Mademoiselle Chambon – Stéphane Brizé (2009)

“Sizi düşünüyorum”

Evli bir adamın bir kadına olan yasak aşkının hikâyesi.

Sinemanın, edebiyatın ve aslında tüm sanat dallarının defalarca işlediği bir konuya nasıl yeni bir soluk getirilebilir ve nasıl tam bir alçak gönüllülük içinde muhteşem bir filme imza atılabilir? Bu zor sorunun cevabı işte bu filmde saklı. Tüm yalınlığı ve basitliği içinde çarpıcı bir başarıya sahip bu film.

Başrollerdeki üç ismin de filmin ulaştığı üst düzeyde ciddi katkıları var. Aure Atika eş rolünde doğal ve iz bırakan bir yardımcı oyunculuk örneği sergilerken, Vincent London hayatını derinden sarsan bir aşkı yaşayan sıradan bir adam rolünde yalın oyunculuğu ile karakterinin macerasını sanki yıllardır tanıdığınız birinin yaşadıklarıymışcasına içine girerek izlemenizi sağlıyor. Ve Sandrine Kiberlain: Bir oyuncunun mükemmellikte gidebileceği böylesi noktalar da varmış dedirten, en ufak bir abartı, bir rol yapmışlık havası taşımayan ve özellikle filmin son anlarındaki sessizliği ile derinden sarsan bir performans sergiliyor seyirciye.

Bir romandan uyarlanan senaryo sesini asla yükseltmiyor ve sadece sıradan hayatların yani yeryüzü üzerindeki çoğunluğun içinden çıkıp gelmiş karakterlerinin kendini göstermesine aracılık ediyor. Hiç bir şeyin altını çizmiyor, vurgulamıyor ve tüm yalınlığı içinde işte bu filmde olduğu gibi en iyi senaryonun hikâyenin yürümesini sağlayan ama kendisini hissettirmeyen senaryo olduğunu anlatıyor. Bu başarılı ve mesafeli duruşu anlamak için Meryl Streep’in “The Bridges of Madison County” filminde arabadan inip inmeme tereddüdünü yaşadığı sahne ile bu filmde Kiberlain’in sonlarda sessiz gözyaşları ile arabadan indiği sahne kıyaslanabilir. Birincisi hayli etkileyici ama bize ne hissetmemiz gerektiğini söyleyen buyurgan bir tavra sahipken, ikincisi sanki arabanın arkasında oturan ve o iki insanın tanıdığı bir üçüncü kişi yerine koyuyor sizi; mahrem bir ana sessizce tanıklık eden ve belki de orada olmaktan rahatsız olan bir üçüncü kişi. Hikâyenin kahramanları herkes gibi sıradan insanlar. Amerikan sinemasının birtakım olağanüstü özellikler, kendilerine özenilmesini sağlayacak zenginlikler, güzellikler veya yetenekler ile, kısacası yapaylıklar ile donattığı o plastik karakterlerden değil hiçbiri. İnşaat işinde çalışan bir adam, fabrikada çalışan karısı ve bir ilkokul öğretmeni biçimlerindeki bu karakterler, ana akım sinemanın ihmal ettiği hatta açıkça yok saydığı gerçek insanlardan üçü sadece. Aşkın sadece “büyük” insanlar arasında yaşanabileceği algısını yaratmayı hedeflemiş gibi görünen tüm o yapay karakterlere inat, bu üç insan nefes alıyor.

Stéphane Brizé’nin ustalıklı bir dille anlattığı hikâye erkek kahramanımızı işini yaparken gösterdiği sahnelerle emeğe ve emekçiye saygısını çekinmeden sergiliyor. Sinemanın unutturmaya çalışmasına inat gerçek insani değerlerin nerede saklı olduğunu, tüketen değil üreten insan görüntülerine odaklanarak hatırlatıyor bize ve bu sahneler bir yandan da adamın aşık olduğu öğretmenin sanat, müzik ve kitaplar ile çevrili dünyasına bir kontrast oluşturuyor belki de. Bu farklı gibi görünen iki dünyaya sahip insan arasında oluşan aşkın karşılaştığı engel bu farklılık değil bence. Buradaki engel çok daha kurumsal bir engel olsa gerek.

Dürüst bir hikâyeyi dürüst bir biçimde anlatan, son dakikaları ile etkileyiciliğinin doruğuna çıkan, orijinal müziği ve özellikle Elgar ve von Vecsey’den seçilmiş eserleri ile yürek burkan bir film. Son jeneriklerinde 60’lı yılların ünlü Fransız şarkıcısı Barbara’nın seslendirdiği “Quel Joli Temps” ile kapanışını da muhteşem yapan bu film aşk, sorumluluk, cesaret, denemek, tesadüf ve yitirmek üzerine mükemmel bir çalışma. Sinemada unuttuğumuz türden, gerçek hayatlar üzerine bir başyapıt. Bittiğinde sevdiğiniz bir dostunuzdan ebediyen ayrılmış gibi hissedeceğiniz o sıcak, hakiki filmlerden.

(“Matmazel Chambon”)

Drag Me to Hell – Sam Raimi (2009)

“Ben sana yalvardım ve sen beni utandırdın”

Yaşlı bir kadının lanetine uğrayan bir genç kızın kendisine musallat olan kötü ruhtan kurtulma mücadelesinin hikâyesi.

Şeytanlı, büyülü, korkunç ruhlarla dolu korku filmlerine bir örnek. Hikâyesi veya artistik yönleri ile bu türün belli başlıları arasında yer alacak bir film değil belki ama yönetmen Sam Raimi’nin bu temiz bir dille çekilmiş çalışması türün tüm gereklerini yerine getiren, bazı anlarda gerilim yaratmayı başaran ama sık sık da özellikle ağızdan çıkan her renkteki sıvılar ile mideleri de kaldırabilecek bir havaya sahip.

Kara büyüler, lanetler için filmlerde sık kullanılan bazı klişeler burada da mevcut. Örneğin eski zamanlarda yazılmış ve korkunç illüstrasyonlar ile dolu kitaplar. Genellikle bir büyüyü ve ondan kurtulma yolunu araştırmak için kullanılan bu kitaplar kötülüğün ebedi yanından çok ezeli yanına işaret ediyor olsa gerek; kötülüğün ebedi yanının zaten ret edilemeyecek bir gerçek olduğu açık nasıl olsa. Bu filmde de doğaüstü varlıklara inanmayan ve dalgasını geçen bir bilim adamımız mevcut. İmana gelip nihayet inanması ise finalde bir şekilde kendisinin aracı olduğu trajik son ile oluyor ancak. Bir şekilde Batılılara metafiziği çağrıştıran Çingeneler ve Hintliler de yerlerini almışlar.

Efektlerin başarılı ama biraz fazla djital bir hava taşıdığı filmin dozunu iyi ayarlayamadığı sahneler de var. Örneğin genç kadın ile yaşlı kadının araba içinde ve etrafında geçen kavga sahnesi bir türlü bitmek bilmeyerek hani nerede ise “The Party” filminde Peter Sellers’ın olağanüstü “bir türlü ölememe” sahnesini akla getiriyor. Kötü ruhu ortadan kaldırmak için düzenlenen seans da güldürme ile korkutma arasındaki bazen hayli belirsiz olan bir çizgide ilerliyor. Oyunculukların genelde vasat bir hava taşıdığı filmde yaşlı kadını canlandıran Lorna Raver’ın abartılı makyajı ve başına (daha doğrusu yüzüne) gelenler midenizi bozabilir, aman dikkat.

Ruhlar, mezarlık, ceset, ağızdan çıkan her türlü sıvı, rüzgarda uçuşan yapraklar ve hareket eden eşyaların bekleneceği gibi kendini gösterdiği film sonuç olarak türün meraklılarını tatmin edecek bir çalışma ve kendisini hissettirse de sürpriz sayılabilecek finalinde olduğu gibi bazı anlarında çarpıcı bir etkiye de sahip. Yine de Sam Raimi’nin “The Simple Plan” filmi adı gibi basitliği ile benim için onun en iyi filmi olmaya devam ediyor. Bu tür gerçekçi gerilim filmleri benim için daha korkutucu gerçek hayata yakınlığı ile.

Tüm bu kötü ruhların sömürü düzeninin küçük bir üyesi olan genç kadının yerine, yaşlı kadının evsiz kalmasına neden olan asıl büyüklerine neden musallat olmadığını anlamam hiçbir zaman. O zaman çok daha köklü bir çözüm olur ve bu filmde olduğu gibi küçük insanlar ayakta kalabilmek için kötülüğe sapmazlardı. Belki de bu büyüklerden kötü ruhlarımız bile korkuyordur, kim bilir?

(“Kara Büyü”)

Stage Beauty – Richard Eyre (2004)

“Bir kadını oynayan bir kadının nasıl bir çekiciliği olabilir ki?”

Kadınların tiyatro oyunculuğu yapmasının yasak olduğu ve onların rollerini erkeklerin üstlendiği bir dönemde bu rollerde yıldızlaşan bir adamın değişen kurallar ile başlayan trajedisinin hikâyesi.

Erkek ve kadın olmak ama daha önemlisi bunlardan birinin bedenini taşırken diğeri olmak üzerine ve sanatçı olmak ve sevilmek üzerine hareketli, zaman zaman eğlenceli, dramatik ve estetik bir film. Bir tiyatro oyunundan uyarlanan film doğal olarak sık sık diyaloglara yüklense de başarılı oyunculuklar ve konusunun da tiyatro ve oyunculuk olması nedeni ile filme alınmış bir tiyatro havasından uzak kalmayı başarmış.

Billy Crudup’un çok başarılı bir şekilde canlandırdığı eşcinsel oyuncunun seyirciye ihtiyaç duymayacak şekilde kendine hayran olması, evet filmin bir yıldızın düşüşe geçtiği zamanki trajedisini altını çizerek anlatmasına imkân veriyor ama filmin asıl odağı kadınların sahneye çıkmaya başlaması ile birdenbire tüm mutluluk ve yaşam nedenlerini kaybetmeye başlayan erkek oyuncular. Gerçek hayatlarında sahip olamadıkları bedenleri işte bir oyunda da olsa üstlerine giymeyi başaran bu oyunculardan biri olan Ned’in dramı bu insanların kaybetmeye mahkum oldukları bir hayatı ellerinde tutmaya çalışmalarının iç burkan hikâyesini çizginin üzerinde bir düzeyde karşımıza getirmeyi başarıyor. Ned’in Claire Danes tarafından canlandırılan Maria ile olan ilk yakınlaşması sırasında kadın ve erkek rollerinin ikili arasında gidip geldiği ve Maria onunla yakınlaşmaya çalışırken Ned’in aklının onun bir kadın olarak bir kadını nasıl canlandırdığını anlamaya çalışmakta olduğu sahne hem hikâyeyi özetleme bağlamında hem de içerdiği dram ile çok başarılı bir bölüm. Bir oyuncunun olduğu halini mi yoksa onun tam zıddını mı canlandırmasının gerçek başarı olduğunu sorgulatan hikâyesi ile film bir yandan da şunu sormamızı istiyor: Ned’in sahnedeki başarısı bir kadını canlandıran bir erkeğin bu zıtlıktan doğan bir başarı mı yoksa aslında olmak istediği bir biçime dönüşmeye çabalamasının çarpıcılığının sonucu mu?

Özellikle onyedinci ve ondokuzuncu yüzyıllar arasındaki tarihlerde geçen dönem filmlerinin karakterlerin kostümlerinin ağırlığı altında ezilme riski vardır her zaman. Bu konuda en çarpıcı sinemasal başarı için göz atılması gereken çalışma bir başyapıt olan Jane Campion filmi “Bright Star” olsa gerek. Bu filmde ise kostümler yoruyor seyredeni bir parça ama filmin avantajı odağının işte o kostümlerle benzer çağrışımları yapan ve kostümleri anlamlı kılan güzellik, renkler, yıldız olmak gibi kavramları bir erkek üzerinden de olsa anlatıyor olması.

Filmde en çarpıcı oyunculuk başarısı Billy Crudup ve sevgilisi dükü canlandıran Ben Chaplin’e ait. Rupert Everett ise İngiltere kralı 2. Charles rolünde oldukça gösterişli bir oyun sergiliyor ama senaryonun kendisine fazlası ile karikatürize bir rol biçmesi nedeni ile zaman zaman fazla abartılı bir resim veriyor. Claire Danes de üzerine düşeni yapıyor denebilir. Sonlardaki o dönem için alışılmadık bir gerçekçilik içinde ve deyim nerede ise o dönemin ölçülerine göre “in your face” denebilecek bir tarz ile sahnelenen Othello’daki Desdemona’nın ölümü sahnesi gibi sinemasal açıdan hayli etkileyici anları da olan film Ned’in başlangıçta seyircinin alkışını durdurmak için yaptığı zarif el hareketini hikayenin daha sonraki bir bölümünde Ned’in acısını anlatmak için kullanması gibi inceliklere de sahip.

Ortalamanın üzerindeki bu filme bir temel itirazım var yine de; sadece dram ve trajedi yanına odaklanıp zaman zaman romantizme ve özellikle söz oyunları aracılığı ile komediye verdiği zamanı bir parça daha azaltsa çok daha iyi olabilirmiş. Çünkü bir filme fazlası ile yetecek bir dramatik özü var senaryonun ve bu dramatik sertliğin romantizm gibi bir unsur ile yumuşatılması doğru bir seçim olmamış. Buna bağlı olarak senaryonun nerede ise Maria ve Ned karakterlerine eşit zaman ayırması da bu yumuşamayı artıran bir başka seçim ama yine de kesinlikle seyre değer bir film.

(“Sahne Güzeli”)

The Boy in the Striped Pyjamas – Mark Herman (2008)

“İyi bir Yahudi bulabilecek olsaydın, dünyanın en iyi kâşifi olurdun ”

İkinci Dünya Savaşı sırasında babası bir toplama kampının komutanı olan bir çocuğun kamptaki bir Yahudi çocuk ile arkadaşlığının hikâyesi.

İkinci Dünya Savaşı, Naziler, faşizm ideolojisi, Yahudiler ve soykırım konuları özellikle Amerikan ve İngiliz sinemasında sıklıkla işlendi yıllar boyunca. Dolayısı ile bu konulardaki yeni bir filmin kendisini fark ettirebilmesi için ya -eğer bulmak mümkün ise- orijinal bir temaya ya da çarpıcı bir dramatik ve sinemasal güce sahip olması gerekiyor. Sinema tarihinden her iki alan için bir Ettore Scola başyapıtı olan “Una Giornata Particolare” örnek olarak gösterilebilir. Bu Scola filmi faşizmin sıradan insan hayatlarındaki etkisini tek bir asker dahi göstermeden alçakgönüllü ama keskin bir şekilde hissettirmeyi başarıyordu. Bu filmimiz ise daha çok çocukların dünyasındaki masumiyet ile savaşın ve özellikle soykırımın dehşetini karşı karşıya getirerek hikâyeyi zorlama pahasına da olsa finaldeki dramatik etkiye dayanmayı seçmiş bir çalışma.

Yakın dünya tarihinde gerçekleşen bu soykırımın bir toplum içinde nasıl da normalize edilebildiği, sıradan insanlar tarafından nasıl görül(e)mediği üzerine bir analizi yok filmin. Bunun yerine bu kötülüğe katlanamayan babaanne ve anneyi toplumun vicdanlı karakterleri olarak öne çıkarmayı tercih ediyor. Çocuğun odasındaki kampı gören pencerenin çivilenen tahtalarla kapatılmasını da sırtını döndüğünde kötülüklerin de kaybolduğunu düşünmeyi tercih eden bir toplumun sembolü olarak görebiliriz.

Dokunaklı ama standart bir müziğin eşlik ettiği film ortak yapımcısı BBC’nin izlerini fazlası ile taşıyan bir çalışma; oyuncuklar ve yönetim özetle düzgün kelimesi ile ifade edilebilecek şekilde yerli yerinde ve klasik sinemaya yatkın, politik doğruculuğa dikkat edilmiş ve işte BBC adının garanti ettiği şekilde film kabul edilebilir bir asgari kaliteyi tuturmuş görünüyor. Finali ile dramatik etkisini artıran filmin bir Alman çocuğun trajik sonunu bu dramatik etkiyi artırma adına vurgulamasının onunla birlikte o trajik sona mahkum olan binlercesinin trajedisini ikinci plana düşürdüğü söylenebilir belki ama filmin böyle bir politik yanlışı hedeflemediği, aksine seyredenin beklentisinin dışındaki gelişmeler ile genel olarak trajedinin etkisini artırmaya çalıştığı söylenebilir. Aslında filmin belki de tek temel zayıflığı bu sonun o kadar da beklenmedik olmaması. Sonuç olarak eli yüzü düzgün, sorumluluğunu bilen ve standartlar içinde anlatılmış bir dram.

(“Çizgili Pijamalı Çocuk”)