Redbelt – David Mamet (2008)

redbelt

“Rekabet dövüşçüyü zayıflatır çünkü rekabet mücadele değildir”

 

Bir jujitsu ustasının temiz kalma mücadelesinin hikâyesi.

 

Hem senaryoda hem yönetimde David Mamet adını görünce kötüler tarafından kuşatılmış, zekice tuzağa düşürülmüş bir insanın mücadelesini izlemeyi bekliyorsunuz. Bu film de tam da bu ama filmin temel sorunu da burada; ne tuzak hikâyesi yeterince zeki ve ikna edici ne de kahramanın yalnızlığı ve felsefesi yeterince etkili.

 

Kirli bir dünyada saflığını korumayı çalışan bir dövüş ustasının hikâyesinin sinemada pek çok farklı versiyonu var ve “Redbelt” Mamet’ın temiz ve teknik açıdan başarılı çalışmasına rağmen bu filmlerden sinema tarihine iz bırakanların arasına katılamayacak. Özetle, teknik açıdan iyi ama artistik açıdan sınıfta kalan bir film karşımızdaki.

 

Filmografisinde “House of Games” gibi başarılı çalışmalar olan Mamet bu filmi tipik bir dövüş sanatı ve aksiyon filmi olmaktan öteye taşımaya çalışmış ama bunda başarılı olamamış. İntikam filmlerinde felsefe üretme derdine düşmeden (intikamın yeterince felsefesi var sonuçta) daha sade ve başarılı örnekler için Charles Bronson filmlerini görmek yeterli. Chiwetel Ejiofor ve Emily Mortimer’in diğer oyunculardan bir adım önde göründüğü film özellikle karakterleri açısından herhangi bir orijinallik içermese de yönetmenin temel temalarını içermesi ve vakur bir dövüşçüyü öne çıkarması ile sıkılmadan seyredilebilir bir statüde.

(“Kırmızı Kuşak”)

Salvador – Manuel Huerga (2006)

salvador

“Yapabileceğim iki şey var; sessiz kalıp başka tarafa bakmak veya mücadele etmek”

 

Franco’nun son yıllarında İspanya’da genç bir anarşistin direniş mücadelesinin hikâyesi.

 

İspanya’nın demokrasinin uzağındaki karanlık yıllarının son döneminde faşist yönetimin artan baskısına direnen örgütlerden birinin üyesi olan Salvador Puig Antich’in gerçek hikâyesini anlatan film anlattıklarını ilkini geriye dönüşlerle karşımıza getirdiği kabaca iki farklı bölümde toplamış; Salvador’un eylemleri ve yargılanması. Gerek açılış gerek kapanış jeneriği ile tüm “devrimcilere” referans görüntüler içeren film diktatörlüğe direnen hareketlerin ruhunu yüzeysel de olsa ihmal etmemekle birlikte asıl odak noktasını özellikle son bölümlerindeki vurgusu ile “adaletsizlik” olarak belirlemiş gibi görünüyor.

 

Eylem bölümlerinde kısa çekimler, hızlı kurgu ve çok hareketli bir kamera tercihinde bulunan film, dramatik hapishane bölümlerinde daha klasik ve zaman zaman duygusal bir tonu seçmiş. Hareketli bölümlerde tutturulan anlatım tarzı zaman zaman filmin anlatması gerekenden uzaklaşmasına, bir aksiyon havası doğmasına ve belki de bilinçli bir tercih olan devrimci “çocuklar” duygusunun öne çıkmasına neden olmuş. Bir diktatörlük ile ve özgürlük için verilen mücadeleye değil mücadele edenlerden birinin dramına odaklanmayı tercih eden film bu nedenle zaman zaman etkilenmemenin mümkün olmadığı dramatik sahnelere sahip olmayı da başarıyor ama filmden daha siyasi ve sosyal bir beklentiyi de boşa çıkartıyor.

 

Daniel Brühl’ün özellikle filmin son bölümlerinde çok etkileyici bir şekilde canlandırdığı Salvador uğradığı haksızlık ile bir yandan da faşist diktatörlüğe karşı hareketleri ve direnişi hızlandırmıştı. Film hemen sadece ona odaklandığı için mücadelenin tarihsel ve toplumsal konumu da dışarıda bırakılıyor ve bu bağlamda Salvador’un kişisel dramı gibi algılanma riskini de beraberinde taşıyor.

 

70’lerin iz bırakan şarkılarının da zaman zaman duyulduğu, idam cezasının yasal kılınmış bir cinayetten başka bir şey olmadığını çarpıcı bir biçimde gösteren, “tüm ülke dizlerinin üzerindeyken ayakta mücadele etmeyi” seçenleri ve Salvador’un babası aracılığı ile baskı ve korkunun insanları nasıl ezebileceğini anlatan bir film. Sinemasal açıdan değil ama anlattığı dram açısından etkileyici. O güzel devrimcilerin sinemasal becerisi daha yüksek filmleri hak ettiğini unutmadan ve idam edilmek için yaşı büyütülen bir gencin ülkesinde yaşadığımızı hatırlayarak seyretmekte yarar var.

Salmer fra Kjøkkenet – Bent Hamer (2003)

salmer-fra-kokkenet

“İsveçli bir ev kadını yemek pişirmek için mutfağında bir yılda İsveç’ten Kongo’ya kadar olan bir yolu yürüyor”

 

Bekâr erkeklerin yemek alışkanlıklarını gözlemek için girişilen bir deneyde gözleyen ile gözlenen arasında gelişen arkadaşlığın hikâyesi.

 

İkinci dünya savaşı sonrasında verimlilik artışı peşinde koşan Batı dünyasının vardığı uç noktalar ile dalgasını geçen bir film bu. İsveç’li kadınlardan sonra Norveç’li bekâr erkeklerin mutfak alışkanlıklarını keşfetmenin peşine düşen bilim adamlarının (!) başarısızlığını oldukça keyifli, esprili ve sıcak bir havada anlatan film Bent Hamer’in insan ilişkileri ve günlük hayattaki ironi ve küçük sıradışılıkların peşine düşen tarzının bir örneği. “Eggs” filminde olduğu gibi çoğunlukla kapalı bir mekanda ve ağırlıklı olarak iki kişi arasında geçen film, bu tanımın akla getirebileceği sıkıcılık ve monotonluk kavramlarının tam aksine kendisini rahat seyrettiren ve çekici bir atmosfere sahip.

 

İnsanların ruhu olmayan sayıların kimliksiz parçalarına dönüştüğü, bireysel özelliklerinin göz ardı edilip ait oldukları veya ait oldukları var sayılan grupların isimsiz parçaları olarak görüldüğü istatiksel araştırmaların bir alegorisi olarak da görülebilecek film yıllar önce okuduğum bir Heinrich Böll hikâyesini hatırlattı bana. Günlerce bir köprüden geçenlerin istatistiğini tutan bir adamın aşık olduğu ama hiç tanış(a)madığı bir kadını bu istatistiklerin parçası yapmamasını anlatır. Bu filmde de gözlenenin deneye katılmaktan pişman olması nedeni ile başlayan direnişi ve gözlemekle görevli olanın tüm profesyonel bürokratik soğukluğu ile başlayan ilişki zamanla yerini sıcak bir arkadaşlığa bırakacak ve deneyin tüm kuralları alt üst edilecektir. Film iletişimi yasaklayan bu deneyin hikâyesinden yola çıkarak oldukça alçak gönüllü bir tonda çok değerli şeyler söylüyor sevgi, iletişim ve arkadaşlık üzerine.

 

Başrol oyuncularının ancak böylesine “küçük” filmlerde görebileceğiniz türden yalın ve doğal oyunculuğu filme çok şey katıyor ve özellikle sonu ile gerçekten yüreklere dokunmasını sağlıyor filmin. Dilleri, sınırları birbirine karışmış iki ülkenin, İsveç ve Norveç’in farklı karakteristikleri üzerine gözlemleri de içeren film, yine karlar altında bir evin içinde geçen bir Bent Hamer çalışması. İnsan ilişkilerinin denetlenememezliği, kapitalizmin “verim” maskesi altında mekanikleştirdiği insanların kalıpları reddetmesi ve iki insan arasındaki arkadaşlık ilişkisi üzerine fısıltılı bir tonda çok şeyler söyleyen film bir başkasının hayatını devam ettiren karakteri ile gerçek bir dostluk ve süreklilik mesajı da veriyor.

(“Kitchen Stories” – “Mutfak Hikâyeleri”)

Hoodlum Priest – Irvin Kershner (1961)

hoodlum-priest

“Suçluyu yerden yere vuruyor ama suçu yüceltiyorsunuz”

 

Dünyalarına girerek suçlulara ikinci bir şans yaratmaya çalışan bir Cizvit rahibinin hikâyesi.

 

Amerikan sinemasından bir bireysel kahraman hikâyesi. Don Murray’nin senaryosuna ve yapımcılığına katkıda bulunduğu ve başrolünü üstlendiği film bu ünlü oyuncuya yaslanan ama temel zayıflıklarını da onun vasatı pek aşamayan oyunundan ve senaryodaki kimi aksayan noktalardan alan bir çalışma olmuş. Don Murray’in oyunu belki bir parça daha iddiasız olmalıydı ama senaryonun odak noktasında olmasından dolayı olsa gerek film boyunca hep kendini aşmaya çalışan bir havada görünüyor ve bunu da yeterince başaramayınca filme ciddi bir zayıflık katıyor. Gerçek bir hikâyeden uyarlanan senaryo bazı diyaloglarında ve “şimdi de şunu anlatalım” düşüncesi ile yazılmış gibi görünen sahnelerinde sık sık vasatlık çizgisine takılıyor.

 

50’lerde Amerikan sinemasında TV’den gelen ve gerçekçi tarzda filmler çeken yönetmenler dikkat çekmişti. Irvin Kershner’ın bu filmi de benzer bir tarzın izinden giden bir çalışma. Siyah beyaz görüntüler eşliğinde küçük insanların çıkışsızlığını ve bu insanların şüphelere ve ön yargılara takılan değişme çabalarını anlatan film özellikle senaryosundan kaynaklanan naifliğine rağmen o dönem Amerikan sineması için hem durduğu yer hem de ele aldığı konular açısından takdir edilmesi gereken bir çalışma. Rahat ve hijyen çalışma koşulları yerine suça itilmiş insanların dünyasında çabalayan bir rahibi ele alması, her ne kadar filmin odağında olmasa da sorumsuz bir medyanın yaratabileceği tehlikeleri gündeme getirmesi ve idam cezası hakkında aldığı tavır özellikle o dönemin TV kökenli yönetmenlerinde sıkça görülen liberal tavırların bir uzantısı. Kershner seçtiği kamera açıları ve kadrajlar ile bazen filme belki asıl odağının dışında kalsa da çekici sahneler katmasını başarıyor; tren rayları üzerindeki kaçış sahneleri, gerekliliği tartışılır olsa da romantik sahneler vb.

 

Bir Amerikan filmi olduğuna göre önümüzdeki elbette düzenin kendisinin değil o düzendeki “kötü” bireylerin sorgulanması ve toplumsal değil bireysel odaklı çabaların yüceltilmesi söz konusu filmde ama ne olursa olsun sorumlu bir tavır takınan, yönetmenin teknik başarısını gösterdiği bu filmi görmekte yarar var. “Ben dünyayı değiştirmeye çalışmıyorum. Sadece dünyanın beni değiştirmesine engel olmaya çalışıyorum” mesajı belki yeterince iyimser olmayabilir ama film sonu ile de vurguladığı gibi çaba harcamayı ve peşin hükümlerle mücadeleyi destekliyor. Politik doğruculuk açısından risksiz bir noktada kendini konumlandıran, sinemanın unutmayı tercih ettiği küçük insanları hatırlatan ve Haskell Wexler’in siyah beyaz görüntü estetiğini başarı ile kullandığı bir film.

(“Rahip”)