Persécution – Patrice Chéreau (2009)

“Korkmadan sevemiyorum”

Kız arkadaşı ile inişli çıkışlı bir ilişkisi olan genç bir adamın peşini bırakmayan ve kendisine tutku ile bağlanan bir adamla karşılaşması ile başlayan olayların hikâyesi.

Bir adamın taciz edilmesinin kendisinin taciz ederek yıprattığı ilişkisi ile birlikte anlatılması parlak bir fikir ama film bu fikrini nereye kadar taşıyabiliyor, orası tartışmalı. Romain Duris’nin parlak bir oyun verdiği filmde, oyuncu filmin tam merkezinde. Sürekli konuşuyor, hareket ediyor, ağlıyor, kızıyor, korkuyor, rahatsız oluyor, rahatsız ediyor vs. Tüm bunları sanki bir doğaçlama oyun verircesine ve zaman zaman vahşi bir doğallık içinde aktarıyor seyredene. Özellikle sık sık karşımıza gelen mutsuz ve kızgın (ve aslında kısmen korkan) bakışları filme egemen oluyor sürekli. Filmin senaryodan kaynaklanan temel sıkıntısı da işte onun ve tacizcisinin karakterlerinin nasıl çizildiğinde yatıyor. Yeterince işlenmemiş olan bu karakterler filmi takip etmeyi de zorlaştırıyor açıkçası. Oysa aynı senaryonun bazı bölümleri ve özellikle ayrılma sahnesi başta olmak üzere ikinci yarısı zaman zaman çok parlak anlara sahip. Burada filmin övgüyü hak eden ve yürek burkan finalinden de söz etmek gerek. Ayrılma sahnesi ise diyalogları, çekimi ve oyunculukları ile gerçekten çok etkileyici.

Etkileyici bir sahnede kalabalık bir barda arkadaşının sırlarını aralıksız konuşarak ortaya döken kahramanımızın kendi tacizi ile taciz edilmesi çelişkisinin yeterince altının çizil(e)mediği film, sonradan bu tacizciyi dert dinleyen bir adama dönüştürerek eksik kalan vurguyu iyice zayıflatıyor. “İnsanları bırakamayan” bir adamın gereksiz sorgulamaları ile yitirmekte olduğu bir ilişkisinin hikâyesi olan filmin aslında daha başarılı olsaydı nereye gidebileceğini en iyi gösteren, filmin sonunda Antony and the Johnsons yorumu ile dinlediğimiz “Mysteries of Love” şarkısı. Bir şarkıyı yeniden yorumlarken nasıl ona yeni bir hayat verilebileceğini çok iyi gösteren bu yorum içerdiği gizem, kırılganlık ve hüzün ile filmin hedeflediği noktayı çok iyi işaret ediyor.

Yarı yolda kalmış gibi olsa da hedeflediği nokta ve Duris’nin parlak oyunculuğu ile dikkati çeken, ve sabırsızlık, güvensizlik ve anlamsız sorgulama sonucu kaybedilebilecekleri yüzümüze çarpan ve kimi problemlerine rağmen etkileyici bir film sonuç olarak.

(“Zulüm”)

Akiresu to Kame – Takeshi Kitano (2008)

“Ne kadar çok gizem olursa, tablonun değeri o kadar yüksek olur”

Tüm hayatını ressam olmaya adayan ama tek bir resim bile satamayan bir adamın hikâyesi.

Zeno’nun paradoksu olarak da bilinen ve hızlı bir koşucunun yarışa kendisinden önce başlayan bir kaplumbağayı neden asla geçemeyeceğini anlatan hikâyenin açıklamalı bir animasyonu ile başlayan film bu başlangıç sahnesi ile hem kahramanımızın asla kazanamayacağı bir mücadeleyi (ilk hedefe ulaşsa da hedefin hep bir parça daha ileri gitmiş olması nedeni ile) baştan özetlemiş oluyor hem de filmin parlak görselliğinin ilk işaretlerini veriyor.

Zaman zaman komedi zaman zamansa bir trajediyi anlatır gibi görünen filmi belki bir kara mizah örneği olarak nitelemek mümkün. Babasının zenginliği ve gücü nedeni ile herkesin sanatçılığını teşvik ettiği bir çocuğun arkasındaki bu gücü yitirdiğinde girdiği/itildiği yoldan artık geri dönememesi ve tüm yeteneğine ve denemelerine rağmen “başaramamasını” anlatan film komedi ağırlıklı gibi görünse de yansıttığı onca trajedi ile filme bu açıdan yaklaşmayı bazen zorlayan bir yapıya sahip. Kimi zamanlar sadece trajediye veya sadece komediye odaklanılsa daha iyi olurdu diye düşündürtse de yapılan seçim belki de filme mesafeli yaklaşılmasını sağlayarak ayrı bir güce sahip olmuyor da değil.

Filmin ironisi de hayli güçlü; filmin başındaki sanatçı ve hamisi ilişkisinde güçlü olan hami iken filmin ikinci yarısında, ilk yarıdaki sanatçının oğlu eksper rolünde sanatçı olmaya çalışan haminin oğlunu kelimenin tam anlamı ile süründürüyor ve onunla oynuyor. Sanat dünyasında sanatçıyı üne kavuşturacak ve onu başarılı kılacak unsurların ne olduğu konusunda, sanatçı olamayanların (daha doğrusu sanat dünyasında yer edinemeyenlerin) perişanlığı ve sanatta farklı arayışlar ve daha önce yapılmamışları deneme üzerine oldukça eğlenceli bir bakışı var filmin. Etrafında olan biten tüm trajedilere rağmen resim yapmaktan ve resim yapmayı sevmekten vazgeçmeyen adamın tüm denemeleri filme oldukça etkileyici bir görsellik katmış ve film bu görselliğin sık sık tadını da çıkarıyor. Örneğin bir kan damlası ile başlayan ve tüm görüntünün kırmızıya boyandığı sahne gerçek bir ustalık ile çekilmiş. Benzer şekilde, sanat okulu öğrencilerinin klasik yaratım sürecinin dışındaki tüm denemeleri de hem eğlendiriyor hem de filme rengarenk bir hava katıyor.

Sanat büyük bir aldatmaca mıdır, sanatı sanat yapan nedir ve daha temel olarak sanat nedir soruları üzerinde düşünülmesini de sağlayacak, bir insanın tutkusunun peşinde gitmekte sınır tanımayabileceğini gösteren ve başarıyı kimin tespit ettiği üzerine derin bir sorgu ve beraberinde hüzne neden olabilecek filmdeki vefalı eş portresi ise tek bir cümleyi hak ediyor: Tanrı herkese böyle bir eş nasip etsin!

(“Achilles and the Tortoise” – “Akileus ve Kaplumbağa”)

Gentlemen Prefer Blondes – Howard Hawks (1953)

“Senden başka hiçbir kız onca spot ışığının altında sahneden bir erkeğin cebindeki mücevher kutusunu göremez”

İki şov kızının para, erkekler, mücevherler ve aslında mutluluk peşinde koşmalarının müzikal hikâyesi.

Yönetmen Howard Hawks’ın bu filmi diğer pek çok müzikal gibi sahneden sinemaya uyarlanmış, keyifli, basit hikâyesinin tadını çıkartan ve işte o eğlenceli eserlerden biri. Marilyn Monroe ve Jane Russell gibi Amerikan sinemasının cinsel cazibesini en ustalıkla kullanan isimlerinden olan iki oyuncusundan sonuna kadar yararlanan film bu iki yıldıza eşit derecede yer veren olay akışı ile filmin adının aksine sarışınlar ile esmerler arasında herhangi bir adaletsizliğe de izin vermiyor. Monroe özellikle flört ettiği, ayarttığı ve aptal rolünü oynadığı sahnelerde çok eğlenceli olmayı başarıyor. Russell ise özellikle Monroe’nun yerine geçtiği mahkeme sahnesinde epey keyif veriyor.

Bir müzikalin başarılı olması için keyifli ve kalıcı şarkılara ve etkileyici bir koreografiye sahip olması şart elbette. Film bu alanda da beklentileri karşılıyor. Müzikalin klasikleşen şarkılarından “Diamonds are a Girl’s Best Friend” bölümü hem şarkının başarısı hem de koreografisi ile ve elbette Monroe’nun performansı ile göz dolduruyor. Bu sahnedeki sadece siyah, kırmızı ve pembe renklere sahip dekor ve kostümler de görkemi ve parlaklığı ile filmin doruk noktalarından birini oluşturuyorlar. Film için özellikle yazılmış olan ve Russell’ın Amerikan Olimpik Takımı rolündeki oyuncular ile birlikte seslendirdiği “Ain’t There Anyone Here For Love” şarkısının yer aldığı bölüm ise koreografisi ve cinsel cazibeyi kullanırken sadece Monroe ve Russell’dan yararlanmadığını göstermesi ile de ilgiyi toplayabilir.

Esprileri genelde oldukça keyifli, şarkıları ve dansları güzel bir müzikal bu ve bir derinlik aramadan, kendinizi eğlencenin kollarına bırakarak ve tiplemelerdeki klişelere takılmadan seyredilmesi gerekiyor. Kaldı ki “gönül işleri ters gidince her şey ters gider” gibi özlü mesajları da var.

(“Erkekler Sarışınları Sever”)

O Ano em Que Meus Pais Saíram de Férias – Cao Hamburger (2006)

“Kaleciler tüm hayatlarını kalelerinde tek başına ve en kötüsünü bekleyerek geçirirler”

1970 Brezilya’sında bir yandan Dünya Kupasının heyecanını diğer yandan diktatörlüğün acılarını yaşayan bir çocuğun büyüme hikâyesi.

“Sergen ile Şifo Mehmet”, “Alex ile Tümer”, “Eleano ile Arda” yan yana oynar mı tartışmalarının her devirde ve her ülkede benzerlerinin olduğunu da gösteren (ki buradaki örnek Pele ile Tostão, ve yan yana çok da başarılı oyunuyorlar) filmde 70’lerin baskı altındaki bu Latin Amerika ülkesinde bir yandan polisten saklanan ebeveynlerinin dönmesini bekleyen diğer yandan aşığı olduğu futbolun en büyük kupasında Brezilya’yı takip eden bir çocuğun özlem, tedirginlik ve sevgi dolu hikâyesi anlatılıyor.

Futbol, siyaset ve bir çocuğun büyümesi eksenlerinde ilerleyen filmde yarı otobiyografik bir özelliği olan senaryodan kaynaklanan bir dördüncü eksen de var. Dedesinin yanına bırakılmak için çocuğun getirildiği yahudi mahallesi ve bu mahallenin varlığından dolayı filmde kendine hayli geniş bir yer bulan “dindar, huysuz ama sevecen yaşlı yahudi”, mitzva törenleri ile karşımıza gelen “yahudi gelenekleri” gibi unsurlar sanki filme bir yandan sıcaklık katarken diğer yandan da belki dozun fazla tutulması nedeni ile filmin daha vurucu bir etkiye sahip olmasını engellemiş gibi görünüyor. Futbolun evet sadece futbol olmadığını ve hayatın birebir kopyası olduğunu anlatan bir film bu ve bu oyunun hayatlarımıza ne denli sızdığının da pek çok kanıtını içeriyor; hem ülkesi Brezilya kazansın isteyen hem de sosyalizmin zaferinin göstergesi olacaktır diye Çekoslavakya’nın kazanmasını arzu eden solcu eylemci (gerçi hangi tarafın attığı gole daha çok sevindiğini gizleyemeyerek futbolu siyasetin önüne geçiriyor ama), topluca seyredilen maçlardaki ortak coşku ve hüzün, ve kaleciler üzerinden gösterilen felsefik yaklaşımlar gibi.

70’lerde bizde Şiribim Şiribom olarak bilinen şarkının orijinalinin sık sık eşlik etttiği film hayatının belki de en çok ihtiyacının olduğu döneminde anne ve babasından uzak düşen ama onları inatla bekleyen ama bir yandan da büyüyen bir çocuğun futbol eksenli dünyasına sızan ilk flört, yeni dostluklar, yeni kültürler ve kısaca “uyanışlar” olarak özetlenebilecek büyüme sancılarını belki dramın gücünün aleyhine biraz fazla sıcak bir tavırla ama samimiyet ile anlatıyor. Mavi bir Volkswagen’in peşinde koşulan sahne veya üniversitedeki tutuklama anları gibi bölümler filmin belki bir parça daha sert tonu olsa ilave bir güce de kavuşabileceğini ama bilinçli bir tercih ile ne olursa olsun umudun ve dayanışmanın ön plana çıkarıldığını gösteriyor bize. Sevginin emek ile birlikte anlam kazandığını ve baskı ve diktatörlüğün olduğu bir ortamda hiçbir bireyin kendini bunlardan uzakta tutamayacağını söyleyen filmin bir güçlü mesajı daha var: Yaşasın futbol! Filmi izledikten sonra futbolun neden sermayenin değil halkın elinde olması gerektiği üzerine uzun uzun düşünmemek ve oyunun bu alandaki güncel durumuna üzülmemek elde değil.

(“The Year My Parents Went on Vacation” – “Annemler Tatilde”)