The Fake – Godfrey Grayson (1953)

“Bir Leonardo söz konusu olduğunda hiçbir galeri güvenli değildir”

Londra Tate Galeri’deki tablo hırsızlığının hikâyesi.

Mussorgsky’nin “Bir Sergiden Tablolar” adlı eserini film müziği olarak benimseyerek naif bir espri ile başlayan film eski ama biraz fazla eski usul bir soygun ve hırsız/polis filmi. Ukalalığı, rahatlığı ve öz güveni ile abartılmış bir Sherlock Holmes havalarında Londra’da gezinen bir Amerikalı dedektifin baş kahramanı olduğu film, herhangi bir orijinalliği olmayan ve günümüz seyircisi için sıradan görünebilecek bir içeriğe ve biçime sahip.

Siyah beyaz görüntüleri ve konusu ile aslında bir kara filme dönüşebilecek bir potansiyeli olmasına rağmen böyle bir amacın peşinde de olmayan film daha çok televizyonun ilk dönemlerinden bir dedektif dizisinin bir bölümü havasını taşıyor. Mussorgsky ve Da Vinci’yi hatırlatması uğruna ve kısa bir rolde de olsa sonraki yılların ünlü sanatçısı Billie Whitelaw’ı görmek için göz atılabilir. Elbette siyah-beyaz eski film düşkünlerinin de ilgisini çekebilir bu kısa süreli ve aksamayan bir tempoya sahip film.

(“Sahte Tablo”)

Here We Go Round the Mulberry Bush – Clive Donner (1968)

“Tek isteğim Somerset Maugham’da olduğu gibi olgun bir kadının beni baştan çıkarması”

60’ların İngiltere’sinden bir gençlik hikâyesi.

1968 yapımı bu İngiliz filmi çekildiği dönemdeki hareketlenmenin siyasi ve toplumsal odaklarından uzakta ve o hareketlenmenin özgürlükler ile ilgili alanlarından sadece seks adını taşıyana odaklanmış bir eser. Herkes sevişirken sevişemeyen bir gencin bu hikâyesi, o dönemin tüm güzel İngiliz kadınlarına yer vermiş gibi görünen, kahramanımızın aralıksız ve sık sık da seyirciye yönelik olarak konuştuğu, yorum yaptığı ve başta kendisi olmak üzere herkesle ve özellikle kadınlarla dalga geçtiği bir filme kaynaklık ediyor. Hunter Davies’in romanından uyarlanan film dönemin “Swinging London” imajına uygun bir şekilde hareketli bir hayat, renkli görüntüler ve serbest kalmış bir gençlik imajı getiriyor karşımıza.

Filmin temel bir kusuru var; yaratmaya çalıştığı “alaycı, özgür ve hareketli” atmosferi güçlü bir şekilde destekleyecek bir yönetimden yoksun kalmış gibi görünüyor. Tüm o stil denemeleri, renkli filtrelerden geçirilmiş görüntüler bazen gerçekten ilginç olabilirken kimi zaman da seyredeni adeta yoruyor. Yeterince başarılı olamayan bir stil denemesinin en büyük riski olan görselliğin içeriği ezmesi bu filmde de zaman zaman ortaya çıkıyor. Benzer bir konuya odaklanmış olan “The Knack… and How to Get It” hatırlandığında aradaki farkın yönetmenden kaynaklandığı rahatça söylenebilir ve bu hikâye Richard Lester’ın eline geçseydi çok daha parlak bir sonuç alınırdı büyük bir ihtimal ile.

Kadın oyuncuların nerede ise tümünün oyun gücünden ziyade görselliğe katkıları için yer almış göründüğü filmin yıldızı baş roldeki Barry Evans elbette. Gerçek yaşından daha küçük birini canlandırsa da filme ihtiyaç duyduğu dinamizmi, sevimliliği ve cazibeyi fazlası ile katıyor. Film boyunca hemen tüm karelerde o var ve sonsuz enerjisi ile filmi sürekli besliyor gibi görünüyor.

68’de çekilse ve o dönemde geçse de o kuşağın asıl hassasiyetlerinden uzak duran ve başka bir hikâye anlatan bir film bu. Seks arayışı ile başlayıp aşkı bulma ile sona eren filmde yine de başta İngiliz toplumu, aileleri ve değişen tanımı ile çerçevesi genişleyen cinsel özgürlük ile ne yapacağını bilemeyip yoldan çıkan insanlar karşımıza getirilerek eleştirel bir boyut katılmış filme ama yönetmen Donner bazı seçimleri ile “tüm o güzelliklere” ticari bir bakış ile baktığını gizleyememiş görünüyor. Müziği ile ilgiyi toplayabilecek, Evans’ı seyretmek için bile zaman ayırmaya değebilecek, kimi anları ile yeterince eğlenceli olabilen ve sonuçta bir yarı başarıya sahip ama yine de eğlenceli bir film.

(“Dut Bahçesi”)

1981 – Ricardo Trogi (2009)

“Yalancıysan öteki yalancıları hemen tanırsın. Özellikle de yeni başlayanları”

Yönetmenin Québec’te geçen 11 yaşındaki günlerinin hikâyesi.

“Hatırlıyorum” tarzındaki nostaljik, sevimli ve “ama yine de ne güzel günlerdi onlar” filmlerinden biri karşımızdaki. Yönetmenin kendi sesi ile dış ses olarak sık sık müdahil olduğu hikâye bu tarzı ile “Everbody Hates Chris” adlı televizyon dizisini de hatırlatıyor. Tıpkı orada olduğu gibi bu filmde de iyi yürekli, saf, eğlenceli ve gürültülü bir aile söz konusu. Zaman zaman bir sinema filminden çok küçük skeçler halinde seyreden film bir büyüme ve büyüme sancılarının hikâyesi özet olarak.

Bu tür filmlerin en temel dayanağı karakterlerinin çekicilik seviyesidir. Bu film de bu alanda başarılı bir noktada duruyor ve hem baş kahramanımız olan çocuk hem de anne ve baba seyreden için yeterince keyifli malzeme sunuyor. Senaryo hem bu karakterlere sağladığı imkânlar ile hem de dozunda tutulmuş “fanteziler” ile genelde hikâyenin daha doğrusu skeçlerin yumuşak ve kolay/keyifli bir akışa sahip olmasına fırsat veriyor. Herkesin çocukluğu ile özdeşleştirebileceği ilk aşk, küçük yalanlar ve arkadaşlarının yanında aileden/babanın işinden utanma gibi sahneleri de barındıran film seyirciyi zaman zaman yüreğinden yakalayan anlara da sahip. Örneğin özür dileme sahnesi ve çocukların sıra ile sırlarını ortaya döktükleri (ama elbette yine bir şeyleri kendilerine sakladıkları) bölüm gerçekten ustalıkla kotarılmış bir şekilde sergileniyor.

Tüm oyuncu kadrosunun keyif alan ve keyif veren bir oyun sergiledikleri filmde özellikle baba ve anne rolündeki Claudio Colangelo ve Sandrine Bisson çok başarılılar. Kahramanımızın da dahil olduğu dört çocuğun oluşturduğu çete ise özellikle erkek seyircilerin gözlerini yaşartacak bir arkadaşlık ve paylaşım içinde gerçekten eğlenceliler. Tüm ana kadroyu bir araya getiren harika “yatak” sahnesi ise şık bir kapanış sağlıyor filme.

Keyifli diyalogları, müziği, modası, kıyafetleri ve Walkman, Casio saat gibi o günler için olağanüstü buluşları ile 80’lerin şık bir nostaljisini içeren yapısı ile eğlenceli bir film. Bazen sinemadan çok televizyon filmi havası taşıyan yapısı kalıcılığını olumsuz olarak etkilese ve yönetmen hatırladıklarını peş peşe dizmiş havası olsa da gülümseten ve bir walkman’e bakıp iç geçirilen sahnede olduğu gibi nostaljisi ile hüzünlendiren bir eser.

The King – James Marsh (2005)

“Keşke bir odada duran bir sandalye olsaydım”

Hiç tanımadığı babasını görmek için Texas’a gelen bir gencin babasının yeni ailesinin parçası olmaya çalışmasının sonuçlarının hikâyesi.

Ret edilmenin yaratabileceği korkunç trajedileri anlatmaya soyunan bir film bu. Filmin anlattıklarına seyircisini hazırlamayan ve bu nedenle onu hazırlıksız yakalayarak hem şok etkisi yaratan hem de anlamsızlığa savurma riski taşıyan bir anlatımı ve hangi ruh hali ve hangi beklentiler ile seyrettiğinize bağlı olarak gidebileceğiniz bu iki nokta arasında da çok ince bir çizgi var.

Filme lakabını armağan eden Elvis’i Gael García Bernal abartıya müsait bir rolde ama ustalıkla abartıdan kaçınarak ve aksine alçak tonda bir tarz ile canlandırıyor. Bu seçimi ile de filme hem sevimliliğini hem de filmin üzerine dayandığı “şeytanın cazibesini” armağan ediyor. Onun film boyunca tüm yaptıklarının nedenlerini filmin afişindeki gibi şeytana bağlamak veya ret edilen bir insanın intikamı olarak yaklaşmak mümkün ama sanırım senaryo dini motiflerle örülü bir ailenin reisinin geçmişindeki günahlarından “Hristiyanlığa dönerek” sıyrıldığına inanma kolaycılığına filmin sonundaki “Tanrı’nın affına sığınan günahkâr genç” ironisi ile karşılık veriyor. Bu af isteği bir başka açıdan, babasına yaklaşmak isteyen gencin ona en sevdiği rolü, Tanrı’nın affına aracılık rolünü, üstlenme imkânı vermesi olarak da görülebilir.

Amerika’da yaygın olan vaizlerden biri olarak kendi kilisesini kuran baba üzerinden film dinsel kavramlara eleştirel yaklaşıyor ama bu eleştiriler doğrudan bir biçimde değil daha çok olayların akışı üzerinden getiriliyor; yaratılış teorileri tartışması, tutuculuk, günah işleme-af dileme gibi konular hikâyenin bir parçası olarak yer alıyor filmde sadece. Etrafı sonradan şiddet ile sarmalanacak olan babanın da içinde bulunduğu av sahnesi ve hemen sonrası belki doğrudan eleştiri olarak görülebilecek tek bölüm. “Şeytanın” bu dışarıdan dört dörtlük görünen aile üzerindeki yıkıcı etkisi de bu nedenle daha da çarpıcı bir hal alıyor.

Hem gösterdiği hem göstermediği şiddet sahneleri ile hem de özellikle su kenarındaki ilk flört sahnesi gibi bölümleri ile zaman zaman hayli üst noktalara çıkan filmin sonuç olarak hem en güçlü hem de tek zayıf yanı “şaşırtması” seyredeni. Elvis’in gerçeği bildiği halde kızla ilişkiye girme çabasındaki şeytanlığı bu gerçeği dengeleyecek şekilde yumuşak ve çekici bir atmosfer içinde anlatması nerede ise seyirciyi de ters köşeye yatıran bir yaklaşım. Film elini en net ve hatta ilk cinayet sahnesinden de daha fazla bir şekilde sonlardaki pencereden bakan görüntüsü ile Elvis’i nerede ise şeytan gibi resimleyerek belli ediyor. Sonuç olarak bu soğukkanlı katil hikâyesi kimi eksik yanları olsa da soğukkanlı ama başarılı bir anlatımı olan, altını çizmeden gösterdikleri ile etkilemeyi başaran ve şaşırtıcı bir şekilde katil ve kurbanlara aynı mesafede durmanıza neden olabilecek bir film. Aileye sızma hikâyesi ile “Ripley” karakterini de hatırlatan bu genç adam için de üzüleceksiniz.

(“Kral”)