“Parka gidecekmiş, iki gözümün çiçeği”
Amiri ile aynı kadına âşık olan bir çöpçünün hikâyesi.
Senaryosunu Umur Bugay’ın yazdığı, yönetmenliğini Zeki Ökten’in yaptığı bir Türkiye yapımı. Başroldeki Kemal Sunal’ın popülerliğinin zirvesinde olduğu yıllarda çevirdiği filmlerden biri olan yapıt oyuncunun “Kral” filmlerinden ikincisi. 1970’lerin Türkiye toplumuna bir mahalle, daha çok da bir sokaktaki karakterler üzerinden bakan film Bugay ve Ökten işbirliğinin en önemli örneklerinden de biri. Değişen topluma ve onun değerlerine eleştirisini çekinmeden ortaya koyan film Yeşilçam’ın klasik kimi sorunlarını taşıyor olsa da, tüm kalburüstü Sunal filmleri gibi güldürmeyi ve düşündürmeyi aynı anda başarabilen, kadrosu ile dikkat çeken ve sinemamızın popüler güldürü içine toplumsal meseleleri yerleştirebildiği (daha doğrusu, yerleştirmeye önem verdiği) bir çalışma olarak ilgiyi kesinlikle hak ediyor.
Kemal Sunal 1976’da yine Zeki ökten ve Umur Bugay ikilisinin yarattığı “Kapıcılar Kralı” ve 1979’da Osman Seden’in yazdığı ve yönettiği “Bekçiler Kralı” filminde başroldeydi. 1977 tarihli “Çöpçüler Kralı” bu iki filmle birlikte bir gayriresmî üçleme oluşturuyor denebilir. Filmleri bir araya getiren elbette sadece isimlendirmeleri değil; hikâyelerin üçünde de bir düzene karşı hareket eden, bunu yaparken kendisi de o düzenden yararlanmanın yanına yaklaşan bir mahalle karakterini canlandırdı Sunal. Sırası ile kapıcı, çöpçü ve bekçi olarak bir apartman/sokak/mahalle evreninde Türkiye toplumunun resminin eğlenceli ve düşündürücü bir şekilde çizilmesini sağlamıştı oyuncu ve popülerliğini aynı zamanda sorumlu da olan (en azından bu yönde samimi bir gayret gösteren) hikâyelerin emrine vermişti. Diğer iki yapıttan sinema değeri olarak geride kalan (bunda hem Ökten’in yönetmenlik hem Bugay’ın senaristlik yeteneklerinden yoksun olmasının payı var) Seden’in “Bekçiler Kralı”nda da bu çabayı görmek ve takdir etmek gerekiyor. Hikâyeler ve karakterleri arasında doğrudan bir bağlantı yok ama örneğin burada İlyas Salman’ın oynadığı (ve ne yazık ki hiç geliştirilmemiş) kapıcı karakteri ile Sunal’ın “Kapıcılar Kralı”ndaki karakterinin aynı kişiler olduğunu düşünmek ve hatta şu soru üzerinde düşünmek mümkün: Sunal’ın “Kapıcılar Kralı”ndaki Seyyit karakteri ile “Çöpçüler Kralı”ndaki Apti karakteri tanışıyor olsalardı, aralarında nasıl bir ilişki olurdu acaba?
Sunal dışında Ayşen Gruda, Şener Şen, İlyas Salman, İhsan Yüce, Erdal Özyağcılar ve Selim Naşit’in de aralarında olduğu zengin kadrosunun renk kattığı bir film bu. Bugay’ın senaryosunun yanında, Şen de yardımcı oyuncu olarak Antalya’da ödül almış performansı ile ve filme gerçekten önemli bir katkı sağlamış. Belki tüm karakterler gerektiği kadar derinleştirilmemiş ama her bir oyuncu üzerine düşeni fazlası ile yapmış ve örneğin Özyağcılar, tiplemesi ile usta bir oyuncunun çok kısa göründüğü sahnelerde bile nasıl iz bırakabileceğinin sağlam bir kanıtını oluşturmuş. Sunal, Gruda ve Şen’in performansları -daha önce veya sonra çekilmiş- pek çok filmde benzerlerini gördüğümüz karakterleri canlandırmaları nedeni ile sıcak bir tanışıklık duygusu yaratıyor; başta bir tekrar/görülmüşlük duygusu yaratabilir bu durum ama açıkçası o denli samimi ve eğlenceli ki oyunculukları, filme avantaj sağlıyor kesinlikle.
Film bir sokağın uyanışı ile başlıyor ve henüz kimsenin olmadığı bir sokağı süpüren Apti (Sunal) ile tanışıyoruz önce. “Arnavut kaldırımlı bir taş sokak”tır gördüğümüz (Cihangir’deki Susam ve Güneşli Sokak’ta çekilmiş film) ve sokak kedilerini besleyen yaşlı kadın, gazete dağıtıcısı küçük çocuk, apartmanların üst katlarından alışveriş için aşağıya sarkıtılan sepetler, penceresini açıp çöpünü sokağa fırlatan kadın, yere tüküren adam vb. görüntülerle ve gazetedeki haberlerle (memur/emekli maaş zammı, 70’lerin terör olayları, hükümet meseleleri vs.) Ökten kısa bir süre içinde ve oldukça doğal bir akışla bize hem ülkenin hem toplumun sağlam bir resmini çiziyor. Oldukça iyi bir giriş bu ve filmin de en güçlü bölümlerinden biri. Sonra zabıta amiri Şakir (Şen) ve evlere temizliğe giden Hacer (Gruda) ile tanışıyoruz. Şakir ve Hacer sevgilidirler ama adamın annesinden korkması nedeni ile evliliği gündeme getirememektedirler. Hacer için bu evlilik bir sınıf atlamayı getirecektir beraberinde ama Şakir’in annesi tam da bu sınıf farklılığı nedeni ile bu birlikteliğe asla izin vermeyecektir. Apti de âşıktır Hacer’e ve önünde iki engel vardır: Amiri ve Hacer’in, ailesi ile birlikte amiri daha uygun bir aday olarak görmeleri.
Sokaklarda duvarlarda “Katil İktidar”, “Halkın Birliği” gibi sloganların ve “Faşizme Karşı” eylem çağrılarının yer aldığı bir zamanda geçiyor film. Şeker, yağ ve tüp kıttır ve saatlerce kuyrukta beklemeyi gerektirmektedir. Ekmek için bile itiş kakış vardır bu dönemde ama bir yandan da “Kuyrukta yer tutma” gibi girişimciliklere de imkân sağlamaktadır. Camdan cama sohbet eden kadınlar ve herkesin birbirinin tanıdığı sokak gibi unsurlar 1970’lerin ülkesinden bugüne neleri kaybettiğimizi (olumlu ve olumsuz yönleri ile birlikte) gösterirken, bugün üzerinde epey düşünmemiz gereken bir konuyu da (toplumsal bakışın yerini 1980 darbesinden sonra planlı ve özenli bir şekilde yerleştirilen bireysel bakışın alması) hatırlatıyor. Bugün istanbul’da böyle bir sokak bulmak ve bu karakterle karşılaşmak pek mümkün değil ve sağladığı nostalji duygusu ile film bu açıdan da ilgiyi hak ediyor. Bugün hangi sokak sakini yaşadığı yeri süpüren temizlik işçisinin bırakın adını bilmeyi, yüzüne aşinadır ki örneğin? 1980 öncesinin toplumsal hareketlerini kırmak için neo-liberal bakışla birlikte ülkeye hâkim kılınan bireyselciliğin doğal sonucu olarak birbirlerini görmeden yaşıyor insanlar artık.
Sınıf farkları hikâyenin tam da göbeğinde yer alıyor; evet bir zamanlar Türkiye sinemasında sınıf meselesi hikâyelerin, tıpkı hayatlarımızın kendisi gibi doğal bir parçası olabiliyordu. Evet, bir zamanlar popüler güldürülerimiz Recep İvedik türü pespayelikler peşinde koşmadan da geniş kitlelere ulaşabiliyordu ve yine de eğlendirebiliyordu seyircisini yaratıcılarının yeteneklerinin sayesinde. Apti’nin Hacer için rakibinin kim olduğunu öğrendiğinde buna inanmayarak, “Koskoca bir belediye amiri hizmetçiye gönül verir mi?” sorusunu tam bir saflıkla sorması, Hacer’in ailesinin kızı sınıf atlamak için bir araç olarak görmesi ve elbette çok yetersiz olsa da bazı karakterlerin toplumun farklı kesimlerinin sembolü olarak kullanılması (gazetelere sürekli şikâyet yazıları yazan emekli karakteri toplumdaki sorunlar karşısında bir aydının pasifliği olarak görülebilir örneğin) Bugay ve Ökten’in kendi dünya görüşlerine de uygun olarak, hikâyelerine politik ve sosyal bir boyut katmalarının örnekleri olarak gösterilebilir. Apti’nin -bir Yeşilçam geleneği olarak!- tesadüfen keşfedilip şarkıcı olması ile kapıldığı sınıf atlama hayalinden süratle uzaklaşması (daha doğrusu, uzaklaşmak zorunda kalması) Sunal’ın tüm karakterlerlerinin olduğu gibi Apti’nin de zayıflıkları ve saflığının yanında temel olarak iyi bir insan olarak resmedilmesinin sonucu oluyor. Senaryonun Şakir karakteri üzerinden özenle yarattığı maço erkek parodisini de unutmamak gerekiyor bu bağlamda.
Hacer’in ailesinin zabıta Şakir’i kovaladığı sahneden Apti ile Hacer’in çocuklarla parkta eğlendiği sahneye pek çok bölümü ile sıcak ve samimi bir hava yaratan Ökten’in yönetmenliğinin de takdiri hak ettiği filmde önemsiz olmayan kusurlar da var. Bir kadını tecavüz ederek elde etme düşüncesi komedi malzemesi yapıldığı gibi, herhangi bir eleştiri de yok bu konuda. Dolayısı ile bu eylem girişimini sadece ilgili karakterin yanlışı olarak görme fırsatı bile tanımıyor film bize. Bir şarkı ile birden hem gazino seyircisinin hem gazino patronunun büyük beğenisini alan bir adamın bir başka şarkı ile neden alay ve yuhalamaya maruz kaldığını anlamak da mümkün değil; sadece karakterin sahnedeki sakarlığı izah edemiyor bunu ve sadece hikâyenin ilerlemesi için başvurulmuş bir seçim olduğu anlaşılıyor bunun. Oysa hem iyi şarkı söyleyen hem de güldürebilen bir adam gazino sahnesinde herhalde çok daha çekicidir ticarî açıdan.
Sunal’ın en parlak işlerinden biri olan film farklı ikililer arasındaki alt-üst ilişkilerini gündeme getiren ve dönemin Türkiyesi’nden keyifli ve dikkatli bir fotoğraf çeken bir çalışma. Tıpkı tüm o olumlu/olumsuz yönleri ile yok olan / yok edilen ve yeniden yaratılması mümkün olmayan mahalle kültürü gibi bu ve benzeri filmlerin de yeniden çekilmesi imkânsız artık bu ülkede. İşte sadece bu nedenle bile önemli bir yapıt bu.