Bus Stop – Joshua Logan (1956)

“Bu rodeoya meleğimi bulmaya geldim ve o sensin”

Bir rodeocu ile bir şov kızının mutluluğu bulma komedisi.

William Inge’in bir oyunundan uyarlanan film belki bir parça fazla Amerikalı havası taşısa da keyifli bir komedi. Yazarın Amerikan toplumu üzerine verdiği eserlerinin tipik bir örneği olan oyun Joshua Logan tarafından sinemaya taşınırken ortaya çıkan sonuç Inge-Logan işbirliğinin bir önceki örneği olan “Picnic” kadar parlak bir sinema başarısına sahip değil ama yine de kayda değer bir çalışma.

Çiftliğinden daha önce sadece küçükken bademcik ameliyatı için ayrılmış ve kadınları rodeoda baş ettiği sığırlar ile bir tutan bir gencin “kabalığı ve saflığı” Don Murray’nin enerji dolu oyununun da sonucu olarak bazen sinirinizi bozacak kadar etkileyici olabiliyor film boyunca. Bu enerji karşısında ne yapacağını bilemeyen kız rolünde Marily Monroe tüm güzelliği, sevimliliği ve acizliği ile en iyi oyunlarından birini çıkarıyor. Filmdeki diyaloglarda da sık sık geçtiği gibi nerede ise beyazın ötesinde bir tene sahip bu filmde Monroe.

Oyun sinemaya aktarılırken eklendiği anlaşılan bazı sahneler filme pek bir şey katmayan ve boşlukta kalan bölümler olmuş. Örneğin Life dergisinin muhabirleri sanki sadece Monroe’nun filmdeki pozunun filmde yer alması için eklenmiş gibi ve hikâyenin akışında herhangi bir başka rolleri yok. Buna paralel olarak, filmin en başarılı anları yol üzerindeki restoranda geçen sahneler, ve özellikle final bölümünde zirveye çıkan romantizm ve “kaba köylünün değişimi” filmin en başarılı dakikalarını içeriyor. Sanki film hep işte bu anlardaki gibi bir tonda ilerlese ortaya çok daha başarılı bir sonuç çıkabilirmiş izlenimini yaratan anlar bunlar. Özellikle bu son sahneler diyalogları, planları, yakın plan Murray-Monroe yüz çekimleri ile yönetmenin başarısının örneklerini oluşturuyorlar. Benzer şekilde kar altındaki dövüş sahnesi de başarılı görüntüleri ile dikkat çekiyor.

Özellikle başlangıçta sıradan bir komedi gibi başlayan, Monroe’nun göründüğü dakikadan itibaren çıtasını hızla yükselten, Murray’nin aşırı enerjisinin bazen sizi yorabileceği keyifli bir romantik komedi sonuç olarak. Üşüyen Monroe’nun rodeocunun montunu üzerine aldığı sahnedeki mimikleri, el ve vücut hareketleri, oyun stili ve sergilediği o masum teslimiyeti için bile görülmeye değer. Bu sahnede sanki 70’lerden bir yerli komedide Türkan Şoray’ı izliyor gibi hissediyorsunuz.

(“Otobüs Durağı”)

They Shoot Horses, Don’t They? – Sydney Pollack (1969)

“Tek bir çift, yıpranmış bedenlerle yitik hayallerin üzerine basarak kürsüye çıkacak ve ödülü alacak”

30’lu yılların Birleşik Devletleri’nde bir dans maratonunda yaşananların hikâyesi.

Günümüzde binbir farklı versiyonu olan ve katılımcıların, seyredenlerin ve düzenleyenlerin her birinin hem faili hem kurbanı oldukları ve adına “reality show” denen şov cinayetlerinin bir örneğini anlatan bir film bu. Ekonomik bunalım içindeki ülkede televizyonda değil ama bu insanlık dışı sirki canlı olarak seyredenlerin gözleri önünde olup bitiyor her şey. Horace Mc Coy’un romanından uyarlanan senaryo, çoğunlukla tek bir mekanda –maratonun gerçekleştiği salon- geçen hikâyesi ile insanın ne kadar alçalabileceğini de göstererek 60’ların ikinci yarısı ve 70’lerde Amerikan sinemasında ağır basan toplumcu sosyal analiz filmlerinin başarılı örneklerinden birine kaynaklık ediyor.

Reality şovların güncel versiyonlarında ne varsa burada da var; her bir yarışmacının seyredende ilgi uyandıracak kişisel trajedi hikâyeleri, şöhret olma çabaları, ağlayan kaybedenler, ağlayan seyirciler, yarışmaya ilgiyi (reytingi) ayakta tutacak müdaheleler, yarışmacıların acısı üzerinden kendini iyi hissetmeyi sağlamak/garantilemek üzere onlarla aslında hiçbir somut veriye/paylaşıma/ilişkiye dayanmayan yakınlık kuran/kurduğunu düşünen seyirciler ve tüm bu sirki idare eden ama aslında kendisi de daha büyük bir sirkteki maymunu oynayan sunucu. Günümüzdeki en yakın benzeri günlerce bir arabaya dokunarak ayakta durma komedisi olabilecek bu yarışma insanın ne kadar kolay sefil bir duruma düşebileceğini gösterirken, film bir anlamda herhangi bir çıkış noktası sunmuyor ve aslında “pasif isyanın” bu düzende seçilebilecek tek yol olduğunu söylüyor. Sonuçta, filmde de söylendiği gibi, “yaşadığımız bu dünya rol dağıtımı bürosundan farksız, biz başvurmadan tüm listeler dolmuş zaten”.

Kalabalık kadrolu filmde tüm oyuncu ekibi gerçekten harika bir iş çıkarmış. Bir film değil bir reality şov izliyor gibisiniz; tüm karşınıza gelenler “gerçek” bir reality şovdan görüntüler kadar gerçek. Jane Fonda kendisine çok yakışan asi, uyumsuz, düzen karşıtı rollerinden birinde çıkışsızlığı çok iyi anlatıyor. Michael Sarrazin kariyerindeki bu en iyi filminde tuhaf bir çekingenlik/sevimlilik/saflık karışımı ile filmin sondaki trajedisini etkileyici ve gerçekçi kılıyor. Başarı seviyesi en az onlar kadar, belki de daha yukarıda olan yan rollerdeki isimler var; Susannah York kırılgan aktris adayında, Gig Young sunucu ve Bud York yarışmacı denizci rollerinde başarılı oyunculukların bizi hikâyenin içine nasıl sokabileceğinin parlak örneklerini veriyorlar.

Tüm dans sahneleri ve özellikle bir dairenin etrafında anlamsız yürüyüş yarışmaları bölümlerinde yönetmen Sydney Pollack hem sinemasal anlamda hem de teknik ustalıkta zirvede geziniyor. Olağanüstü oyunculukların da yardımı ile bizi sefaletin içinde gezdiriyor, tüm o bitkinliği ve yorgunluğu iliklerimize kadar hissetmemizi sağlıyor. Sarrazin’in vücudunun ve beyninin iflas ettiği bir anda son enerjisini yüzünde güneşi hissetmek için çaba harcadığı sahne ve sık sık görüntüye gelen yakın plan yüz çekimleri Pollack’ın filme damgasını vurduğu anlar. Zaman zaman hikâyenin düz akışını kesen polis sorgulaması sahnelerini geçmişte geçen bir olayı mı yoksa ileride olacakları mı anlattığını belli etmeden kurgulaması ile ilave bir gerilim yaratıyor yönetmen.

“Seyirci sefillik görmek istiyor, kendilerini daha iyi hissetmek için” ifadesi ile derdini çok iyi özetleyen film sorunun ekonomik düzenin kendisinde olduğunu, tüm o yarışmalarda asıl ilgimizi toplayanın kazananın sevinci değil kaybedenin sefaleti olduğunu ve çekilmesinin üzerinden 41 yıl geçmiş olmasına rağmen değişen hiç bir şey olmadığını anlamamızı sağlıyor. Evet biz küçük insanlar, hayatımızın şu ya da bu aşamasında vurulması gereken bacağı kırılmış atlar gibiyiz.

(“Son Gerçek”)

Come Dio Comanda – Gabriele Salvatores (2008)

“Tanrı seni öldürmemeye karar verdi. Neden bilmiyorum ama bu işi benim tamamlamam gerekiyor”

Neo-nazi bir baba ile çocuğunun ilişkilerinin hikâyesi.

Zaman zaman melodrama kayar gibi olsa da etkileyici dram anlarına sahip olan ama temel olarak neyi amaçladığını tam oturtamamış bir film bu. Özellikle Filippo Timi ve Alvaro Caleca’nın başarılı oyunculuklarının öne çıktığı filmin, temaları arasında sıkışıp kaldığı rahatça söylenebilir. Babanın naziliğinin önemli bir unsur olarak başlayıp hikâyenin ilerlemesi ile birlikte bunun önemini kaybediyor olması, genel olarak senaryonun dağınıklığı, baba ve oğul arasındaki güçlü bağın sanki sadece sonraki trajedinin etkisini artırmak için eklenmiş gibi görünmesi ve başarılı oyunculukları sanki bir Shakespeare trajedisinin atmosferi içinde yönetirmiş gibi görünen bir mizansen anlayışı filmi gidebileceği noktanın gerisinde tutmuş görünüyor. İsminin de bir göstergesi olduğu gibi, etrafta olan bitenlere karşı Tanrı’ya duyulabilecek isyana cevap olarak görülebilecek bir yaklaşım da taşıyan ve bu bağlamda dini motifler de içeren film keşke değinir gibi görünüp sonrasında unutuverdiği ırkçılık, göçmen sorunu ve yoksulluk gibi konular üzerinde ilerleseydi dedirtiyor.

Sonuçta çok önemli olmasa da, dokunur gibi yaptığı konuları ele alması ile, özellikle cesetten kurtulma sahnesinde başarısı belirginleşen görüntü yönetimi ile, baba-oğul arasındaki sıcak bağı göstermekteki başarısı ile kapanış jeneriği sırasında Antony and the Johnsons’ın olağanüstü bir yorumla seslendirdiği “Knocking on Heaven’s Door” şarkısı ile ilgiyi hak eden ve etkileyici dramatik anları ile ilgiyi kendi üzerine çekebilen bir film. Yönetmen Salvatores’in popüler yaklaşımından bir parça daha sıyrılabilmiş olsa çok daha farklı noktalara taşınabilecek kaçırılmış bir fırsatın örneği.

(“As God Commands” – “Tanrının İstediği Gibi”)

All the President’s Men – Alan J. Pakula (1976)

“Bütün bu tertemiz küçük evler, bütün bu sevimli küçük sokaklar. Bu evlerin bazılarında kirli dolaplar döndüğünü düşünmek çok zor”

Birleşik Devletler başkanı Nixon’ın istifası ile sonuçlanan Watergate skandalını ortaya çıkaran iki gazetecinin hikâyesi.

70’lerin o liberal bakışlı Amerikan filmlerinden biri. 1976’da Oscar’a aday olan “Bound for Glory” ve “Network” ile bu açıdan aynı kategoriye koyulabilecek olan bu film, “Taxi Driver” ile birlikte hem film hem yönetmen dalında “Rocky” adlı filme kaybetmişti. Liberal Amerika’lının ne kadar sol olduğu çok tartışmalı elbette ama yine de bu sonuç muhafazâkar Hollywood’un tercihi olarak değerlendirilmişti o yıl.

Filmin temaları arasında belki de en önemlisi gazeteciliğe ama araştırmacı gazeteciliğe ve muhabirliğe düzdüğü övgüler. Başlarda kimsenin ilgilenmediği, sonrasında ise üzeri örtülmeye çalışılan bir skandalı, hem de devletin en tepesine uzanan bir skandalı ortaya çıkarmak için iki gazetecinin sergilediği dürüstlük ve daha da önemlisi inatçılık toplumların barış ve huzurunda gerçek gazetecilerin önemini etkileyici bir şekilde ortaya koyuyor. Burada bahsettiğim elbette eline tutuşturulan belgeleri (gerçek veya sahte) yayınlayan değil, kendisini bir takım güç odaklarının aracı haline getirmeden yozlaşmanın peşinde koşan tarafsız gazeteciler. Özellikle bir şeyleri yakaladıklarını hissettikleri andaki heyecanları bu “bavul değil emek gazeteciliği” yapan iki gazetecinin samimi mutluluklarını bizim de hissetmemizi sağlıyor. Kongre kütüphanesinde binlerce kitap fişini tek tek araştıran iki gazetecinin yakın plan çekimi ile başlayıp binlerce kitabı ve kütüphane içindekileri gösterecek şekilde geriye/yukarıya kayan kameranın görüntüsü hem gerçeğe ulaşmanın sabır gerektirdiğini hem de insanlığın tüm bilgi birikiminin toplandığı bir mekanın kutsallığını söylüyor gibi.

Sinemasal açıdan yaklaşıldığında filmin en çok övgüyü hak eden tarafı farklı yaklaşımların dozunu çok iyi dengeleyerek konusuna yaklaşması. Bir yandan bir siyasi polisiye kurgusu havasını taşıyan film diğer yandan sanki bir belgesel havasında ve nesnelere herhangi bir müdahelede bulunmadan gerçeği ve sadece gerçeği bize aktarıyor gibi. Dolayısı ile aktardığı çarpıcı olayların önüne geçmeyen bir kurgu ile seyredene hikâyeyi tüm çıplaklığı ile ve doğru noktaya odaklanmış bir şekilde geçirmeyi başarıyor. Başrollerdeki oyunculardan özellikle Robert Redford dozu çok iyi ayarlanmış bir oyunculuk ile kendisini gösterirken kalabalık yan kadro içinde Jane Alexander etkileyici bir performans sergiliyor. Filmin süslenmemiş ve müdahele edilmemiş bir görüntü çizen anlatımı, ilk bakışta “soğuk” bir izlenim vermesine neden olabilir filmin ama sanırım hikâyenin gerektirdiği tam da bu. Böylece hikâyedeki tüm taraflara nispeten eşit ölçüde bakabilmemizi ve sorgulamamızı sağlıyor.

(“Başkanın Bütün Adamları”)