Hyazgar – Lu Zhang (2007)

“Bozkırı tek başına kurtaramazsın”

Moğolistan’da ıssız bir bozkırı yeşillendirmeye çalışan bir adamın hikâyesi.

Bir iki cümleden uzun sürmeyen diyaloglar, zaman zaman yeşilin çarpıcı bir kontrast yarattığı bozkır, ıssızlığın ortasında bir çadır, iki farklı dil konuşup birbirlerini anlamayan insanlar, sessizlik ve bu sessizliği arada bozan doğanın sesleri… Hiçbir anında en ufak bir telaş göstermeyen bir anlatım, vurgusuz oyunculuklar, yavaş bir kamera ve kelimenin en gerçek anlamı ile sakinlik. Oysa filmde doğum var, cinayet(!) var, saldırı var, tanklar var, çatışmalar var, insan ticareti var.

Geniş alanları içeren çekimlerle, bir bozkırı yeşillendirmenin peşine düşen ve bu macerasında etrafındakileri ihmal eden bir adamın macerası gibi başlayan film, İngilizce isminin ima ettiğinin aksine, bu macerayı bir süre sonra ikinci plana atıp başka bir hikâyeye dönüşüyor; sınırlar, ilişkiler ve iletişim üzerine bu tür filmlere alışkın olmayan seyirci için sabır gerektiren bir tempoda ilerleyen bir yarı belgesel yarı dram. Bu tür yavaş tempolu filmlere yedirilen küçük de olsa bir mizah tonu olur bazen ama burada film bundan özenle uzak durmuş. Tempo herhangi bir iniş veya çıkıştan özenle kaçınıyor, ritimi hep aynı tutuyor. Öyle ki filmi hareketlendirecek(!) bir iki küçük olayda kameranın görüş alanının dışına taşıyor bu olayları. Çocuğun adam ile yakınlaşmasını gösteren yatak değiştirme sahnesi veya fırtınadan sonra dökülen/dağılan eşyaları toparlama bölümü sakin ve sessiz bir anlatım ile sütü kaynatan, ineği sağan kahramanlarımızı gösterirken tercih edilen tempodan hiçbir farklılık göstermeden ilerliyor. Filmdeki minimum diyalogların bir de doğal nedeni var elbette; erkek sadece Moğolca biliyor, kadın ve çocuk ise Korece. Hemen hiç konuşmadan birbirlerinin hayatının parçası olmaya çalışıyorlar.

Bozkırlardaki inanılmaz güzellikteki bulutların beyazını ve gökyüzünün mavisini, çarpıcı bir yeşil tonunu ve kum görünümündeki toprağın grisini başarılı bir biçimde kullanan filmin yine bir soğukluk içinde anlatılan büyükşehir bölümü kahramanımızın burada hissettiği yabancılığı, rahatsızlığı ve karısı ile arasındaki ilişkiyi anlatması açısından başarılı bir bölüm. Kimi sembolik veya ritüelleri gösteren sahneleri de barındıran filmin final karesi filmin belki de seyircide doğrudan bir etki yaratmayı hedeflemiş tek anı. Sınırdaki rüzgarda uçuşan mavi kurdeleler filmde daha önceden gösterilen dilek ağacına bağlanan mavi kurdeleler ile birlikte düşünülmesi gereken ve hikâyenin sonunu belirsiz bırakan bir unsur. Doğal olanın dışına asla çıkmayan, yavaş temposu ve bu tempoya göre uzun süresi ile seyredeni zorlayan ve karakterlerinin arada söylediği şarkılar dışında müziğe hiç başvurmayan film özetle her ruha uygun değil ama yönetmeninin de ifade ettiği gibi insanlar arasındaki sınırlar ve birbirini anlama üzerine alçak bir tonda çok şey söylüyor.

(“Desert Dream” – “Çöldeki Rüya”)

Kærlighed På Film – Ole Bornedal (2007)

“Güzel bir kadın ve gizem. Bütün kara filmler böyle başlamaz mı?”

Bir kazaya karışan adamın iyi niyetle başlattığı başkasının yerine geçme rolünün neden olduğu olayların hikâyesi.

Danimarka sinemasından stilize bir kara film denemesi. Aşk Sahnesi 1-2-3 adlarını taşıyan üç kısa ve çarpıcı bölümle başlayan filmin Aşk Sahnesi-1 adlı bölümü sinemanın kara film türündeki başyapıtlarından biri olan “Sunset Boulevard” adlı Billy Wilder filmine selam gönderir bir tarzda konuşan bir ölü adam getiriyor karşımıza ve geri dönüşle anlatılan film yine bu sahne ile sona eriyor. Genel olarak kara film havasını tüm hikâye boyunca koruyan film stilize yanını ise başlangıç ve final ile sınırlı tutmuş genelde.

Çok çarpıcı bir şekilde çekilmiş kaza sahnesinde suçluluk hissi başlayan adamın kaza geçiren ve görme duygusunu ve hafızasını hemen hemen tamamen yitiren kadının sevgilisinin yerine geçmesi iyi niyetli bir düşünceden kaynaklanıyor ama sonra hissetmeye başladığı tutku ve yavaş yavaş gerçeğin ortaya çıkmaya başlaması hikâyeyi kara film türünün örneklerinden birisi arasına sokuyor. Evli ve iki çocuklu adamın bu olaydan önceki hayatı fazlası ile “gerçek ve normal” ve bu yeni kadının gizemi onu işte tam da bu nedenle kendisine süratle çekiyor. Özetle, içine sürüklenmekten kaçınamadığı bu rolün arkasında üç temel güdü var: kazadan dolayı duyduğu suçluluk duygusu, gizemin çekiciliği ve kendi rutin hayatından kaçma fırsatı. Gerek hikâyenin akışı gerekse karakterler ve belki özellikle de finali 50’li yılların Amerikan kara film örneklerine çok yaklaştırıyor bu filmi ve çarpıcı finali yine o dönem filmlerinin ahlâkçı özelliğini de taşıyor gibi. Bir yandan da filmin taşıdığı temel zayıflık tam da burada yatıyor. O dönem filmlerinin havasını bugüne aynen taşımak hikâyenin zaman zaman bir zorlanmışlık duygusu vermesine ve o yıllar için uygun olan seçimlerin günümüz için uygun olmayabileceğinin düşünülmesine neden oluyor. Karıştıkça karışan işler, bir ara yoldan çıkar gibi olan hikâye filmin başta vaat ettiği başarı seviyesinin altında kalmasına neden oluyor. Dağ evinde üç kişi arasında geçen yemek sahnesi örneğin, hem filmin en etkileyici bölümlerinden biri hem de tüm sahne boyunca diyaloglar ve sahnenin akışı bir şekilde tam olarak istenen vurucu etkiyi yaratmıyor. Sonlardaki “çivileme” sahnesi de benzer bir biçimde dozun epey bir kaçtığı, hani nerede ise bir şeytanla boğuşma sahnesi gibi.

Zaman zaman aksasa da sonuçta ilginç ve başarılı bir film bu. Bazı tutarsızlıkları ve hikâyenin zorlanan yanlarını bir kenara koyarsanız, Anders W. Berthelsen ve Charlotte Fich’in başarılı oyunculukları, her zaman üst düzeyde seyretmese de sahip olduğu kara film atmosferi, açılış ve kapanış sahneleri ve hikâyeye sürpriz bir son getiren Çinlileri ile çekici bir çalışma özetle. Kimi zaman iyi bir Stephen King romanı okur gibi hissettirecek bu çalışma sıkıcı ve rutin bir evlilikten kaçmak için gizemli kadınların (veya dünyaların) peşine düşenlerin başına gelebilecekler konusunda da ciddi uyarılar taşıyor.

(“Just Another Love Story” – “Başka Bir Aşk Hikâyesi”)

The Lightship – Jerzy Skolimowski (1985)

“Her şeyin değişken ve tutarsız olduğu bir dünyada, bir rota belirleyip ona bağlı kalmak hoşuma gidiyor”

Bir fener gemisine çıkan üç soyguncu ile geminin mürettebatı arasındaki mücadelenin hikâyesi.

Leh yönetmen Jerzy Skolimowski’den psikolojik dram/aksiyon karışımı bir hikâye. Hiç hareket etmeyip bir fener görevi gören gemide geçen bu tek mekanlı film iki usta oyuncusunun karşılıklı döktürdüğü ve anlattığı maceranın arka planında yeterince güçlü bir şekilde olmasa da başka temaların da peşinde olan bir çalışma.

Soyguncuların lideri rolündeki Robert Duvall ve geminin kaptanı rolünde Klaus Maria Brandauer filme başarılı oyunculukları ile ve hikâyedeki temel çatışma noktalarından birinin tarafları olarak damgalarını vuruyorlar. Evet bu film bir yandan da “otorite” odaklı çatışmaların filmi. Çete reisi ile kaptan arasında fiziksel çatışmaya dökülmeyen ama zekâ yarışının ve laf oyunlarının arkasının kesilmediği bir otorite çatışması var. Duvall bu çatışmayı farklı boyutlara taşıyarak kaptanın oğlu ile arasındaki otorite çekişmesine de yansıtmaktan geri durmuyor. Filmin bir diğer çatışma konusu olan baba ile oğul arasındaki uyuşmazlık kısmen çocuğun asiliğinden ama asıl olarak çocuğun babasının ikinci dünya savaşındaki sicili ile ilgili dedikodulardan dolayı babasına duyduğu nefretten kaynaklanıyor. Hikâyedeki bir diğer çatışma ise kaptan ile mürettabat ve özellikle geminin subayı arasındaki ne yapmaları gerektiği konusunda çıkan anlaşmazlık ve buna bağlı olarak da kaptanın gemi üzerindeki sorgulanan iktidarı.

Duvall film boyunca kendi entelektüel seviyesinde gördüğü kaptanı alt etmek, otoritesini sarsmak ve kendi zekâsını bu yolla doğrulamak için elinden geleni yapıyor. Bu çabası bir yandan da bir hayranlık içeriyor aslında; kaptana özel hikâyelerini anlatıyor ve “birbirimize iki sevgili kadar yakınız” ifadesi ile nerede ise homoerotik bir çağrışım yapan cümleler kurmaktan geri kalmıyor. Kendi tanımladığı kapsamı ile özgürlüğü sürekli vurgulayarak hiç hareket etmeyen bir geminin kaptanı olan rakibini de aşağılıyor ve kaptanın oğlu için çekici bir rol modeli olmaya soyunuyor.

Aşçının intikamı, çete reisinin dans sahnesi gibi başarılı bir şekilde kotarılmış kimi sahneler de barındıran filmin iki de zayıf noktası var. Stanley Myers imzalı müzik çok öne çıkmadan görevini yerine getiriyor ama araya sık sık giren Hans Zimmer imzalı elektronik müzikler 80’lerin elektronik klavye müziklerinin kötü örneklerinden biri ve nerede ise kulak tırmalıyor. Filmin ne atmosferi ile bir ilgisi var bu müziklerin ne de kendi başına bir çekicilikleri. Bu alçak gönüllü psikolojik aksiyonun bir diğer sıkıntısı da belki bir parça fazla alçak gönüllü olması ve bunun sonucu olarak da özellikle çatışmaların taşıdığı dramatik gücü yeterince güçlü bir şekilde aktarmaması. Bu dramatik gücü seyredenin kendisinin “keşfetmesi” gerekiyor bazen.

Seyrettikten sonra Walt Whitman’ın “O Captain My Captain” şiiri okunarak kendisinden alınan keyfin bütünlenebileceği bu film bir ustanın elinin değdiği belli olan o küçük çalışmalardan.

(“Fener Gemisi”)

Vera Cruz – Robert Aldrich (1954)

“Hiçbir işini şansa bırakma, hiç kimseye güvenme ve hiç kimseye iyilik yapma”

1866’da Meksika’nın imparatorluk ile yönetildiği zamanlarda geçen ve Amerikalı silahşörlerin de karıştığı bir “altınlar kimin olacak” hikâyesi.

Gary Cooper ve Burt Lancaster gibi iki yıldız ve usta oyuncu bu tarz filmlerin ustası Robert Aldrich’in yönetmenliğinde bir araya gelmiş ve kimi zaman eğlenceli anları da olan bu kovboy filminde başarılı bir iş çıkarmışlar. Cooper’ın daha efendi ve vicdan sahibi, Lancaster’ın ise daha kaba, alaycı ve bağımsız havalı iki silahşörü canlandırdığı filmde Lancaster karakterinin daha yüksek olan potansiyelini de kullanarak öne çıkmayı başarıyor. Sonuç olarak iyi bir ikili oluşturmuş bu filmde iki ünlü yıldız. İmparatorun zalimliğine karşı ayaklanan Meksika halkının bu çabasına silahşörlerimizin baştaki ilgisizliğini ve sadece paranın peşinde olmalarını senaryo finalde düzeltiyor elbette ve adalet yerini buluyor. Cooper’ın olduğu bir filmde onun vicdanın baskın çıkmasına ve genel olarak Amerikan sinemasının “halkları kurtaran beyaz kahramanlarına” burada da rastlamaya şaşırmamak gerekir şüphesiz.

Ernest Laszlo’nun usta görüntüleri eşliğinde anlatılan bu macerayı benzerlerinden farklı kılan iki temel unsur var; kahramanlarımızın para ile şerefli bir amaç arasında kalmaları ve filmin en eğlenceli anlarını da oluşturan “kim kiminle ve kime karşı” diye özetlenebilecek altını ele geçirme çabaları. Kontes ile iki silahşör arasında geçen ve kimin kime nasıl güveneceği tartışması üzerine keyifli anlar içeren sahne bu eğlence kısmının en bariz ve başarılı örneklerinden biri. Hikâyenin bu kısmı aslında filmin yaratıcılarının en çok odaklandığı yer ve bu anlamda filmi diğerlerinden farklı kılan para mı adalet mi tereddütünü geri plana atan ve halkın ayaklanmasını da sadece bir arka plan olarak kullanan bir biçim veriyor hikâyeye. Açılış ve kapanıştaki kırmızı büyük karakterli jenerikler filmin bir isyan veya direniş hikâyesini anlatmasından çok film boyunca dökülen kanlara referans veriyor olsa gerek. Bu dökülen kanların büyük bir kısmı de yerli halka ait ve bu kanları dökenlerin içinde kahramanlarımız da var, ve filmin bundan bir rahatsızlık duyması veya bunu bir ana tema haline getirmek gibi bir çabası yok. Ne tereddütler vurgulanıyor ne de kahramanlarımızın süreç boyunca yaptıkları tercihler sorgulanıyor. Kaldı ki tüm hikâyeyi altının yerine petrolü koyarak ve hikâyeyi günümüze taşıyarak düşünürsek gerçek hayattaki finallerin hiç de filmdeki gibi olmadığını çok rahat söyleyebiliriz. Dünyanın adaleti Amerikalıların vicdanına bırakılamayacak kadar önemli hatta kutsal bir konu olsa gerek.

Karşılıklı güven oyunları, altının şu ya da bu amaçla peşine düşenlerin çekişmesi, Lancaster’ın keyifli oyunu ve vicdan rahatlatan finali ile kesinlikle eğlenceli bir film. Filmin olmayan ve olmadığı için daha da kötü olan ideolojisini bir kenara koymak şartı ile. Aksi takdirde Birleşik Devletler’in son yüzyılda gerçekleştirdiği “adalet ve demokrasi” operasyonlarını düşünmeye başlayıp filmi unutabilirsiniz. Sonuçta “altın” ait olduğu halka gitmiyor bizim yaşadığımız dünyada.

(“İstiklâl Kahramanları”)