kadın-erkek ilişklerine ve aşka odaklanılmış. Bu açıdan da bu filmin temasal bütünlüğünün daha fazla olduğu da söylenebilir.

Filmin karşımıza getirdiği on farklı bölüm içinde en zayıf olanı Fatih Akın tarafından çekilen ve Uğur Yücel’in de yine bir zayıf performans gösterdiği hikâye. Kişisel olarak en beğendiklerim ise Shunji Iwai ve Shekhar Kapur tarafından çekilen bölümler oldu.

Günümüz sinemasının yıldız oyuncularını ve yönetmenlerini bir arada karşımıza getiren film sinemaseverlerin elbette göremesi gereken filmlerden ama her bir yönetmenin filmografisinde çok daha parlak filmler olduğunu unutmadan.

(“New York Seni Seviyorum”)