Odds Against Tomorrow – Robert Wise (1959)

“Kendini yeniden yaratmak isteyen bir adam istiyorum. Cesur bir adam istiyorum. Ve o sensin”

Gönülsüzce ama zorunlu olarak bir banka soygununa girişen üç adamın hikâyesi.

Klasik Amerikan sinemasının usta yönetmenlerinden Robert Wise’ın çektiği bir suç filmi. Yönetmenin en çok bilinen filmlerinden biri olmasa da özellikle ikinci yarısı ile dikkat çeken bu polisiye kısmen taşıdığı kara film havası ve karakterlerini detaylı ele alışı ile de ilgiyi hak ediyor. Birleşik Devletler’deki ırk ayrımı sorununa da karakterleri üzerinden sık sık değinen film Robert Wise’ın damgasını vurduğu bazı sahnelerle de zaman zaman çizgisini hayli yukarıda tutmayı başarıyor. Özellikle soygun gecesini bekleyiş sırasında her bir karakterini ayrı ayrı ele alan sessiz ve uzun sahnelerde film hem gerilimi yavaş yavaş artırıyor hem de karakterlerinin hissettiği tedirginliği ve sürüklendikleri noktayı sessizce sorgulamalarına bizi de katıyor. Benzer şekilde üst kattaki komşu ile flört sahnesi çıkmaz içindeki bir adamın tepkisel rahatlamasını özellikle o dönem sinemasının alışkanlıklarından hayli farklı şekilde anlatırken filmin başarılı anlarından bir diğeri oluyor.

Oyunculardan Robert Ryan ve özellikle çaresizce seven kadın rolündeki Shelley Winters filmin dikkat çeken isimleri. Ryan’ın ırkçı karakteri ve onun Harry Belafonte’ye karşı olan aşağılayıcı tavırları filmde yolunda gitmeyen işlerin sorumlusu olarak gösterilirken film o dönem sinemasına göre daha doğru bir politik tavır takınıyor ve Belafonte’nin eski karısına öfke ile haykırdığı “Sen beyaz arkadaşlarınla takılmaya devam et. Belki böylece küçük zenci kızımız bir gün Amerikan Başkanı olur” sözleri ile bugün gerçekleşmiş olan ama o günler için hayali bile mümkün görünmeyen bir gerçekliği de çekinmeden ortaya koyuyor. Bugün gerçekleşen bu hayalin aslında ne olduğu, bir zenci başkanın neyi değiştirdiği/değiştirmediği ayrı bir konu.

John Lewis hayli şık ve caz esintili bir müzik hazırlamış film için. Polisiye filmlerde ve özellikle derinliği olanlarında müzik tercihinin genellikle caz yönünde olması sinema-müzik birlikteliği açısından ele alınabilecek keyifli bir konu olsa gerek. Belafonte’nin Mae Barnes ile birlikte seslendirdiği “All Men are Evil” ve kendi başına söylediği “My Baby’s not Around” şarkıları da filme renk katan unsurlar olmuş.

İki karakteri soyguna katılmaya ikna etmeye ve onları tanımaya ayrılan birinci yarısında orta karar bir görüntü veren film sanki tüm enerjisini (burada hareketli bir enerjiyi değil, sessiz ama güçlü bir enerjiyi kastediyorum) ikinci yarısına saklamış ve polisiye sinemanın iz bırakan sahnelerine sahip olmayı başarmış görünüyor. Soygun gecesini beklerken görülen bir heykel üzerindeki İncil’den alınmış sözlere (“Whatsoever thy hand findeth to do, do it with thy might”) uygun olarak ellerinden geleni tüm kalpleri ile yapmaya çalışıyor karakterlerimiz ama yapmak zorunda olduklarının doğruluktan uzak olduğunu bilme hissi belki de tüm olup bitenlerin de bir izahı oluyor.

(“Yarın Tehlikede”)

Logan’s Run – Michael Anderson (1976)

“Hiç kimse ölmek zorunda değil. Yaşayabilirsiniz. Yaşayabilir ve yaşlanabilirsiniz.”

Nükleer savaşların ardından geriye kalanların yarattığı yeni ve cennet gibi bir zevk dünyasında hayatın otuz yaşında sona ermesi kuralına direnenlerin hikâyesi.

Bir ütopya havasında başlayan ama kısa sürede bu ütopyanın arkasındaki gerçeğe ve bu gerçeğe karşı çıkanlara odaklanan film bilim kurgu filmlerinin içinde en azından o tarihler için hayli başarılı olan set tasarımı, görüntü efektleri ve konusu ile dikkat çeken bir çalışma. İçinde bulunulan ütopik cennetin sürdürülebilmesi için getirilen kuralın sonucu olarak ortaya çıkan ve tamamı otuz yaşın altında olan sağlıklı genç kadın ve erkeklerin oluşturduğu toplumun açık faşizm söyleminin yanında ölümün daha doğrusu öldürmenin bir kutsal seremoniye ve muhteşem bir görsel şölene dönüştürülmesi ile de dikkat çeken bir film bu. Baskı altındaki tüm toplumlarda olduğu gibi burada da bu kutsallık atfedilen ölme zorunluluğu bir yalanın, yenilenerek geri gelecek olmanın üzerine kurulu ve otoritelerin kararlarını toplumlara benimsetme aracı olarak kutsallığı ve daha geniş anlamda dini kullanmalarına da bir eleştiri içeriyor bir bakıma.

Kısa sürede bir distopya olduğu anlaşılan bu ütopyanın karşısında film bu dünyadan kaçmayı arzu edenlerin hayal ettiği bir başka ütopyaya (“sığınak”) sığınma çabasını da anlatıyor ama romanın/filmin mesajı baskıdan kaçmayı değil baskıya direnmeyi öneren bir final ile verilirken sizin de bu mesajın idealizmini ama bir yandan da maalesef naifliğini düşünerek üzülmemeniz elde değil. Elbette filmin değil yaşadığımız bizim dünyamız adına bir üzüntü bu.

Özellikle buzlarla kaplı mekanların ve sahte cennetin iç mekanlarının tasarımının gerçekten etkileyici olduğu filmin en zayıf yanı oyunculukları. Michael York ve özellikle Jenny Agutter en iyi anlarında ancak vasatı tutturabilmişler gibi ama ikisi de daha kısa bir rolde olan Farah Fawcett’ten daha iyiler. Fawcett’ın kafası karışan kadın anları seyredenin de kafasını karıştıracak kadar yapay oynanmış. Peter Ustinov ise kötü yazılmış bir rolde kötü bir oyun veriyor.

Toplamda bakıldığında, bazı acemice çekilmiş ve gereksiz yere uzatılmış bölümlerine (kahramanlarımızın hafif çatlak Peter Ustinov ile ilk karşılaştığı andan sonraki nerede ise tüm “ölü eski dünya” bölümü, yine kahramanlarımızın asilerle karşılaştığı bölümün tümü gibi) rağmen nostaljik bir bilim kurgu olarak keyifle izlenebilecek, günümüz sinema teknolojisinin geldiği noktadan uzak düşünülmesi gereken ve anlattığı dünyayı sorgulamayı değil onu sadece heyecan atmosferi için kullanmayı seçerek ticari alanda kalmayı seçen bir film.

(“Hayalet Şehir”)

Catch-22 – Mike Nichols (1970)

“Ters söyledin. Ayaklarının üzerinde yaşamak dizlerinin üzerinde ölmekten iyidir.”

İkinci dünya savaşı sırasında savaştan ve sürekli uçma baskısından bunalan bir pilotun hikâyesi.

Yönetmen Mike Nichols tarafından romancı Joseph Heller’ın en tanınmış romanından sinemaya uyarlanan bir anti-militarizm klasiği. Zengin bir kadro ile çekilen filmde Alan Arkin baş rolde harika bir iş çıkarırken filmin absürtlüğü benimseyen tavrının içinde “soğuk” bir performans vererek etkileyiciliğini artıran bir oyun sergiliyor. Karakterinin yılgınlığını, mutsuzluğunu, çaresizliğini, hissettiği dehşeti ve etrafında olan biten tüm o saçmalıklara karşı sorgulayan ama anlamayan bakışlarını büyük bir başarı ile aktarıyor. Geniş yan kadro içinde Martin Balsam, Orson Welles, Art Garfunkel, Martin Sheen ve John Voight gibi isimlerin yanında Anthony Perkins ordu rahibi performansı ile bir adım öne çıkıyor. Tüm oyuncu ekibin iyi bir takım oyunu verdiği film oyuncularının keyifli performansları ile de hatırlanıyor.

Bir Robert Altman klasiği olan MASH gibi, bu film de ordunun içinde geziniyor ve tüm seremonilerinden, süslü sözlerden, yakıştırılan kavramlardan sıyrıldığında savaşın kötü ve saçma bir oyun, militarizmin saçma bir ideoloji ve küçük insanların da bu oyun ve ideolojinin kurbanları olduğunu söylüyor seyredene. Ordunun her bir kademesindeki birey kendi rolünü oynarken, dışarıdan bakacak bir gözün göreceğini gösteriyor bize film: absürtlük. Zaman zaman bir fars havasını taşıyan film oldukça etkileyici sahnelerle içinde dolaştığı bu absürt ortamı elle tutulur hale getiriyor. Ortamdaki uçak motoru gürültüsü nedeni ile sürekli bağırarak konuşmak zorunda kalan ve hemen yakınlarında olan biteni umursamayan/fark etmeyen karakterler düşmekte olan bir uçağın, ölmekte olan bir insanın yanında doğal bir saçmalık içeren diyaloglarını devam ettirebiliyorlar. Çıplak madalya töreni, ölmekte olan çocuğunu son kez görmeye gelen aile ve bir çatışma sırasında uçağın içinde olan bitenler gibi anlarda film saçmalığın komikliğini ve korkutuculuğunu gözümüzün önüne seriyor.

Karışık bir kurgu ile anlatılan filmde çıldırma aşamasını geçmiş askerler, ordu malzemeleri üzerinden ticarete girişen tüccar ruhlu askerler, ahlâki bulmadığı için fahişeler ile yatmayan ama sıradan bir kadına tecavüz edebilen askerler, denize düşen bombaların hesabını vermemek için düşüren askerleri ödüllendiren askerler ve bunlar gibi daha nice saçmalığın içindeki askerler kuralların, ölümün, öldürmenin anlamını yitirdiği dünyalarında geziniyor, ölüyor ve öldürüyorlar.

Diyalogların romandan kaynaklanan bir zekilik içerdiği film görüntü yönetmenliği ile de ve özellikle havadaki uçak görüntüleri ile ilginç bir estetiği yakalamayı başarmış. Bir “huzur” görüntüsü ile başlayan filmde birden duyulmaya başlayan uçak motoru sesleri ve ardından gelen görüntüler örneğin bir “Top Gun” gibi savaşa övgü dolu bir estetiği değil, aslında bir oyun ama sonucu insanlığı yok eden bir oyun olan militarizme sarkastik bir bakış ile yaklaşan bir estetiği barındırıyor.

Romanın/filmin tüm derdini anlatan sokakta gece gezintisi sahnesinde kahramanımız peş peşe tanık oldukları (askeri soyan çocuklar, bir genci döven asker/polisler, atını öldüresiye kırbaçlayan adam ve pencereden atılarak öldürülen kadın) ile aklını yitirmemeye çalışırken filmin sonunda tıpkı “One Flew Over the Cuckoo’s Nest – Guguk Kuşu” filminde olduğu gibi kaçmayı seçiyor ama görüntüden gittikçe uzaklaşan kameranın açısı büyüdükçe görünülürlüğü artan militarizmin egemenliği bu kaçışın imkânsızlığını söylüyor bize.

(“Madde 22”)

Scarecrow – Jerry Schatzberg (1973)

“İnsanları güldürebilirsen onlara vurmak zorunda kalmazsın.”

Eski bir mahkum ile eski bir denizcinin tesadüfen başlayan ve gelişen arkadaşlıklarının hikâyesi.

70’ler Amerikan sinemasının o kendine has ve bu ülkenin sinema tarihinde farklı bir yerde duran, ve Avrupa sinemasından etkilenmiş örneklerinden birisi bu film. Amerikan sinemasının en parlak ve farklı dönemlerinden biri olan bu dönemde sıradan insanların hikâyesini anlatan, marijinallere yer veren ve düzeni şu ya da bu ölçüde sorgulayan filmler çekildi. Bu filmin de yönetmeni olan Jerry Schatzberg ise ardı ardına çektiği üç film ile (“Puzzle of a Downfall Child”, “The Panic in Needle Park” ve Cannes’da Altın Palmiye ödülünü alan “Scarecrow”) bu dönemin iz bırakan isimlerinden biri olmuştu.

Zaman zaman bir yol filmi havasını da taşıyan Scarecrow filminde iki baş oyuncu Al Pacino ve Gene Hackman birbirinden çok farklı iki karakteri ve aralarında gelişen dostluğu çok parlak bir oyunculuk ile canlandırıyorlar. Pacino’nun saf, konuşkan ve sıcak karakteri ile Hackman’ın insanlara güven duymayan sert adam karakteri ve bu iki farklı insan arasında oluşan sevgi ve güveni sıcak, duygusal ve inandırıcı bir biçimde aktarıyorlar bize. Tek çekimden oluşan uzun planlarda tüm doğallıkları ile keyifli bir ikili oluşturuyorlar ve doğaçlama izlenimini veren karşılıklı diyaloglarda samimiyeti sonuna kadar hissettiriyorlar. Filmin başarılı görüntü yönetimi ise bu dalın usta ismi Vilmos Zsigmond’a ait ve orta ve alt sınıflar arasında geçen filmde süslenmiş/tasarlanmış değil aynen aktarılmış karelerden bir gerçeklik duygusu yansıyor seyredene.

Filmin başındaki otostop için yolda bekleme sahnesi karakterlerimizin tüm özelliklerini başarı ile aktarırken süs havuzunda geçen sonlardaki sahne Pacino’nun karakterinin kırılganlığını daha hareketli bir kamera kullanımı ve serbest bırakılmış izlenimi veren oyunculuklar ile yine keyifli bir şekilde sunuyor. Fotoğrafçı kökenli yönetmen görüntüyü eserin ruhunun önüne geçirmeyen ama anlatımı destekleyen bir biçimde kullanmayı başarmış bu bölümlerde.

Temel olarak günümüz dünyasında kendisine yer olmayan “korkulukları”, bir başka deyişle kavgayı değil güldürmeyi seçen insanları anlatan filmde Hackman’ın sert karakterinin korkuluğa dönüşümünü anlatan bar sahnesi içerdiği sembolizm ve oyunculuklar ile filmin doruk anlarından birini oluşturuyor. Bir filin bile kemiklerini kırabilmekle övünen bir adamın striptiz/dans sahnesi zaten tanımı ile bir etkileyicilik taşıyor elbette ama burada önemli olan tüm bu sahnenin taşıdığı sahicilik duygusu. Sondaki dramatik bölüm olmasaydı da etkileyiciliğini kaybetmeyecek olan film bir çıkış arayan karakterlerinin dayanışması üzerinden tüm olumsuzluklara rağmen yine de karamsarlıktan uzak durmaya gayret eden yapısı ile de övgüyü hak ediyor ve seyredeni tüm kargalara karşı korkuluk olmaya davet ediyor.

(“Korkuluk”)