Le Voyou – Claude Lelouch (1970)

“Kötü ve çirkin oyunu oynayacağız. Yazı gelirse seni ben vuracağım, tura gelirse o. Dik gelirse kurtulursun”

Yüklü bir soygun peşindeki bir hırsızın hikâyesi.

Fransız sinemasının kendine has yönetmenlerinden ve özellikle stilize anlatımı ile tanınan ismi Claude Lelouch’tan klasik polisiyelerden çok farklı bir film. “Un Homme et Une Femme” filmine aşık olduğum yönetmenin bu çalışması belki adını andığım bu film kadar çarpıcı değil ki bunun da en temel nedeni o filmde ilk kez sergilediği yaratıcı anlatım yöntemlerini burada tekrarlıyor olması ama yine de kendine has başarılı bir garipliği olan bu fim de yönetmenin farklı teknikleri kullanması ile kesinlikle ilgiyi hak ediyor.

Filmi tanımlamak için en uygun kelime stilize ifadesi olsa gerek. Bugün belki bir parça eskimiş görünebilir ama filmi stilize kategorisine sokan unsurlardan söz etmekte yarar var. Milcho Manchevski’nin 1994 yapımı “Before the Rain” filmindeki kullanımı hayli çarpıcı bir sonuç veren “dairesel anlatım”, hikâyenin sonunun başlangıcına bağlanması, o filmden yirmi dört yıl önce burada kullanılmıştı bile. Lelouch bu anlatım biçimi ile seyircisini şaşırttığı gibi, sık sık değişen kurgu anlayışı ile de çarpıyor seyredeni. Francis Lai imzalı ve kendini gösteren müziği ile de dikkat çeken çalışma mekanik bir hava veren diyalogları ve oyunculukları ile bu filmin öncelikle bir yönetmen filmi olduğunu sık sık hatırlatıyor bize. Tüm bu ifadeler yapay ve rahatsız edici bir film ile karşı karşıya olduğumuz düşüncesini yaratmamalı çünkü Lelouch filmi sık sık o tehlikeli noktaya götürür gibi yapsa da her defasında toparlamayı başarıyor hikâyeyi. Çocuğu kaçırılan ailenin polis ile konuştuğu ve tek çekim ile oluşturulan sahne boyunca en az konuşan aile kadar polisin ensesini ve sırtını göstermekten çekinmeyen yönetmen bu farklı tercihleri ile pek çok başarılı sinemasal anı da yaratmayı başarıyor film boyunca.

Kadınlarla arası hayli iyi ve buyurgan bir eda taşıyan baş karakteri Fransız sinemasının dev oyuncusu Jean-Louis Trintignant soğuk ama muzır bir çocuk havasında etkileyici bir biçimde canlandırırken yönetmenin biçim denemelerine oyunculuk açısından da katkıda bulunuyor. Onun hayat verdiği bu becerikli, usta ama öncelikle zeki hırsız film boyunca sergilediği irili ufaklı oyunları ile ve özellikle de soymak için seçtiği yer ile seyircinin gönlünde yer ediyor. Kapitalizmin göbeğindeki bir kurum olan bankayı düşürdüğü zor durum hayli eğlendirebilir politik duyarlılığı olanları ama bu durumu bile kendi çıkarı için kullanmayı başaran kurum düzenin kimlerin düzeni olduğunu söylüyor. Yine de en azından soymak için doğru yeri seçtiğini düşünerek avunabilirsiniz. Lelouch kendi hikâyesinden senaryolaştırdığı filmde reklâmcılar ve onların biçimlendirdiği hayatları yaşayan küçük burjuvalar ile dalga geçmeyi de ihmal etmiyor.

Belki zaman zaman fazla stilize, belki bir parça çarpıcılığını yitirmiş ve özellikle başlangıçta havasına girmesi kolay olmayan ama kesinlikle değişik, çekici ve farklı bir film. Kahramanın bilmişliği, emredici tavrı ve rahatlığı kendisini sevmeyi zorlaştırabilir belki ama bu durumu onun Fransızlığına verirseniz, hikâyesine eşlik etmek çok doğru ve eğlendirici bir seçim olacaktır.

(“The Crook” – “Serseri”)

Happy Ever Afters – Stephen Burke (2009)

“Bizimki ilk görüşte aşktı. Sen böyle şeylerden anlamazsın. Her şeyi iki kez yapman gerekiyor”

Çakışan iki düğün töreninde oluşan kaosun ve yeni aşkların hikâyesi.

Aynı kadın ile ikinci kez evlenen bir adam ve para karşılığında bir göçmenle sahte evilik yapan bir kadının bu romantik komedi türündeki hikâyeleri türünün öne çıkacak filmlerinden biri değil ve zaman zaman taşıdığı sitcom havası ile yeterince çarpıcı değil ama yine de eğlen ve unut kategorisinde görülebilecek ve bazen de keyifli bir kahkaha attırabilecek bir film olarak nitelendirilebilir. Romantik komedilerin çoğu gibi sonu başından belli bir film bu ki belki de başarılı romantik komedileri çekici kılan da budur ama burada sonucun başarılı kelimesini hak ettiğini söylemek pek mümkün değil.

Başrollerdeki Hugh Grant’e benzeyen Tom Riley ve Shelley Duval’i hatırlatan Sally Hawkins senaryoya uygun fiziklerini de kullanarak filmi sürüklemeyi başarıyorlar. Shelley Duvall’in rol aldığı Stanley Kubrick başyapıtı “The Shining” filmine gönderme yapan balta ile kapı kırma sahnesi bu benzerlikten mi esinlenmiştir bilmiyorum ama filmin de başarılı anlarından biri olmuş. Yardımcı oyuncu kadrosu da üzerlerine düşeni yapıyorlar film boyunca.

Filmin bir parça daha başarılı işlenebilse çok daha etkili olacak karakterleri göçmen bürosundan gelen ikili. Zaman zaman sessiz filmlerin sözsüz espri gücünü kullanmaya çalışan ama bunu her zaman başaramayan filmde bu iki karakter sessiz sinema döneminin ünlü Keystone Kops karakterleri gibi beceriksizlikleri ile eğlendiren resmi görevliler rolünde filmin çok fazla olmayan başarılı komik anlarında yer alıyorlar. Lezbiyen kadınlar ise filmin olmasa da olur (hatta belki olmasa daha iyi olur) karakterleri ve çoğunlukla bir otelin içinde geçen filmin gereksiz dış sahnelerinin de kaynağı olmuşlar. Daha derinlikli bir senaryonun ve daha sıradışı karakterlerin eksikliği nedeni ile başarılı bir film olmanın uzağına düşen bu çalışma daha çok uzun bir sitcom bölümü tadını taşıyor. Yine de tüm engellere rağmen kendilerine uygun kişileri ve hayatı bulmayı başaran sevimli karakterleri ve kimi anlarındaki gerçekten komik sahneleri ile seyredilebilir bir film.

(“Sonsuza Dek Mutlular”)

Looking for Eric – Ken Loach (2009)

“Maçları özlüyorum. Tutuklanmadan dağıtabileceğin tek yer. Başka nerede arkadaşlarınla bağıra çağıra şarkı söyleyebilirsin?”

Hayatını Eric Cantona’dan aldığı yardımlar ile yoluna koymaya çalışan bir adamın hikâyesi.

Politik filmleri ile tanınan Ken Loach’un bu kez politikanın biraz geri planda kaldığı ama alt sınıflara ve yoksullara olan odaklanması ve futboldaki endüstrileşmeye değinmesi ile elbette politik göndermeleri eksik olmayan bir film. Sonuçta Thomas Mann’ın dediği gibi: “Her şey politiktir”. Bu kez daha kişisel bir hikâyeyi anlatan Loach sorumlu sinemacı tavrını bu filmde de bir kenara koymuyor ve bir yandan alt gelir gruplarındaki insanların içinde bulunduğu kıstırılmışlığı gösterirken diğer yandan da hikâyesini bir “halkın direnişi ve ortak mücadelesi” çözümü ile bağlıyor.

Odasındaki Eric Cantona posteri ile dertleşen bir adamın Cantona’nın posterden çıkıp hayatına girmesi fantezisi ile başlayan film, kahramanımızın futbol dünyasının bu ayrıksı futbolcusundan aldığı öğütler ile raydan çıkmış görünen hayatını toparlama çabasını ele alıyor temel olarak. Aldığı öğütler ve derslerin içinde elbette en çarpıcı olanı Cantona’nın futbol hayatındaki en unutulmaz anının attığı gollerden biri ile değil, verdiği mükemmel bir gol pası ile ilişkili olduğunu öğrenmesi oluyor. Filmin başında da belirtildiği gibi her şey Eric Cantona’dan gelen güzel bir pas ile başlıyor. Sonuçta kahramanımız da hem geçmişten gelen sorunlarını hem de yeni problemlerini aldığı ve verdiği güzel paslarla çözmeye soyunuyor. Finaldeki Cantona maskeli onlarca kişinin gösterdiği mükemmel halk dayanışmasının gerçekçiliği tartışmalı şüphesiz ama sonuçta film de bir fanteziye dayanıyor. Kaldı ki Loach’un da iyimser olmaya ve seyredene öyle hissettirmeye hakkı olsa gerek.

Geçmişte korku ve panikle aldığı bir yanlış karar ile hayatı dağılan postacı Eric, özgüven, karizma ve sevgi eksikliğini futbolcu Eric aracılığı ile kapatmaya çalışırken, hem etrafındakilerin sorunlarını gidermeye hem de yüzleşmekten kaçındıkları ile artık karşı karşıya gelmeye uğraşıyor. Bu çabasında en büyük desteği ise dostlarından (kapsamı büyüterek söyleyelim, halktan) alıyor. Tüm o kişisel gelişim, motivasyon saçmalıklarının değil insanın kendi içindeki gücün ve bu gücü halkın gücü ile birleştirmesinin önemini vurgulayan film belki bu açıdan biraz fazla iyimser, fazla pembe görünebilir ama günümüz sinemasının tüm o yapaylıkları içinde birilerinin insanı hatırlaması bile filmi seyretmek için yeterince geçerli ve anlamlı bir neden. Postacı rolündeki Steve Evets Loach filmlerindeki o gerçekçi tiplemelerden birini başarı ile canlandırıyor. Manchester sokaklarında görmeyi bekleyeceğiniz sıradan bir adamı mücadelesinde sizi yanına çekecek kadar keyifli ve gerçekçi bir biçimde getiriyor perdeye. Filmde kendisini oynayan Cantona ise oldukça tutuk ve zaman zaman posterdeki görüntüsünün daha canlı olduğunu düşünebilirsiniz. Postacımızın gençlik aşkı rolündeki Stephanie Bishop filmin öne çıkan bir diğer oyuncusu.

Endüstriyel futbola ve bu dönüşüm nedeni ile kulüplerin artık biz taraftarların yani halkın değil cebi dolu bir takım adamların malı haline gelmesinden duyulan mutsuzluğu yansıtmakta da oldukça başarılı olan film yarattığı nostalji duygusu ile tüm gerçek taraftarları hüzünlendirirken, sık sık gösterdiği futbolculuğu dönemindeki gerçek Cantona görüntüleri ile aynı taraftarları coşturmayı başarıyor. Ve yine film diyor ki bize, işte ne kadar kızarsa kızsın bu duruma bir taraftar içindeki o takım sevgisinin peşinden gitmeye devam edecektir çünkü takım hayatta değiştirilemeyen tek şeydir.

Vaftiz törenindeki panik atak atmosferini, polis baskınının korkutuculuğu ve sertliğini ve bir “goool” sesinin insanı nasıl geri döndürebileceğini etkili bir şekilde gösteren film Cantona’nın bazıları oldukça naif tavsiyeleri ile ilerleyen kahramanımız aracılığı ile her zaman sandığımızdan daha fazla seçenek olduğu iddiasını veya umudunu taşıyor. Futbola bir güzelleme havası da taşıyan film, futbolun tanımadığımız insanlara coşku ile sarılabildiğimiz ender yerlerden biri olduğunu da söylüyor bize. Diğer Loach filmleri kadar doğrudan, sert ve politik değil ama sıcak, keyifli ve umut veren bir çalışma. Evet, golleri güzel ve unutulmaz kılan güzel paslardır.

(“Hayata Çalım At”)

Brideshead Revisited – Julian Jarrold (2008)

“Keşke her zaman böyle olsa. Hep yaz olsa. Her zaman seninle yalnız olsak”

Oxford Üniversitesinde tarih okumaya başlayan bir gencin bir arkadaşı aracılığı ile aralarına karıştığı aristokrat bir ailenin bireyleri ile ilişkilerinin hikâyesi.

Evelyn Waugh tarafından yazılan ve İngiliz edebiyatının en ünlü ve başarılı eserlerinden biri olarak görülen bir romandan uyarlanan film İkinci Dünya Savaşı öncesinde geçen hikâyesi ile din, aşk, aristokrasi ve özellikle katolik inancındaki suç ve günah kavramları üzerinde duruyor. Hikâyeyi şekillendiren bu suç ve günah kavramları elbette romanın (daha doğrusu edebiyatın) atmosferinden sinemanın görsel dünyasına taşınınca etkisini bir parça kaybediyor ama film yine de çeşitli eksikliklerine rağmen kendi dünyasını kurmayı başarıyor.

Yoğun bir katolik inancına sahip olan ve bu nedenle kocasının aileden uzaklaşmasına neden olmuş olan annenin çocukları üzerinde neden olduğu travma, aileye dışarıdan karışan ve kendi sözleri ile “bu hayalin parçası olmak için, katlanamayacağı aşağılama olmayan” Charles Ryder’ın ailenin okul arkadaşı olan genç erkeği ve onun kız kardeşi ile kurduğu ilişkiler sonucunda kendisini iyice gösteriyor ve hatta belki bu ilişkiler nedeni ile etkisi daha da büyüyor. Herkesin bir şekilde yaralı olduğu bir hikâye var karşımızda. Charles’a aşık olan Sebastian bu eşcinsel aşkı ile ilgili mücadeleyi sonunda kaybedeceğini bilmenin hüznünü taşırken, kız kardeşi Julia Charles’a duyduğu aşk ile inancının normları arasında sıkışıp kalmanın acısı ile yaşıyor. Anne ise tüm doğrularına, inançlarına ve bunlara bağlı olarak aldığı kararlara rağmen ve aslında belki de onlar nedeni ile ne kendi mutlu olabiliyor ne de çocuklarını mutlu görebiliyor. Charles ise suçluluk duygusunu belki de en çok hissedenlerden biri filmin karakterleri arasında; özellikle Sebastian’ın trajedisini engellemek için bir şey yap(a)mamış olması ile ve annenin sözleri ile sevilmeyi çok isteyerek, Sebastian’ın sözleri ile açlığına sınır koymayarak bu suçluluk duygusu odaklı hikâyenin baş karakterlerinden biri oluyor.

Özellikle Brideshead malikânesi bölümlerinde çok güzel görüntüler sunarak sanki erişilemeyen mutluluğun cazibesini ve erişememekten kaynaklanan trajediyi artıran film bazı karelerinde bir tablo gibi titizlikle tasarlanmış görüntülere sahip. Bu tasarlanmışlık korkulacağının aksine filme yapay bir hava getirmiyor, bunun yerine mekandan kaynaklanan ihtişamı artırıyor. İnce ve zarif bir anlatımın hâkim olduğu filmin en temel eksisi son yarım saatinde. Bu bölüm filmin geneline bakıldığında biraz yüzeysel, biraz sanki uzadığı düşünülen bir hikâyeyi toparlama telaşı ile çekilmiş gibi görünüyor. Çok başarılı bir müzik çalışması var filmin ve hikâyeye, atmosfere çok uygun bir tonda filmin karakterlerinden biri oluyor sanki film boyunca. İki imkânsız aşkın ağırlığını taşıyan filmde tüm kadro tam bir İngiliz oyuncu geleneği formatında hikâyeye başarı ile can veriyorlar ama anne rolünde Emma Thompson bir adım önde görünüyor.

Din veya başka bir neden ile yarım kalmış tüm aşklara adanabilir bir film bu ve özellikle Sebastian aşktaki yenilgisini kabul ettiği kilise sahnesinde elleri arkasında yürürken pek çok şiirin, şarkının ifade edeceğinden daha fazlasını söylüyor. Klasik bir romandan yapılan bu uyarlama elbette romanın hacmi düşünüldüğünde romana göre bir parça yüzeysel görünecektir ama tam da bu nedenle filmi roman ile karşılaştırarak bir haksızlığa gidilmemeli. Bu nostaljik havalı, büyük duygulara sahip, anlattığı hikâyenin ve mekanın ihtişamına kendini bir parça fazla kaptıran ve iki saatlik bir süreye sıkışmanın zorluğu ile zaman zaman yüzeysel kalan film kesinlikle ilgiye değen bir çalışma. 1981’de çekilen ve yine bu romandan uyarlanan aynı adlı televizyon dizisi çok daha büyük övgüler ile anılıyor bugün ama bu film de romandan ve o diğer uyarlamadan bağımsız ele alınmayı hak ediyor.

(“Brideshead’e Son Gidiş”)