Stage Beauty – Richard Eyre (2004)

“Bir kadını oynayan bir kadının nasıl bir çekiciliği olabilir ki?”

Kadınların tiyatro oyunculuğu yapmasının yasak olduğu ve onların rollerini erkeklerin üstlendiği bir dönemde bu rollerde yıldızlaşan bir adamın değişen kurallar ile başlayan trajedisinin hikâyesi.

Erkek ve kadın olmak ama daha önemlisi bunlardan birinin bedenini taşırken diğeri olmak üzerine ve sanatçı olmak ve sevilmek üzerine hareketli, zaman zaman eğlenceli, dramatik ve estetik bir film. Bir tiyatro oyunundan uyarlanan film doğal olarak sık sık diyaloglara yüklense de başarılı oyunculuklar ve konusunun da tiyatro ve oyunculuk olması nedeni ile filme alınmış bir tiyatro havasından uzak kalmayı başarmış.

Billy Crudup’un çok başarılı bir şekilde canlandırdığı eşcinsel oyuncunun seyirciye ihtiyaç duymayacak şekilde kendine hayran olması, evet filmin bir yıldızın düşüşe geçtiği zamanki trajedisini altını çizerek anlatmasına imkân veriyor ama filmin asıl odağı kadınların sahneye çıkmaya başlaması ile birdenbire tüm mutluluk ve yaşam nedenlerini kaybetmeye başlayan erkek oyuncular. Gerçek hayatlarında sahip olamadıkları bedenleri işte bir oyunda da olsa üstlerine giymeyi başaran bu oyunculardan biri olan Ned’in dramı bu insanların kaybetmeye mahkum oldukları bir hayatı ellerinde tutmaya çalışmalarının iç burkan hikâyesini çizginin üzerinde bir düzeyde karşımıza getirmeyi başarıyor. Ned’in Claire Danes tarafından canlandırılan Maria ile olan ilk yakınlaşması sırasında kadın ve erkek rollerinin ikili arasında gidip geldiği ve Maria onunla yakınlaşmaya çalışırken Ned’in aklının onun bir kadın olarak bir kadını nasıl canlandırdığını anlamaya çalışmakta olduğu sahne hem hikâyeyi özetleme bağlamında hem de içerdiği dram ile çok başarılı bir bölüm. Bir oyuncunun olduğu halini mi yoksa onun tam zıddını mı canlandırmasının gerçek başarı olduğunu sorgulatan hikâyesi ile film bir yandan da şunu sormamızı istiyor: Ned’in sahnedeki başarısı bir kadını canlandıran bir erkeğin bu zıtlıktan doğan bir başarı mı yoksa aslında olmak istediği bir biçime dönüşmeye çabalamasının çarpıcılığının sonucu mu?

Özellikle onyedinci ve ondokuzuncu yüzyıllar arasındaki tarihlerde geçen dönem filmlerinin karakterlerin kostümlerinin ağırlığı altında ezilme riski vardır her zaman. Bu konuda en çarpıcı sinemasal başarı için göz atılması gereken çalışma bir başyapıt olan Jane Campion filmi “Bright Star” olsa gerek. Bu filmde ise kostümler yoruyor seyredeni bir parça ama filmin avantajı odağının işte o kostümlerle benzer çağrışımları yapan ve kostümleri anlamlı kılan güzellik, renkler, yıldız olmak gibi kavramları bir erkek üzerinden de olsa anlatıyor olması.

Filmde en çarpıcı oyunculuk başarısı Billy Crudup ve sevgilisi dükü canlandıran Ben Chaplin’e ait. Rupert Everett ise İngiltere kralı 2. Charles rolünde oldukça gösterişli bir oyun sergiliyor ama senaryonun kendisine fazlası ile karikatürize bir rol biçmesi nedeni ile zaman zaman fazla abartılı bir resim veriyor. Claire Danes de üzerine düşeni yapıyor denebilir. Sonlardaki o dönem için alışılmadık bir gerçekçilik içinde ve deyim nerede ise o dönemin ölçülerine göre “in your face” denebilecek bir tarz ile sahnelenen Othello’daki Desdemona’nın ölümü sahnesi gibi sinemasal açıdan hayli etkileyici anları da olan film Ned’in başlangıçta seyircinin alkışını durdurmak için yaptığı zarif el hareketini hikayenin daha sonraki bir bölümünde Ned’in acısını anlatmak için kullanması gibi inceliklere de sahip.

Ortalamanın üzerindeki bu filme bir temel itirazım var yine de; sadece dram ve trajedi yanına odaklanıp zaman zaman romantizme ve özellikle söz oyunları aracılığı ile komediye verdiği zamanı bir parça daha azaltsa çok daha iyi olabilirmiş. Çünkü bir filme fazlası ile yetecek bir dramatik özü var senaryonun ve bu dramatik sertliğin romantizm gibi bir unsur ile yumuşatılması doğru bir seçim olmamış. Buna bağlı olarak senaryonun nerede ise Maria ve Ned karakterlerine eşit zaman ayırması da bu yumuşamayı artıran bir başka seçim ama yine de kesinlikle seyre değer bir film.

(“Sahne Güzeli”)

The Boy in the Striped Pyjamas – Mark Herman (2008)

“İyi bir Yahudi bulabilecek olsaydın, dünyanın en iyi kâşifi olurdun ”

İkinci Dünya Savaşı sırasında babası bir toplama kampının komutanı olan bir çocuğun kamptaki bir Yahudi çocuk ile arkadaşlığının hikâyesi.

İkinci Dünya Savaşı, Naziler, faşizm ideolojisi, Yahudiler ve soykırım konuları özellikle Amerikan ve İngiliz sinemasında sıklıkla işlendi yıllar boyunca. Dolayısı ile bu konulardaki yeni bir filmin kendisini fark ettirebilmesi için ya -eğer bulmak mümkün ise- orijinal bir temaya ya da çarpıcı bir dramatik ve sinemasal güce sahip olması gerekiyor. Sinema tarihinden her iki alan için bir Ettore Scola başyapıtı olan “Una Giornata Particolare” örnek olarak gösterilebilir. Bu Scola filmi faşizmin sıradan insan hayatlarındaki etkisini tek bir asker dahi göstermeden alçakgönüllü ama keskin bir şekilde hissettirmeyi başarıyordu. Bu filmimiz ise daha çok çocukların dünyasındaki masumiyet ile savaşın ve özellikle soykırımın dehşetini karşı karşıya getirerek hikâyeyi zorlama pahasına da olsa finaldeki dramatik etkiye dayanmayı seçmiş bir çalışma.

Yakın dünya tarihinde gerçekleşen bu soykırımın bir toplum içinde nasıl da normalize edilebildiği, sıradan insanlar tarafından nasıl görül(e)mediği üzerine bir analizi yok filmin. Bunun yerine bu kötülüğe katlanamayan babaanne ve anneyi toplumun vicdanlı karakterleri olarak öne çıkarmayı tercih ediyor. Çocuğun odasındaki kampı gören pencerenin çivilenen tahtalarla kapatılmasını da sırtını döndüğünde kötülüklerin de kaybolduğunu düşünmeyi tercih eden bir toplumun sembolü olarak görebiliriz.

Dokunaklı ama standart bir müziğin eşlik ettiği film ortak yapımcısı BBC’nin izlerini fazlası ile taşıyan bir çalışma; oyuncuklar ve yönetim özetle düzgün kelimesi ile ifade edilebilecek şekilde yerli yerinde ve klasik sinemaya yatkın, politik doğruculuğa dikkat edilmiş ve işte BBC adının garanti ettiği şekilde film kabul edilebilir bir asgari kaliteyi tuturmuş görünüyor. Finali ile dramatik etkisini artıran filmin bir Alman çocuğun trajik sonunu bu dramatik etkiyi artırma adına vurgulamasının onunla birlikte o trajik sona mahkum olan binlercesinin trajedisini ikinci plana düşürdüğü söylenebilir belki ama filmin böyle bir politik yanlışı hedeflemediği, aksine seyredenin beklentisinin dışındaki gelişmeler ile genel olarak trajedinin etkisini artırmaya çalıştığı söylenebilir. Aslında filmin belki de tek temel zayıflığı bu sonun o kadar da beklenmedik olmaması. Sonuç olarak eli yüzü düzgün, sorumluluğunu bilen ve standartlar içinde anlatılmış bir dram.

(“Çizgili Pijamalı Çocuk”)

Boogie – Radu Muntean (2008)

“Bogdan! Çocuğun uykusu geldi”

Evli ve ikinci çocuğunu bekleyen bir adamın ailesi ile çıktığı tatilde gençlik arkadaşları ile karşılaşması sonucu başlayan kafa karışıklığının hikâyesi.

İlk sahneleri ile bize filmin erkek kahramanı olan Bogdan’ın artık uzaklaşmış olduğu gençlik dönemini ve o günlerdeki kendisini özlediğini başarı ile aktaran film temel olarak baba ve eş olmanın gereklilikleri ile karşılaştığı arkadaşlarının çağrıştırdığı “özgürlük” günlerinin özlemi arasında kalan bir adamın sakin, doğal, yalın ve belgesel havasında aktarılan hikâyesi. Eski arkadaşlar ile birlikte tekrar aklına takılan içki, sigara, erkek sohbetleri ve elbette kadınlar bu hikâyede kahramanımızın aklını epeyce çeliyor.

Tamamı bir gün içinde geçen hikâye inanılmaz doğallıktaki sahici diyalogları ile dikkat çekiyor öncelikle. Başından sonuna tüm konuşmalar o yaşta ve o konumdaki kadın ve erkekler nasıl konuşursa tam da öyle. Diyaloglarda en ufak bir fazlalık yok ve ağızlardan çıkan tüm kelimeler karakterlerin kendi öz kelimeleri gibi. Muhtelemen doğaçlamayı da içeren bu konuşmalar kimi zaman tek planda ve tek çekimle gerçekleştirilmiş sahnelerde ve bir süre telaşına düşmeden kotarılmış. Bu anlarda kamera kendisini hiç fark ettirmiyor ve kendinizi başkalarının gerçek hayatına bir süreliğine misafir olmuş gibi hissediyorsunuz. Filmin başarısının sırrı da tam burada yatıyor. Film ne bazı “konuşmalı” filmlerin düştüğü tuzağa düşüp karakterlerini büyük veye entelektüel tartışmaların içine atıyor ne de seyredeni dışlayacak kadar karakterlerin kendilerine özel konularının içinde bırakıyor bizi. Tümü gerçekliğin büyüsü ile sarılmış didişmeler, özlemler, gençlikten olgunluğa geçiş sancıları, bir şeylerin eksik kalması korkusu, özgürlük ve sorumluluklar film boyunca birbiri ardına ve inanılmaz bir doğallık içinde sıralanıyorlar. Kabaca aile ile plaj, arkadaşlar ve aile ile yemek, arkadaşlar ile eğlence, aile ile otel, arkadaşlar ile eğlence ve aile ile otel başlıklarını taşıyan bölümler halinde ve belirttiğim bu sıra ile anlatılan filmde her bir bölüm kendi içsel bütünlüğüne ve hem kendinden önceki bölümün doğal bir devamı hem de bir sonrakinin ustalıklı bir hazırlayıcısı havasına sahip. Erkek ve kadının hem oteldeki ilk kavgaları hem de sondaki “uzlaşma” bölümleri kendinizi gerçek bir hayatın içine izinsizce girmiş gibi kötü hissedip utanacağınız kadar başarılı. Benzer şekilde çok parlak bir diğer bölüm üç arkadaşın bir hayat kadını ile geçen otel odasındaki sahneleri.

Finalinde kahramanımızın seçimi hakkında doğru veya yanlış yargısında bulunmuyor senaryo, sadece tüm film boyunca yaptığı gibi tanık olmamızı sağlıyor. Tarafsız bir havada kalmaya çalışan ve bunu başaran senaryonun bir erkek tarafından yazıldığı ve bir erkek gözü ile duruma baktığı açık yine de. Bunu özellikle kadının tüyler ürpertici bir gerçekçilik taşıyan ve pek çok erkeğe çok tanıdık gelecek sitem ve imalarında sezmek mümkün. İlave olarak senaryonun bir çözüm önermek veya bir doğruyu işaret etmek gibi bir amacının olmadığını sadece ezeli ve ebedi ve çözümsüz bir konuyu bir kez daha hatırlattığını belirtmekte yarar var. Tüm oyuncular ama özellikle Bogdan rolündeki Dragos Bucur’un yapaylıktan uzak oyunları filme çok şey katıyor. Özellikle Bucur ile aynı yaş ve konumdaki erkeklerin oyuncunun müthiş doğallığı sayesinde kendilerini veya çok yakın bir tanıdıklarını seyrettikleri hissine kapılmaları mümkün bu filmde.

Gerçek hayatlar ne kadar sıradansa veye ne kadar heyecanlı ise bu film de işte o kadar sıradan veya heyecanlı. Taşıdığı hafif eğlence havası ile de artı puan toplayan film, seyrederken eğlendirecektir de ama dikkatli seyredenler kendilerine tutulan aynada gördükleri resimden dehşete de kapılabilirler. Her dönemin kendi güzelliği var diyerek atlatmalı bunu. Aksi takdirde hayatın bir sonraki dönemine yumuşak geçiş için kendimizi inandırdığımız bu sözün aslında seçim hakkımız olsa belki de hiç yitirmek istemeyeceğimiz bir dönemden ebediyen uzaklaştığımızı gizlemek için uydurulmuş olduğunu anlayacağız.

(“Summer Holiday” – “Yaz Tatili”)

Love Story – Arthur Hiller (1970)

“Aşk pişman olduğunu asla söylemek zorunda kalmamaktır”

İki üniversiteli gencin aşk hikâyesi.

Sinema tarihin en çok bilinen ve ilgi toplamış aşk filmlerinden biri. Tam da adının ifade ettiği gibi bir aşk hikâyesi. 70’li yılların hitlerinden biri olan bu filmin sinemasal değerinden çok kitleler üzerindeki etkisi önemli bugün. Sonuçta hikâyenin acı ile sonuçlanan bir aşkın yüreklere dokunan ve gözyaşınızı çekinmeden talep eden benzerlerinden bir farkı yok belki ama Erich Segal’in sinemaya uyarlanmadan önce yayıncılara kabul ettiremediği romanından uyarlanan film çeşitli nedenlerle yine de diğerlerinden birkaç adım öne çıkıyor.

Öncelikle filmin girişinden söz etmeli; jenerikler olmadan doğrudan ve çok güzel bir kare ile başlayan film böylece seyrettiğinizin bir film olduğu algısını kırmayı hedefliyor. Ryan O’Neal’in uzaktan ve sırtından çekilmiş görüntüsü onun iç sesi aracılığı ile hikâyenin sonunu baştan söyleyerek seyircinin ne olacağına değil, olaylar kaçınılmaz sona doğru ilerlerken kahramanlar ile özdeşleşmeye odaklanmasını sağlıyor ve bunu da başarıyor. İki baş kahramanımızı canlandıran Ryan O’Neal ve Ali MacGraw (her ne kadar filmin çekildiği tarihte biri 29, diğeri 31 yaşında olsa da) gençlikleri, enerjileri ve güzellikleri ile sinemanın o klişe tabiri ile kimyalarının müthiş uyumunu seyredeni duygulandıracak kadar başarı ile ile sergiliyorlar. Amerikan sinemasının oyunculukları ile en üst düzeye çıkmış isimlerinden olmadı hiçbir zaman bu iki isim ama işte bu filmde bir büyüyü birlikte yaratmayı başarıyorlar.

Şüphesiz filmin sinema tarihin en bilinen çalışmalarından biri olan Francis Lai imzalı müziği var bir de. Sadece birkaç giriş notası ile kendini hemen hatırlatan müzik işte o “tearjerker” dedikleri türden arsızca ağlatacak havası ile pek çok sahnenin altını dolduruyor. Doğrudan yüreklere (aslında gözyaşlarına demek daha doğru belki de) seslenen pek çok hikâye gibi burada da aşıkların mutluluk yolunda karşılaştıkları engeller, kötüler ve önlenmesi mümkün olmayan büyük bir trajedi (burada adı nedense doğrudan telaffuz edilmeyen kanser) var. Müzik bandının işte o anlar diye bize sık sık işaret ettiği bu sahnelerde çok katı yürekli olmak gerek etkilenmemek için.

Evet Türk sinemasında da sıklıkla kullanılan hatta bir zamanlar nerede ise tüm filmlerin teması olan zengin genç/fakir genç aşkı bu filmin de ana konusu. Evet zengin tarafın ki burada erkek tarafı oluyor katılığı, fakir tarafın ki bu da kız tarafı alçakgönüllü ve hoşgörülü yaklaşımı burada da var. Evet tüm bu klişeler ve benzer diğerleri bu filmde de baş köşede yerlerini almışlar ama burada ne kadar direnirseniz direnin ret edilemeyecek bir büyü var.

Yönetmen Arthur Hiller’ın bu popüler filme katkısını hisettirdiği anların arasında bir yandan sürekli çalan filmin unutulmaz müziği eşliğinde O’Neal’ın müzik binasındaki kapıları tek tek açması ve açılan her kapıdan gelen farklı enstrüman sesleri eşliğinde kahramanımızın gittikçe artan paniğini gösterdiği sahne, kardaki neşeli oyun bölümleri ve elbette finalde hastane odasındaki veda sahnesi ön plana çıkıyorlar. Ana akım Amerikan sinemasında o yıllarda rast gelmesi pek de mümkün olmayan Tanrı’ya inanmayan karakterlerin baş rollerde olduğu bu film 70’lerin liberal havasından da esintiler taşıyor.

Bu aşk filminin ciddi politik kusurları var bir yandan da. Zenginlerin anlayışsızlığı ve soğukluğuna karşılık fakirlerin alçakgönüllü ve sevecen tavrının ön plana çıkarılması şüphesiz bir politik duruştan ziyade filmi seyreden yoksullara nerede ise ama siz daha mutlusunuz diyen yatıştırıcı bir yaklaşım içeriyor aslında. Babasının zenginliği ve bu zenginliğin atalarının 18. yüzyıla kadar uzanan yoksulların ve kölelerin sömürülmesine dayanmasından rahatsız olan erkek karakterin bir yandan da son model araba ile gezip durması ve mezun olur olmaz herhalde yoksullara destek için kurulmuş olmayan büyük bir hukuk firmasına kapağı atması ciddi çelişkiler olarak görünüyor. Babası ile arasındaki soğukluğun ikisinin de aşırı gururlu olması nedeni ile çözülememesi mi yoksa tüm zenginlikler gibi o zenginliğin de geçmişinde bir kötülüğün olması mı vurgulanmalıydı tartışılır.

Bu romanın ve filmin devamı olarak yazılan ve çekilen “Oliver’s Story” kapitalizmin bir objeyi niteliği ne olursa olsun sonuna kadar sömürme anlayışının sonucu olan bir eserdi ve işte bu filmdeki büyüye ihanetti aslında. Benzer bir ihaneti Claude Lelouch da unutulmaz “Un homme et une femme” filminin karakterlerini yirmi yıl sonraya taşıyarak çektiği devam filminde yapmıştı. İnsanın “efendiler, dokunmayın kutsallarımıza” diyesi geliyor.

Sinemasal açıdan değil, katarsis etkisi açısından önemli olan bu kült film sevmek, sevilmek ve yitirmek üzerine çok başarılı bir çalışma sonuç olarak. Evet klişelere dayalı ve bir parça yüzeysel elbette ama büyülü bir aşkın yüzeysel olduğunu kim iddia edebilir?

(“Aşk Hikâyesi”)