Plein Sud – Sébastien Lifshitz (2009)

“Onu son görüşümde ellerini saçlarımda gezdirmişti. Hiçbir şey söylememişti ama gözlerinde tuhaf bir şey vardı”

Çocukluğunda yaşadığı trajedinin etkisindeki bir adam üzerinden bir yol hikâyesi.

Eşcinsel temalarla çektiği filmlerle tanınan Fransız yönetmen Sébastien Lifshitz’ten çelişkili duygular yaratacak bir film. Geçmiş, bugün, geçmişle yüzleşme anları arasında gidip gelen ve geleceği belirsiz bırakan bir film bu ve temel olarak iki farklı anı (geçmişi ve bugünü) anlatırken sanki iki farklı tavır benimseyerek bu farklı anlar arasında da bir kopukluğa neden oluyor yönetmen.

Dört farklı karakter (hamile genç kız, onun açık eşcinsel erkek kardeşi, yolda arabaya aldıkları ve kızla yakınlaşan genç adam ve yolculuk ettikleri arabanın da sahibi olan ve geçmişinde bir trajik hikâyesi olan gizli eşcinsel adam) içlerinden sadece birinin hedefinin olduğu bir yolculuğu yaparken tanışıyor, çekişiyor, kavga ediyor, aşık oluyor, acı çekiyor, eğleniyorlar. Film bir yandan biraz kaygısız, biraz soğuk bir biçimde tüm bunları hareketli bir kamera ve bazen de oyunculardan birinin el kamerası ile aktarırken sık sık ve kısa süreli geriye dönüşlerde çok başka bir sinemanın, trajedi ile iletişimin odak noktaları olduğu oldukça etkileyici bir sinemanın havasını taşıyor. Filmi seyrederken keşke film sadece bu geçmişten ve sondaki yüzleşmeden oluşsaydı, diğer tüm yol sahneleri ise sanki ayrı bir hikâye gibi akmak yerine sadece kahramanımızı ve trajedisini anlamak için daha akıllıca tasarlanmış bir zemin olsaydı diye düşünmemek elde değil. Oysa film yolculuk bölümü ile başka bir filmin konusu olabilecek sunulan aşkın reddi veya kabulü, güven, normlar dışında olmanın getirdiği yalnızlık, dürüstlük gibi başka temalara ve sık sık hissettirilen bir eşcinsel estetik üzerinden el atmayı tercih etmiş. Bir başka deyişle yolculuk bölümünün “gürültüsü” geçmişin ve yüzleşmenin sessiz estetiğini bastırmış görünüyor.

Yannick Renier’in oyuncu kadrosunun içinden öne çıktığı ve özellikle sessiz anlarında bakışları ile etkileyici olduğu film, annelik ve anne-çocuk ilişkisine de dokunan bir çalışma aynı zamanda. Baştaki ultrason sahnesi ile birlikte sık sık hissettirilen genç kızın hamileliği ile karışan kafası ve filmin asıl kahramanının geçmişteki trajik olaydan sonra annesi ile hesaplaşmak için yaptığı yolculuk annelik üzerine de bir şeyler söylemeye çalıştığını söylüyor filmin ama bunun ne olduğu pek de açık değil doğrusu.

Yönetmenin oyuncularının ve özellikle erkek olanlarının fiziksel güzelliklerini peşinde olduğu temalara uygun ve dozunda kullanmış göründüğü filmin en başarılı anları arasında trajik olayın gerçekleştiği sahne, sondaki anne ile yüzleşme ve ıssız sokaklarda birlikte hiç konuşmadan yürünen bölüm yer alıyor. Bu sahneler bir kez daha filmin sadece bu sessiz anlara odaklanması durumunda çok başka bir noktada olabileceğini gösteriyor seyredene. Özetle, filmin başarısını zedeleyen ve yolculuğun nedensiz görünmesine yol açan o yol bölümleri olmasa çok parlak bir başarının sözünün edilebileceği ama bu hali ile de yetenekli bir elden çıktığını hissettiren ve geçmişle yüzleşme ve affetme üzerine söyleyeceği anlamlı sözleri olan bir film.

(“Going South” – “Güneye Giderken”)

Seven Brides for Seven Brothers – Stanley Donen (1954)

“Babam aşk kızamık gibidir derdi. Sadece bir kez yakalanırsın ve yaşlılıkta etkisi daha ağır olur”

Medeniyetten uzak yaşayan yedi erkek kardeşin eş bulma çabalarının müzikal hikâyesi.

Bir önceki yıl Gene Kelly ile yaptığı işbirliği sonucu dans ve koreografiyi ona teslim ederek bir müzikal başyapıt olan “Singing in the Rain” filmini çeken Stanley Donen, bu filmde de benzer bir işbirliğini Michael Kidd ile yapmış ve özellikle dans sahnelerinin ve hatta şarkılardan daha fazla öne çıktığı bir müzikal film çekmiş.

1850’de Oregon’da geçen ve film için yazılmış orijinal bir hikâyesi olan çalışma belki müzikallerde görmeyi beklediğimiz yıldız oyunculara sahip değil ama sıcak ve sevimli hikâyesi, kalabalık oyuncu kadrosu ve çok başarılı dans sahneleri ile dikkat çekmeyi başarıyor. Bazı dış sahnelerin stüdyoda çekildiği fazlası ile belli olsa da sanat yönetmenleri arasında bu dalın tanınmış ismi Cedric Gibbons’ın da yer aldığı film dekorları ile göz dolduruyor yine de. Dağlıların aşk üzerinden medenileşmesi yan hikâyesini içerse de, film aslında başka bir okumayı hedeflemiyor. Kadınlar erkeklerin çaba göstererek hak etmesi gereken ödüllerdir diyor film. Her iki taraf rollerine sadık kaldığında hayat dans ve şarkılardan oluşan bir eğlencedir mesajını, sonuçta seyrettiğimizin bir müzikal olduğunu unutarak affetmeli elbette. Belki aşk çok çabuk gelişiyor, kızgınlıklar, bağışlamalar ve kendini naza çekmeler bazen bir şarkının ilk notalarının uzunluğu kadar sürüyor ama bırakalım da en azından bir müzikalde hayat böyle olsun.

“Sobbin’ Women” ve “Bless Yore Beautiful Hide” gibi keyifli şarkıları, hemen tüm sahnelerindeki dansları ama özellikle yedi gencin birlikte dans ettiği anları ve ahır inşa yarışmasındaki yönetimi ile klasik Amerikan müzikal sinemasının başarılı ürünlerinden biri olan bu filmde, eğlencenin zirvesine ise kar altında söylenen ve zaman zaman baleye göz kırpan bir şekilde ve oyuncuların yavaşlatılmış bir gösterimdeymiş gibi dans edip şarkı söylediği sahnede ulaşılıyor. Bu sahnedeki “Lament (Lonesome Polecat)” şarkısının sözleri, oyuncuların vücut dilleri, tüm o kar altındaki hüzün görüntüsü ve Tommy Rall başta olmak üzere tüm oyuncuların dört dörtlük performansı filme damgasını vuruyor.

Dans sahneleri ile dinamizmini artıran ve sade bir hikâyesi olan filmin anlattıkları belki biraz fazla eski usul ve kadın-erkek rolleri açısından muhafazakar görünebilir ve zaten öyle ama en azından erkeklere kadınları kavga ederek değil dans ederek kazanmalarını öğütlüyor.

(“Yedi Kardeşe Yedi gelin”)

The Man in the Moon – Robert Mulligan (1991)

“Aydaki adamla hâlâ konuşabilmeyi isterdim”

50’li yıllarda Louisinia’da geçen bir ilk aşk ve büyüme hikâyesi.

Genç kızların hoşlanacağı türden aşk, aile ve büyümek üzerine trajik ve romantik tonlar taşıyan bir film. Elvis’in kral olduğu ve onu tahtından ancak ilk aşkın objesi olan bir başka erkeğin indirebileceği yıllarda geçen film fazlası ile televizyon filmi havasında, lineer bir anlatımı olan ve aktarmaya çalıştığı romantizm, genç bir kız olmaya başlamanın büyüsü ve trajedi atmosferine sizi kendini hiç gizlemeden doğrudan çekmeye çalışan bir çalışma.

Elvis’in klasikleşmiş şarkılarının gücünü arkasına alarak hikâyesini anlatan film üç kız çocuğa sahip ve dördüncüyü beklemekte olan bir ailenin iki numaralı kız çocuğunu odağına alarak, ilk aşkın olumlu ve olumsuz tüm duyguların en uç noktasında yaşanmasına neden olan atmosferini işlemeye çalışıyor. Bu dönemden şu veya bu şekilde herkesin geçtiğini düşünürsek etki gücü yüksek bir potansiyeli var filmin ama yönetmenin fazlası ile aile filmi tonlarında dolaşması filmin kalıcılığını olumsuz yönde etkiliyor. Tüm kadro içinde en çok dikkati çeken isim günümüzün gözde oyuncularından ve ilk kez bu film ile kamera karşısına geçen, Dani rolündeki Reese Witherspoon. Sanatçı on dört yaşın hem büyümeye meraklı hem de çocuksu özgürlüğünü koruyan havasını başarılı bir şekilde canlandırıyor.

Ablanın iki aşkın birden odağında olan gence hissettiği büyük aşkının nasıl oluştuğunu pek de ikna edici bir şekilde anlatamayan ve ilk aşkın zaten doğasında yer alan trajikliğe pek de gerekmeyen ilave trajik boyutlar katan senaryo filmin en çok aksayan yanı. Ne babanın sık sık vurgulanan ama hikâyedeki yeri ve önemi anlaşılmayan kiliseden uzak duruşu ne de nereye varacağı çok açık olan abla-kardeş çekişmesi yeterince işleniyor. Ayrıca ve sarkastik bir yaklaşımla, kız ve ablasının zavallı delikanlının başına bela olduğunu düşünmek bile mümkün, film hiç bunu hedeflemese de.

Tüm bunlara rağmen, Elvis’den “Loving You” şarkısını dinlemek, pikap başında ve uzaklara bakarak şarkı dinlenen günleri hatırlamak ama tüm bunlardan öte ilk aşkın yakıcılığını hatırlamak için seyredilebilir. Özellikle on sekiz yaş altı genç kızların ilgi duyacağı bir film bu ve her türlü olumsuzlukta sığınılacak yer olarak kutsal aileye düzdüğü övgüye de dikkat etmek gerek.

(“Erişilmez Adam”)

Let Him Have It – Peter Medak (1991)

“Babam beni öldürecek!”

Cinayete teşvikle suçlanan zekâ yaşı düşük bir gencin adaletin karanlık mekanizmaları içinde kayboluşunun hikâyesi.

Gerçek bir olayı anlatan film adalet süreçlerinin sonunda kesilen cezaların “ibret olması” hedeflendiğinde, bu cezaların nasıl bir adaletsizlik aracı olabileceğini ve genel olarak bireylerin bu mekanizmalar kullanılarak güç sahipleri tarafından nasıl kolayca yok edilebileceğini anlatıyor. 1950’li yıllarda geçen hikâyenin kahramanının adı ancak ve ailesinin yıllarca süren savaşı sonunda 1998’de temize çıkarılabilmiş. Özetle film adalet mekanizmalarının her bir bireyin ona özgü olan durumunu şu veya bu nedenle, ki burada “ibret olsun” anlayışı baskın olmuş, nasıl görmezden geldiğini anlatıyor.

1950’li yılların İngiltere’sinde şiddet içindeki küçük çetelerin birine bulaşan bu gencin hikâyesini çoğunlukla televizyon için çalışan yönetmen Peter Medak oldukça düz bir çizgide ve dramatik açıdan hikâyeye biraz uzaktan bakan bir anlatımla ele almış. Yine de finale yakın karşımıza gelen “sabah gün ağarırken ıssız sokak” sahneleri ve hemen tüm final ile hikâyenin hak ettiği dramatik gerilimi üretebilmiş gibi görünüyor yönetmen. Özellikle finaldeki ani kapanış trajik sonun etkisini artırıyor ve sahnenin altını çizmeyerek seyredenin bu yarım kalmışlık havası içinde filmle bir süre daha yaşamasını sağlamayı başarıyor.

Christopher Eccleston rolü gereği filmin tüm yükünü başarılı bir şekilde taşıyor. Abartıya açık sara nöbeti sahnelerinde ve evden çıkmaya korkan bir gencin karıştığı çete ile öz güveni yükselen adama dönüşmesini aksamadan ve inandırıcı bir biçimde getiriyor karşımıza.

İdam cezasını ve bu cezanın da aslında bir cinayet olduğunu elbette bir Kieslowki filmi gibi anlatamayan ama yine de bu ceza yönteminin korkunçluğunu hatırlatan ve küçük insanların adına bürokrasi denen o canavar mekanizmanın çarkları arasında öğütülmeye mahkum olduğunu söyleyen bu film sinemasal açıdan çok hikâyesinin gerçekliği ve çarpıcılığı ile dikkat çeken bir çalışma. Adalet objektif midir sorusuna verilen ürkütücü bir “hayır” cevabı.

(“O Sahip Olsun”)