Strangers on a Train – Alfred Hitchcock (1951)

“Kuramım şu ki herkes potansiyel bir katildir”

Bir tenis oyuncusunun trende karşılaştığı bir yabancının birbirlerinin cinayetlerini işlemeyi teklif etmesi ile başına gelenlerin hikâyesi.

Patricia Highsmith’in bir romanından uyarlanan film klasik Hitchcock kalitesini taşıyan, sinemanın unutulmaz eserlerinden biri. Yönetmenin 50’li yıllarda çektiği hemen tüm filmlerde olduğu gibi yine akıcılığı çok yüksek bir senaryo, zirvesinde bir teknik ustalık ve gerilimi yerinde bir hikâye var karşımızda. Highsmith’in sağladığı sağlam malzeme ustalıkla işlenmiş ve sahnelenmiş bu filmde.

Unutulmaz bölümler içeren bu filmin birkaç sahnesinden söz ederek yönetmenin başarısını hatırlamakta fayda var. Kırık gözlük camına yansıyan cinayet sahnesi “Psycho – Sapık” filmindeki duşta cinayet sahnesi gibi sinema tarihindeki kalıcı yerini alırken yönetmen hem harika kareler yakalıyor hem de filmde sonradan önemli bir yeri olacak gözlüğü vurgulayarak da seyirciyi ileride olacaklara hazırlıyor. Bu cinayetin gerçekleştiği lunaparktaki sahneler (hem cinayetin işlendiği ilk bölüm hem de tüm final bölümü) Hitchcock’un tüm ustalığını serbest bıraktığı ve has bir sinemaseverin tüylerini diken diken edecek bir estetik duygusunu içeren bölümler. Sık sık başvurduğu devrik kamera açıları ile atmosferin etkileyiciliğini artıran, kadrajın içine neyi alıp neyi almadığı ile bile çok şey söyleyen ve yönetmen ile pek çok filmde işbirliği yapmış Robert Burks’a ait siyah-beyaz görüntüleri ile tadı damağınızda kalacak bir görüntü çalışmasına sahip olan film bugün sinema okullarında ders olan başka anlar da barındırıyor. Örneğin tenis maçı bölümü, hızlı kurgusu, kahramanımızın maçı bir an önce kazanma telaşı ile oynadığı andaki gerilimi ve bir kült haline gelen ve tenis topunu takip için başlarını bir sağa bir sola çeviren seyircilerin ortasında sabit bir şekilde tenisçimize bakan kötü adam karesi ile yine çok başarılı bölümlerden biri.

Kurgusu da hayli başarılı olan film yanından gürültü ile geçen bir tren nedeni ile “boğacağım” onu diye bağırmak zorunda kalan bir adamdan bir başka adamın ellerine hızla geçiş yapmak gibi incelikli gösterilere sahne olurken kötü adamın evindeki yatak odasında geçen o gerilimli bölümü ile seyredeni gerçekten geriyor. Sinema tarihindeki en başarılı takip/taciz (“stalking”) filmlerinden biri bu ve takip edenin edilen üzerindeki hükümranlığını sonuna kadar siz de hissediyorsunuz seyrederken.

Farley Granger ve filmden bir yıl sonra 32 yaşında ölen Robert Walker başarılı oyunculukları ile ilginç bir ikili oluştururken Granger’ın rol aldığı bir başka Hitchcock klasiği “Rope” filminde olduğu gibi üzeri yine oldukça kapalı bir “homoerotizm” de sergiliyorlar. Özellikle yakın plan ve her ikisinin de yüzlerinin yer aldığı çekimlerde Walker’ın daha açık Granger’ın ise daha çekinik bakışlarını sezmemek mümkün değil.

Seyredeni avucunun içinde tutan film uyarlandığı romandan tek bir noktada saparak ve popüler sinemanın kalıplarına uyum göstererek kahramanımızı daha masum bir konuma soksa da yine de arka planda “mutlu ama vicdanı az da olsa rahatsız” bir kahramanı da hissettirmiyor değil. Ölmeden görülmesi gerekli klasiklerden.

(“Trendeki Yabancılar”)

Film Ekimi 2010

Güzel Bir Hayat Düşlerken (Cirkus Colombia) – Danis Tanovic : Umut veren bir başlangıçtan sonra süratle vasatlığa kayan bir film. Balkanlar, çatışma, aşk, rejim değişikliği, dönüşüm, arkadaşlık üzerine hem bunların tümünü kapsayan hem de her birini ele alan çok daha iyi filmler var. “No Man’s Land” filminin yönetmeninden bir hayal kırıklığı. Hikâye tahmin edilebilir, oyunculuklar sıradan…

İnsanlar ve Tanrılar (Des Hommes et des Dieux – Of Gods and Men) – Xavier Beauvois : Günümüz (ya da yakın bir geleceğin) Türkiye’si düşünülerek seyredilince ayrıca bir tat verecek “ağırbaşlı” bir film. Karşımıza getirdiği durumun altını çizmeyen, yalınlıktan taviz vermeyen, fanatizmin ve radikalizmin elde tutulabilir/yönetilebilir bir kavram olmadığını gösteren bir sinema eseri. Kuğu Gölü’nün müziği eşliğinde sergilenen ve klasik tablolardan esinlenmişe benzeyen rahip yüzleri sahnesi çok etkileyici. Hristiyanlık terminolojisini ve ideolojisini bir parça bilmekte yarar var. Ölüm sislere karışıp gitmek mi?

Mutluyum, Devam Et (HappyThankYouMorePlease) – Josh Radnor : Amerikan bağımsız sinemasından bir yeni örnek. Mutluluk arayışındaki farklı karakterler ve aralarındaki ilişkiler, büyük şehirde yolunu kaybedenler, kendisi ile dalga geçmek başta olmak üzere hınzır bir mizah, bol konuşma. Keyifli ve sıcak. Yeni bir şey yok ama sinemanın genç Woody Allen’lar tarafından hep dolu tutulması gereken alanından çekici bir örnek.

Hırsız (Der Räuber – The Robber) – Benjamin Heisenberg : Gerçek hayattan alınan konusu ilginç, anlatım profesyonel ama hemen tüm Alman/Avusturya filmleri gibi “soğuk”. Duyguların nerede ise izi yok bu filmde. Belki biraz fazla mekanik ama yine de çekici. Gerilimi, heyecanı dozunda ve oyunculuklar hayli başarılı. Finali hüzünlü ve bazı sahneleri özellikle de “soğuk” anlatımı ile hayli etkileyici.

Ağaç (The Tree) – Julie Bertucelli : Görüntü çalışması ve özellikle küçük oyuncusunun başarısı ile dikkat çeken, bir “kayıp” ile baş etme hikâyesi. Hüznün içindeki mizahı da çekip gösterebilen, metaforu bol, mücadelenin içindeki karakterlerinin umutsuzluktan umuda değişen ruh hallerini başarı ile yansıtan bir film. Amerikan sinemasının ustası olduğu “aile dramı” filmlerinin izinden giden ve kalıcılığı tartışmalı ama etkileyici bir çalışma.

Mezara Kadar (Get Low) – Aaron Schneider : Üst düzey oyunculukları en başarılı yanı. Her birinin ve özellikle Bill Murray’nin performansı kayda değer. Gizemli yanı belki yeterince gizemli değil veya çabucak filmin kendi de unutuyor bunu ama geçmişteki bir acıyı ve bunun sorumluluğunu taşımanın yükünü başarı ile aktaran ve klasik sinema bakışı ile çekilmiş bir film. Festivalden çok vizyona yakışıyor.

Gümmm (Kaboom) – Gregg Araki : Araki her alanda aşırıya gitmiş ve ortaya bir film ne derece kötü olabilir sorusunu sorduran bir film çıkmış. Renk skalasındaki her bir rengin en parlak halleri ile yer aldığı film, saçmalık seviyesinde ama maalesef saçmalığın o gizemli gücünü taşımadan. “O kadar kötü ki güleceksiniz” düzeyinde bile değil.

Aslı Gibidir (Copie Conforme – Certified Copy) – Abbas Kiarostami : Fatih Özgüven’in dediği gibi Kiarostami Avrupa’ya gelince Rohmer olmuş ve bence çok da iyi olmuş. Muhteşem bir Binoche, entelektüel derinlikten karı-koca diyaloglarına uzanan geniş bir içerik aralığındaki diyaloglar, küçük bir mizah, rol oynamalar ve olağanüstü Toskana. Sanat eserlerinin taklitlerinden taklit hayatlara, bir eseri beğenmemizi sağlayan şeylerin ne olduğu üzerine bir dolu soruyu karşımıza getiren o “sanatçı” filmlerinden.

Pescuit Sportiv – Adrian Sitaru (2007)

“Ne istediğini bilmelisin. Kafana göre olta atamazsın”

Arabaları ile çarptıkları bir hayat kadınını yanlarına alarak yollarına devam eden bir çiftin hikâyesi.

Dijital formatta çekilip sonradan 35 mm’ye aktarılan bu film düşük bir bütçe, küçük bir kadro ve kısıtlı mekanlarda çekilen o bağımsız filmlerden. Elbette bu tanıma uygun olarak bol ve doğal diyaloglar, el kamerası ile çekilmiş sahneler ve samimi oyunculuklar da var burada. Bu tür minimal filmlerin seyirciyi (özellikle bu tarza pek sıcak bak(a)mayan seyirciyi) yanında tutabilmesi için karakterlerin gerçek hayattakilere yakınlığı, diyalogların gerçekçiliği, mizah/kara mizah içermesi ve tüm bunların sonucunda da seyirciye yansıyan bir sıcaklığa sahip olması gibi kriterleri tutturması gerekiyor. Filmin başardığı da işte tam bu.

Kamera açı/karşı açı standardında ama farklı bir yönde çalışıyor konuşma sahnelerinde. Kamera (çoğunlukla) dinleyenin gözü yerine geçiyor ve karşıdakine olan uzaklık ona göre ölçülüyor, göz (kamera) ara sıra konuşana değil başka bir yere bakıyor, sonra geri tekrar konuşana dönüyor vs. Benzer şekilde örneğin olta ile balık avlama sahnesinde görüntüde karakterin gördükleri ama kamera onun gözünde olsaydı ne gösterecekse onların tümünü içerecek şekilde yer alıyor; oltanın gözün görme alanındaki kişiye en yakın ucundan başlıyor görüntü. Kısacası sık sık kamera göz oluyor.

Üç ana oyuncusunun da hayli başarılı olduğu film bir çift ve aralarına karışan bir üçüncü kişisi ve hikâyesi ile Polanski’nin “Nóz w wodzie – Sudaki Bıçak” filmini ciddi ölçüde çağrıştırıyor, üçüncü kişinin yüzme bilmediğini iddia etmesi dahil olmak üzere. Onun gibi klasikleşecek bir başyapıt değil kesinlikle ama hayli eğlenceli ve Polanski’nin filminin ciddiyetinin aksine kahramanlarının “sıradan zavallılıklarına” odaklanan bir mizah havasını tercih etmiş yönetmen. Hareketli kamera zaman zaman yorucu olsa da sürekli değişerek karakterlerden birinin gözü olması ile ilginçliğini artıran ve rol yapmanın, farklı görünmeye çalışmanın yoruculuğu ve sahteciliğinin yerine açık oynamayı koyan bu film sonuçta hayli keyifli bir çalışma.

(“Angling” – “Hooked” – “Olta”)

Mein Führer – Dani Levy (2007)

“Hitler kim mi? Tanıyorum, sarışın ve mavi gözlüleri tercih ederdi”

1945 başlarında ve savaşı kaybetmekte olan Almanya’da Hitler’in yapacağı bir propaganda konuşması için onu hazırlamakla görevlendirilen bir yahudi oyuncunun hikâyesi.

“I was on Mars” ile sevdiğim Dani Levy’den yeterince komik olmayan ve tabu bir konuyu ele almasına ve politik doğruculuktan çoğunlukla uzak durmasına rağmen yeterince vurucu olamayan bir film. Oysa bu tarzı benimsemiş bir filmin en çok aksamaması gereken alan da tam bu nokta; vuruculuk. Tiplemelerin çoğunlukla karikatür düzeyinde kalması ve birkaç sahne dışında güçlü espriler barındırmaması filmin en zayıf yanları olarak görünüyor. Ağır makyajlı bir Hitler ve bilinçli olarak eğreti bırakılmış Hitler tarzı bıyıklar filmin bu karikatür havasını da desteklemiş.

Hitler’i büyükçe bir küre ile gösterek Chaplin’e selam yollayan film yine de sergilediği tüm o “saray entrikaları”, hangi şart altında olursa olsun bürokrasinin kurallarından sapmama şeklinde kendini gösteren Alman disiplini, Berlin’i dimdik ayakta göstermek için girişilen çabalar ve Hitler’in eğitimi gibi eğlenceli ve meşaleler önündeki pratik sahnesi gibi sinemasal açıdan etkileyici anlara sahip. Kapanış jenerikleri ile birlikte karşımıza gelen Alman halkının Hitler yorumları bir yandan hem kafa karışıklığını hem de duyulan rahatsızlığı vermeye çalışırken diğer yandan da tarihte iz bırakanların iyi insanlar değil güçlü insanlar olduğu gerçeğini de bir kez daha hatırlatıyor.

(“Die Wirklich Wahrste Wahrheit über Adolf Hitler” – “My Führer”)