Iluzija – Svetozar Ristovski (2004)

“Umut en büyük kötülüktür çünkü işkenceyi uzatır”

Bağımsızlığını yeni ilan eden Makedonya’da bir çocuğun ayakta kalma mücadelesinin hikâyesi.

Yeni bir düzene geçmenin şiddetli sancılarını yaşayan bir toplumda bir çocuğun tek bir dayanağının, tek bir rol modelinin olmamasının sonuçlarını anlatan filmde kahramanımızın dışında sadece iki olumlu karakter var ama bunlardan birinin gerçekliği oldukça belirsiz bırakılırken diğeri de iyi ama pasif bir karakter. Ailesi başta olmak üzere hayatının her alanında yalnız ve desteksiz olan karakteri ve bu karakterin büyüme ve kurtulma çabası üzerinden belki de ülkesinin içinde bulunduğu durumu anlatmak istemiş yönetmen.

Kötümserliğin ağır bastığı bir film bu ve nerede ise çözümün olmadığını ve gerçekleştirilebilecek tek kaçışın sadece hayallere doğru olabileceğini söylüyor. Bu kötümserlik dozu zaman zaman filmi seyretmeyi zorlaştırıyor ama sonuçta filmin özellikle finalindeki vuruculuğunu artırdığı da bir gerçek. Düz ve net bir tavrı var filmin ve herhangi bir oyuna başvurmadan, aktarmak istediğinin peşine düşüyor. Net tavrı filmin oldukça fazla sayıda metafor veya sembolik anlatıma başvurmasına engel değil; kastettiğim filmin temiz bir sinema dili ile ve sahnelerin kendi içinde kamera oyunlarına vs başvurmadan derdini dile getirmiş olması. Makedon/Boşnak ayrımı üzerinden dağılan Yugoslavya’nın ve Balkan halklarının durumu, entellektüellerin pasifliği, tek kaçış aracının sanat olması gibi pek çok yan teması var filmin ve geçen bir trenin neden olduğu toz bulutunun mahvettiği yemek gibi yaratılmaya çalışılan mutlulukların ne kadar kırılgan olduğunu sembolize eden sahneleri.

Umutsuz bir ortamda umut ediyor olmanın neden olabileceği trajedileri gösteren film “değişim” sürecindeki toplumların geride bırakmaya çalıştıkları ile elde etmeye çalıştıklarının birbirinden farklı olmadığını ve bir toplumun iyi veya kötü eski değerlerini geride bırakırken yeni değerleri oturtmasının ne kadar güç olduğunu söylüyor bize. Paris’in gerçekliği filmde tutunulabilecek tek dal ve onun da şüpheli gerçekliği seyredeni boşluğa düşürüyor ama sonuçta güçlü, trajik ve başarılı bir film.

(“Mirage” – “Serap”)

Yeojaneun Namjaui Miraeda – Sang-soo Hong (2004)

“Yak beni! Yak beni! Biri beni yaksın!”

Güney Kore’den iki erkek ve bir kadının ilişkiler, seks ve bencillik ile örülü hikâyeleri.

İnsan ilişkileri, aşk, iktidar, anılar ve zayıflıklar üzerine genellikle tek planlı uzun çekimler, uzun diyaloglar ve samimiyet ile anlatılan bir film. Sık sık karın eşlik ettiği “temiz” ve sade bir görüntü yönetimi olan film zaman zaman sıra ile çekilmiş duygusu veren ikili/üçlü diyalog sahnelerinden oluşuyor ve bu minimalist tavrı ile bazı seyirciler için monoton bir görüntü verebilir.

Oyunculukların da oldukça sade olduğu filmde duygusal tepkiler bile belli bir ölçünün içinde aktarılıyor ve “tecavüz sonrası”, “terketme” gibi büyük duyguların tetikleyicisi durumlar bile alçak gönüllü bir tarz ile, diyalogların içinde ister doğrudan ifade edilsin ister isterse cümlelerin ardına gizlensin, ve hep bir sakinlik içinde aktarılıyor. Küçük ve sıradan saçmalıkların, rol oynamaların ve komikliklerin hâkim olduğu bir film için doğru bir tavır bu ama kimi zamanlar keşke bu sıradanlığı bir parça daha çekici kılacak ve zenginleştirecek bir “hareketlenme” olsa diye de düşündürtmüyor değil.

Adı ile de kadınların yanında bir yer tutan film insanların ve özellikle erkeklerin mutsuzluklarını atlatmak içinde seks peşinde koşmalarını ve aslında bu duyguyu aşmaya değil sadece görmemeye çalışmalarına da dokunuyor. Keyifli bir müzik, hayatlarımızın gerçekten içinde olan kadar sıradanlık ve hüzün/mizah karışımına sahip olan film ilişkiler ve sıradanlık maskesi ile örtülen küçük zavallılıklarımız üzerine bir çalışma. Garson kız ile flört sahnelerinde olduğu gibi tüm erkeklerin “aslında aynı” olduğunu da söyleyen film özellikle küçük filmlerden hoşlananlar için. Bir arkadaşa hediye olarak yeni yağmış ve henüz insan eli (daha doğru bir deyişle ayağı!) değmemiş karda ilk yürüyen olma hakkının verildiği bir film sadece bununla bile ilgiyi hak ediyor aslında.

(“Woman is the Future of Man” – “Kadın Erkeğin Geleceğidir”)

The Fugitive Kind – Sidney Lumet (1960)

“Bizler yalnız bedenlerimiz içindeki birer tutsağız ve sonsuza kadar öyle kalacağız.”

Bir kasabaya gelen bir yabancının iki kadınla olan yakınlaşması ve bu yakınlaşmanın başlattığı olayların ve ortaya çıkardığı sırların hikâyesi.

Tennessee Williams’ın “Orpheus Descending” adlı oyunundan uyarlanan film Marlon Brando, Joanne Woodward ve Anna Magnani’nin etkileyici portreler çizdiği ve zaman zaman tiyatro havasından kurtulamamış olsa da ve belki de özellikle tam da bu nedenle oyunculukların daha da çarpıcı bir havaya büründüğü bir çalışma. Brando karizmasını tüm muhteşemliği ile birlikte sergiliyor bu filmde ve başka bir ağızdan çıktığında eğreti ve yapay durabilecek sözler onun tarafından seslendirildiğinde doğal geliyor seyredene. Oyuncu büründüğü kişiliğe aynı anda hem bir mesafe ile yaklaşmış hem de gerektiği kadar içine girebilmiş rolünün. Magnani sevgiye aç ve kaybetmiş kadın rolünde, Woodward ise sevginin peşinde koşan ve kendisini “Farkedilmek, görülmek ve duyulmak” sözleri ile birlikte teşhirci olarak adlandıran genç kız rolünde zaman zaman tiyatro havası da taşıyan bir içerik ile başarılı oyunculuklar gösteriyorlar. Genel olarak filmin özellikle bazı sahnelerinde kendini gösteren tiyatro sahnesi havası sanki yönetmenin bilinçli bir seçimi gibi duruyor çünkü örneğin Brando’nun seyirciye yüzünü dönüşü ile başlayan sahnede sanki sahnenin yanan ışıkları ile birlikte “işte oyun başlıyor” gibi hissediyorsunuz. Benzer şekilde özellikle dükkanın içinde geçen sahnelerde “oyuncu sağdan sahneye girer ve konuşmaya başlar” havasını almanız mümkün.

Oyunun orijinal isminin daha çok yakıştığı bir film karşımızdaki. Sanatçı kişiliği ve finalde uzaklaşması gerekirken dönüp geriye bakması nedeni ile Orfeus’u ve geldiği kasabada gök yüzünden insanların arasına inen bir Tanrı gibi dolaşması ile onun hikâyesini hatırlatıyor çünkü.

Williams’ın oyunundan uyarlanan bir filmde elbette karakterlerlerin kendi içlerinde ve birbirleri ile olan ilişkilerinde bir cinsel gerilim havasını, yaşanamayan ve tatmin edilemeyen arzuların neden olduğu gerginliği ve yok olmayı sezmek beklenir. Bu filmde de özellikle Magnani ve Woodward, yaşadıkları kasabanın ırkçı ve tutucu havasının daha da artırdığı bir mutsuzluğun kurbanı olarak yaşamaya çalışıyorlar. Finaldeki yangın sahnesinde dükkana gelen kasabalıların yangını söndürmek için değil de adeta erkek ve kadının kurmaya çalıştığı dünyayı yıkmak için orada olduklarını anlatan kurgusu ile tutuculukların ve bunun neden olduğu bastırılmış duyguların sonucunu da aktarıyor bize film.

Brando’nun zaman zaman bıyık altından gülen bir tavırla ve “güzelliğinin” bilincinde olan bir yaklaşımla oynaması, arada tirat havasına bürünse de etkileyici ama uzun diyalogları, rolü ile bütünleşen oyuncuları ve tiyatro ile sinema arasında çizdiği bir ince çizginin her iki yanına da geçen tavrı ile Amerikan sinemasından etkileyici bir örnek. “Cat on a Hot Tin Roof” veya “A Streetcar Named Desire” kadar etkili bir Tennessee Williams uyarlaması değil belki ama bir çekiciliği olduğu inkâr edilemeyecek bir çalışma yine de. Sadece Brando’nun hem filmin göbeğinde hem de orada değilmiş havasını aynı anda verebildiği garip oyunu için bile görmeye değer. Bir de filmde kısacık bir sahnede anlatılan yarım kalmış aşk hikâyesi için.

(“Gizemli Yabancı”)

Le Pacte du Silence – Graham Guit (2003)

“Canavar mı dediniz, ben sadece bir kadın görüyorum”

Bir doktor rahibin cinayetten hapishanede yatan bir kadını anlama ve karşısına çıkan sırları çözme hikâyesi.

Tek yumurta ikizleri sinemada “Vertigo”, “Dead Ringers” ve “Adaptation” gibi örnekleri olan ve eğer komedi kategorisinde değilse genellikle bu durumun bir gerilim, çekişme, bağlılık vb. kavramlar ile birlikte ele alındığı bir biyolojik durum. Bu filmde de gerilimin, sırların kaynağında bu durum var ve dolayısı ile kimin kim olduğu, kimin ne yaptığı sorularının gizemli cevaplarının yanında ikizlerin birlikte hastalanması gibi her zaman ilginç olabilen özellikler bolca kullanılarak bir atmosfer yaratılmaya çalışılmış.

Biri hapiste diğeri bir Katolik Karmelit kilisesinde olan ve bir anlamda ikisi de kapalı kapılar ardında olan ikizlerin geçmişte onları ayıran sırları filmin ortalarında ortaya çıkarken, asıl gerçeğin ne olduğu filmin sonlarında beliriyor ve senaryosu sık sık aksasa da film özellikle bu gerçeğin keşfi sırasında ilgiyi ayakta tutmayı başarıyor. Aralıksız film çeken ve bu açıdan 60’lı yılların Türk sinemasının yıldızlarını hatırlatan Gerard Depardieu (2003’te bu filmle birlikte toplam sekiz filmde rol almış) oldukça vasat ve donuk bir oyun sergiliyor film boyunca. Ne rolündeki din adamı ağırlığını ne de ne zaman ve nasıl oluştuğunu anlayamadığımız tutkuyu seyredene geçiremiyor. Élodie Bouchez ise filmin asıl ağırlığını taşıyan ve Depardieu’nün yanında en azından idare eder bir görüntü veren bir isim olmuş.

Vaat ettiği gerilimi taşıyamayan ve sık sık seyircinin sunulan malzemeleri kendisinin bir araya getirmesini bekler gibi görünen, olay örgüsünün zaman zaman inandırıcılıktan uzaklaştığı ve son bölümü ile “Vertigo” filminden ilham almışa benzeyen film öncelikle katıksız gerilim filmi hayranları için. Son karelerindeki ikiz çocuk sahibi yeni aile görüntüsü ile devamım gelecek diyen bir korku filmi gibi gereksiz bir sonu da olan film yeterince sarsmayan ve zaman zaman gereksiz ağırlaşan yapısı ile harcanmış bir fırsat gibi görünüyor. Yine de filmin bazı bölümlerindeki tuhaf çekiciliği de kabul etmek gerek.

(“The Pact of Silence” – “Sessizlik Yemini”)