Come Dio Comanda – Gabriele Salvatores (2008)

“Tanrı seni öldürmemeye karar verdi. Neden bilmiyorum ama bu işi benim tamamlamam gerekiyor”

Neo-nazi bir baba ile çocuğunun ilişkilerinin hikâyesi.

Zaman zaman melodrama kayar gibi olsa da etkileyici dram anlarına sahip olan ama temel olarak neyi amaçladığını tam oturtamamış bir film bu. Özellikle Filippo Timi ve Alvaro Caleca’nın başarılı oyunculuklarının öne çıktığı filmin, temaları arasında sıkışıp kaldığı rahatça söylenebilir. Babanın naziliğinin önemli bir unsur olarak başlayıp hikâyenin ilerlemesi ile birlikte bunun önemini kaybediyor olması, genel olarak senaryonun dağınıklığı, baba ve oğul arasındaki güçlü bağın sanki sadece sonraki trajedinin etkisini artırmak için eklenmiş gibi görünmesi ve başarılı oyunculukları sanki bir Shakespeare trajedisinin atmosferi içinde yönetirmiş gibi görünen bir mizansen anlayışı filmi gidebileceği noktanın gerisinde tutmuş görünüyor. İsminin de bir göstergesi olduğu gibi, etrafta olan bitenlere karşı Tanrı’ya duyulabilecek isyana cevap olarak görülebilecek bir yaklaşım da taşıyan ve bu bağlamda dini motifler de içeren film keşke değinir gibi görünüp sonrasında unutuverdiği ırkçılık, göçmen sorunu ve yoksulluk gibi konular üzerinde ilerleseydi dedirtiyor.

Sonuçta çok önemli olmasa da, dokunur gibi yaptığı konuları ele alması ile, özellikle cesetten kurtulma sahnesinde başarısı belirginleşen görüntü yönetimi ile, baba-oğul arasındaki sıcak bağı göstermekteki başarısı ile kapanış jeneriği sırasında Antony and the Johnsons’ın olağanüstü bir yorumla seslendirdiği “Knocking on Heaven’s Door” şarkısı ile ilgiyi hak eden ve etkileyici dramatik anları ile ilgiyi kendi üzerine çekebilen bir film. Yönetmen Salvatores’in popüler yaklaşımından bir parça daha sıyrılabilmiş olsa çok daha farklı noktalara taşınabilecek kaçırılmış bir fırsatın örneği.

(“As God Commands” – “Tanrının İstediği Gibi”)

All the President’s Men – Alan J. Pakula (1976)

“Bütün bu tertemiz küçük evler, bütün bu sevimli küçük sokaklar. Bu evlerin bazılarında kirli dolaplar döndüğünü düşünmek çok zor”

Birleşik Devletler başkanı Nixon’ın istifası ile sonuçlanan Watergate skandalını ortaya çıkaran iki gazetecinin hikâyesi.

70’lerin o liberal bakışlı Amerikan filmlerinden biri. 1976’da Oscar’a aday olan “Bound for Glory” ve “Network” ile bu açıdan aynı kategoriye koyulabilecek olan bu film, “Taxi Driver” ile birlikte hem film hem yönetmen dalında “Rocky” adlı filme kaybetmişti. Liberal Amerika’lının ne kadar sol olduğu çok tartışmalı elbette ama yine de bu sonuç muhafazâkar Hollywood’un tercihi olarak değerlendirilmişti o yıl.

Filmin temaları arasında belki de en önemlisi gazeteciliğe ama araştırmacı gazeteciliğe ve muhabirliğe düzdüğü övgüler. Başlarda kimsenin ilgilenmediği, sonrasında ise üzeri örtülmeye çalışılan bir skandalı, hem de devletin en tepesine uzanan bir skandalı ortaya çıkarmak için iki gazetecinin sergilediği dürüstlük ve daha da önemlisi inatçılık toplumların barış ve huzurunda gerçek gazetecilerin önemini etkileyici bir şekilde ortaya koyuyor. Burada bahsettiğim elbette eline tutuşturulan belgeleri (gerçek veya sahte) yayınlayan değil, kendisini bir takım güç odaklarının aracı haline getirmeden yozlaşmanın peşinde koşan tarafsız gazeteciler. Özellikle bir şeyleri yakaladıklarını hissettikleri andaki heyecanları bu “bavul değil emek gazeteciliği” yapan iki gazetecinin samimi mutluluklarını bizim de hissetmemizi sağlıyor. Kongre kütüphanesinde binlerce kitap fişini tek tek araştıran iki gazetecinin yakın plan çekimi ile başlayıp binlerce kitabı ve kütüphane içindekileri gösterecek şekilde geriye/yukarıya kayan kameranın görüntüsü hem gerçeğe ulaşmanın sabır gerektirdiğini hem de insanlığın tüm bilgi birikiminin toplandığı bir mekanın kutsallığını söylüyor gibi.

Sinemasal açıdan yaklaşıldığında filmin en çok övgüyü hak eden tarafı farklı yaklaşımların dozunu çok iyi dengeleyerek konusuna yaklaşması. Bir yandan bir siyasi polisiye kurgusu havasını taşıyan film diğer yandan sanki bir belgesel havasında ve nesnelere herhangi bir müdahelede bulunmadan gerçeği ve sadece gerçeği bize aktarıyor gibi. Dolayısı ile aktardığı çarpıcı olayların önüne geçmeyen bir kurgu ile seyredene hikâyeyi tüm çıplaklığı ile ve doğru noktaya odaklanmış bir şekilde geçirmeyi başarıyor. Başrollerdeki oyunculardan özellikle Robert Redford dozu çok iyi ayarlanmış bir oyunculuk ile kendisini gösterirken kalabalık yan kadro içinde Jane Alexander etkileyici bir performans sergiliyor. Filmin süslenmemiş ve müdahele edilmemiş bir görüntü çizen anlatımı, ilk bakışta “soğuk” bir izlenim vermesine neden olabilir filmin ama sanırım hikâyenin gerektirdiği tam da bu. Böylece hikâyedeki tüm taraflara nispeten eşit ölçüde bakabilmemizi ve sorgulamamızı sağlıyor.

(“Başkanın Bütün Adamları”)

Odds Against Tomorrow – Robert Wise (1959)

“Kendini yeniden yaratmak isteyen bir adam istiyorum. Cesur bir adam istiyorum. Ve o sensin”

Gönülsüzce ama zorunlu olarak bir banka soygununa girişen üç adamın hikâyesi.

Klasik Amerikan sinemasının usta yönetmenlerinden Robert Wise’ın çektiği bir suç filmi. Yönetmenin en çok bilinen filmlerinden biri olmasa da özellikle ikinci yarısı ile dikkat çeken bu polisiye kısmen taşıdığı kara film havası ve karakterlerini detaylı ele alışı ile de ilgiyi hak ediyor. Birleşik Devletler’deki ırk ayrımı sorununa da karakterleri üzerinden sık sık değinen film Robert Wise’ın damgasını vurduğu bazı sahnelerle de zaman zaman çizgisini hayli yukarıda tutmayı başarıyor. Özellikle soygun gecesini bekleyiş sırasında her bir karakterini ayrı ayrı ele alan sessiz ve uzun sahnelerde film hem gerilimi yavaş yavaş artırıyor hem de karakterlerinin hissettiği tedirginliği ve sürüklendikleri noktayı sessizce sorgulamalarına bizi de katıyor. Benzer şekilde üst kattaki komşu ile flört sahnesi çıkmaz içindeki bir adamın tepkisel rahatlamasını özellikle o dönem sinemasının alışkanlıklarından hayli farklı şekilde anlatırken filmin başarılı anlarından bir diğeri oluyor.

Oyunculardan Robert Ryan ve özellikle çaresizce seven kadın rolündeki Shelley Winters filmin dikkat çeken isimleri. Ryan’ın ırkçı karakteri ve onun Harry Belafonte’ye karşı olan aşağılayıcı tavırları filmde yolunda gitmeyen işlerin sorumlusu olarak gösterilirken film o dönem sinemasına göre daha doğru bir politik tavır takınıyor ve Belafonte’nin eski karısına öfke ile haykırdığı “Sen beyaz arkadaşlarınla takılmaya devam et. Belki böylece küçük zenci kızımız bir gün Amerikan Başkanı olur” sözleri ile bugün gerçekleşmiş olan ama o günler için hayali bile mümkün görünmeyen bir gerçekliği de çekinmeden ortaya koyuyor. Bugün gerçekleşen bu hayalin aslında ne olduğu, bir zenci başkanın neyi değiştirdiği/değiştirmediği ayrı bir konu.

John Lewis hayli şık ve caz esintili bir müzik hazırlamış film için. Polisiye filmlerde ve özellikle derinliği olanlarında müzik tercihinin genellikle caz yönünde olması sinema-müzik birlikteliği açısından ele alınabilecek keyifli bir konu olsa gerek. Belafonte’nin Mae Barnes ile birlikte seslendirdiği “All Men are Evil” ve kendi başına söylediği “My Baby’s not Around” şarkıları da filme renk katan unsurlar olmuş.

İki karakteri soyguna katılmaya ikna etmeye ve onları tanımaya ayrılan birinci yarısında orta karar bir görüntü veren film sanki tüm enerjisini (burada hareketli bir enerjiyi değil, sessiz ama güçlü bir enerjiyi kastediyorum) ikinci yarısına saklamış ve polisiye sinemanın iz bırakan sahnelerine sahip olmayı başarmış görünüyor. Soygun gecesini beklerken görülen bir heykel üzerindeki İncil’den alınmış sözlere (“Whatsoever thy hand findeth to do, do it with thy might”) uygun olarak ellerinden geleni tüm kalpleri ile yapmaya çalışıyor karakterlerimiz ama yapmak zorunda olduklarının doğruluktan uzak olduğunu bilme hissi belki de tüm olup bitenlerin de bir izahı oluyor.

(“Yarın Tehlikede”)

Logan’s Run – Michael Anderson (1976)

“Hiç kimse ölmek zorunda değil. Yaşayabilirsiniz. Yaşayabilir ve yaşlanabilirsiniz.”

Nükleer savaşların ardından geriye kalanların yarattığı yeni ve cennet gibi bir zevk dünyasında hayatın otuz yaşında sona ermesi kuralına direnenlerin hikâyesi.

Bir ütopya havasında başlayan ama kısa sürede bu ütopyanın arkasındaki gerçeğe ve bu gerçeğe karşı çıkanlara odaklanan film bilim kurgu filmlerinin içinde en azından o tarihler için hayli başarılı olan set tasarımı, görüntü efektleri ve konusu ile dikkat çeken bir çalışma. İçinde bulunulan ütopik cennetin sürdürülebilmesi için getirilen kuralın sonucu olarak ortaya çıkan ve tamamı otuz yaşın altında olan sağlıklı genç kadın ve erkeklerin oluşturduğu toplumun açık faşizm söyleminin yanında ölümün daha doğrusu öldürmenin bir kutsal seremoniye ve muhteşem bir görsel şölene dönüştürülmesi ile de dikkat çeken bir film bu. Baskı altındaki tüm toplumlarda olduğu gibi burada da bu kutsallık atfedilen ölme zorunluluğu bir yalanın, yenilenerek geri gelecek olmanın üzerine kurulu ve otoritelerin kararlarını toplumlara benimsetme aracı olarak kutsallığı ve daha geniş anlamda dini kullanmalarına da bir eleştiri içeriyor bir bakıma.

Kısa sürede bir distopya olduğu anlaşılan bu ütopyanın karşısında film bu dünyadan kaçmayı arzu edenlerin hayal ettiği bir başka ütopyaya (“sığınak”) sığınma çabasını da anlatıyor ama romanın/filmin mesajı baskıdan kaçmayı değil baskıya direnmeyi öneren bir final ile verilirken sizin de bu mesajın idealizmini ama bir yandan da maalesef naifliğini düşünerek üzülmemeniz elde değil. Elbette filmin değil yaşadığımız bizim dünyamız adına bir üzüntü bu.

Özellikle buzlarla kaplı mekanların ve sahte cennetin iç mekanlarının tasarımının gerçekten etkileyici olduğu filmin en zayıf yanı oyunculukları. Michael York ve özellikle Jenny Agutter en iyi anlarında ancak vasatı tutturabilmişler gibi ama ikisi de daha kısa bir rolde olan Farah Fawcett’ten daha iyiler. Fawcett’ın kafası karışan kadın anları seyredenin de kafasını karıştıracak kadar yapay oynanmış. Peter Ustinov ise kötü yazılmış bir rolde kötü bir oyun veriyor.

Toplamda bakıldığında, bazı acemice çekilmiş ve gereksiz yere uzatılmış bölümlerine (kahramanlarımızın hafif çatlak Peter Ustinov ile ilk karşılaştığı andan sonraki nerede ise tüm “ölü eski dünya” bölümü, yine kahramanlarımızın asilerle karşılaştığı bölümün tümü gibi) rağmen nostaljik bir bilim kurgu olarak keyifle izlenebilecek, günümüz sinema teknolojisinin geldiği noktadan uzak düşünülmesi gereken ve anlattığı dünyayı sorgulamayı değil onu sadece heyecan atmosferi için kullanmayı seçerek ticari alanda kalmayı seçen bir film.

(“Hayalet Şehir”)