Dare Mo Shiranai – Hirokazu Kore-eda (2004)

“Sevgili Akira, annen kısa bir süreliğine uzaklara gidiyor. Kyoko, Shigeru ve Yuki ile ilgilen lütfen”

Annelerinin, erkek arkadaşı ile birlikte olmak için bir süreliğine kendi başlarına bıraktığı dört çocuğun tüm sorumluluğunu üstlenen 12 yaşındaki en büyüklerinin, çok az para ile kendisini ve kardeşlerini hayatta tutmaya çalışmasının hikâyesi.

1987 – 1988’de Tokyo’da yaşanan gerçek bir olaydan esinlenen bir Japonya yapımı. Hirokazu Kore-eda’nın senaryosunu yazdığı ve yönettiği film Cannes’da Altın Palmiye için yarışırken, o tarihte 14 yaşında olan başrolündeki Yuya Yagira’ya Erkek Oyuncu ödülünü kazandırmıştı. Hümanist ve gerçekçi hikâyeleri ile bilinen, karakterleri özenle oluşturulmuş senaryoları ile haklı bir takdir toplayan ve doğal bir sinema dilinden hiç taviz vermeyen Hirokazu Kore-eda burada da işte bu özellikleri taşıyan çok başarılı bir sonuç elde etmiş. Orijinal adının birebir çevirisi “Kimse Bilmiyor” olsa da, İstanbul Festivali’nde gösterildiğinde tercih edilen “Kimse Fark Etmiyor” adının çok daha doğru olduğu yapıt, dört çocuğun kimse fark etmeden sürdürdüğü ve bir trajediye kadar uzanan inanılmaz hikâyelerini duygusallık tuzağına düşmeden ve adeta bir belgesel gerçekçiliği ve tarafsızlığını hep koruyarak anlatıyor. Kore-eda’nın, karakterlerini seven ve onlara saygı duyan hikâyelerini insan sevgisini hep hissettirerek anlatma becerisi ve başarısının güçlü örneklerinden biri.

Yapıt, “Bu filmde Tokyo’da yaşanan gerçek olaylardan esinlenilmesine rağmen, karakterler ve ayrıntılar tamamıyla hayal mahsulüdür” ifadesi ile açılıyor. Bu “hayal mahsulü” tanımı hikâyenin gerçekliğini gölgelememeli ama; çünkü 1987’de başlayan ve 1988’de sona eren, gerçekten yaşanan ve hatta bir ölümle sonuçlanan bir olayı dürüst bir sanatçı sorumluluğu ile anlatmış Hirokazu Kore-eda. Japonya tarihine, Tokyo’nun olayın yaşandığı bölgesinin adı ile “Sugamo Çocuk Terki Davası” olarak geçen bu trajik hikâyede bir anne erkek arkadaşı ile buluşmak için, en büyükleri 12 yaşında olan dört çocuğunu dokuz ay boyunca ve az bir para ile yalnız başlarına bırakmış. Biri dışında hiçbirinin resmî nüfus kaydı olmayan ve her biri farklı erkeklerden olan çocuklardan birinin ölümü ile sonuçlanan bu “geçici terk”in hikâyesini olayın ana örgüsünü koruyarak karşımıza getiriyor film ve önemli bir kısmı evin içinde geçen hikâyesini, karakterlerine o kadar yakın -fiziksel ve zihinsel bir yakınlık bu- durmasına rağmen, en ufak bir abartıya başvurmadan ve duygusallığı olayın kendisine bırakarak ve asla sömürmeyerek anlatıyor. Yoğun bir dramatik boyutu olan ve hatta trajediye kadar uzanan bir öyküyü bu derece tarafsız ve dürüst bir şekilde sinemalaştırmak, Kore-eda’nın önemli bir başarısı kesinlikle.

Film bir tren vagonundaki iki kişiyi göstererek başlıyor; yorgun ve acılı yüzünü gördüğümüz kişi on iki yaşındaki Akira (Yuya Yagira) ve üzerinde kirli ve yırtık bir tişört var. Karşısında oturan kişiyi ve nereye gittiklerini ise uzun bir geri dönüşle anlatılan hikâyelerinden sonra öğreniyoruz. Birkaç ay geriye gidiyoruz; bir kadın (You olarak tanınan Yukiko Ehara) ev sahiplerine altıncı sınıfa gittiğini söylediği oğlu ile birlikte yeni bir eve taşınıyor. Ev sahibi, çocuğun “komşuları rahatsız etmeyecek kadar” büyük olmasından memnun olduğunu söylüyor ama taşımacılar gidip anne ve çocuğu yalnız kaldıklarında sırları ortaya çıkıyor ailenin. Bir valizin içinden Shigeru (Hiei Kimura) ve bir diğerinden Yuki (Momoko Shimizu) çıkıyor ortaya ve onların ablası olan Kyoko da (Ayu Kitaura) istasyondan getirilip gizlice eve sokuluyor. Annenin sıkı kuralları vardır ev içindeki yaşamları konusunda; yüksek sesle konuşmamak ve bırakın evden ayrılmayı, balkona dahi çıkmak yasaktır. Dolayısı ile kardeşleri ile dış dünya arasındaki tek bağlantı abileri Akira’dır. Annenin âşık olduğu bir erkek için (“Yine mi!”) onları yalnız başlarına bırakması sıkça yaşanan bir durumdur ve dört çocuk bir şekilde -ve en azından ilk bakışta- uyum sağlamışlardır bu tuhaf yaşama. Çocukların üçünün ev sahibinden gizli tutulması -herhalde- kiralık ev bulma konusundaki engellerden kurtulmak içindir ve Akira ister istemez ailenin “baba”sı ve hatta “annesi” (annenin sık sık evden uzak olması yüzünden) rolünü üstlenmiştir. 12 yaşındaki bir çocuk için ağır bir yüktür bu kuşkusuz ve onun sadece kendisi için bir şeyler yapabildiği, çocuk olabildiği nadir anlardan birinin bir trajedi ile eş zamanlı olması ise onun üzerindeki yükün acımasızlığının iç burkan bir örneği olacaktır.

Kore-eda’nın senaryosu You’yu, bekleneceğinin aksine, bir kötü anne olarak çizme yoluna gitmiyor. Korkunç sıfatını hak eden sorumsuzluğu ve dört çocuğu yoksun bıraktıkları öykünün ana meselesi kuşkusuz ve bunu gizlemiyor da film; ama annenin çocukları ile olduğu tüm bölümlerde onun ilgili ve sevecen tavırlarına tanık oluyoruz. Bu sık sık gitmeler olmasa ya da en azından son gidiş bu kadar uzun sürmese hep mutlu ve eğlenceli bir yaşam sürecek bir ailenin resmini çiziyor film. İlk sahnelerde işte bu “mutlu” ailenin günlük yaşamını sergilerken takındığı belgeselci yaklaşımını hep koruyor film ve bunu yaparken, hayatın kendi doğal ritmini aynen yansıtıyor sinema diline. Açıkçası zaman zaman bir tekrar duygusu da yaratıyor film ve bu açıdan belki süresi bir parça daha kısa olabilirmiş gibi duruyor ama rahatsız edici bir problem değil bu.

Film aile kavramını, diğer tüm meselelerinde olduğu gibi, kendisini öne çıkarmadan ve “gerçek hayat”ı göstermesinin doğal sonucu olarak sorgulatıyor bize. Akira’nın ailenin hem annesi hem babası rolünü üstlenmesi ve bu çok ağır yükün altında kendisi başta fark etmese de ezilmesi ama öte yandan bir çocuk olarak ihtiyaç duyduğu ebeveynden yoksunluğunu yaşaması modern toplumlardaki aile yapısı (ve sorunu) üzerine düşündürüyor bizi. Kore-eda’nın derdini asla altını çizmeden ve kendi varlığını göstermeden anlatmasının farklı örnekleri var filmde. Örneğin kızlardan büyük olanının yere düşürerek kırdığı ojeden kalan leke başındaki kısa sahne uzun bir metnin aktarabileceğini, tek bir sözcük bile kullanmadan o kadar güçlü bir şekilde aktarıyor ki etkilenmemek mümkün değil. Bir başka örnek de, annenin geri dönüşü geciktikçe çocukların değişen ruh hallerinin beden dillerinde ve yüz ifadelerinde yalın bir güçle ifade edilmesi ve bunun yine sözlere dökülmeden başarılması.

Küçük oğlanın balkona çıkma konusundaki ikilemleri; özlenen ve ihtiyaç duyulan arkadaşlıklara gıpta ile bakılması; bir kola tutunarak talep edilen sevgi ve koruma; önce ödül / hediye, sonra zorunlu olarak sokağa çıkılması ve Akira ile arkadaşlığı üzerinden hikâyeye giren Saki (Hanae Kan) adlı genç kızın kendi hikâyesi gibi çok farklı öğeler üzerinden sürekliliği sağlanan bir çekiciliği var filmin. Ev içindeki sahnelerin hemen tümünde ve dış çekimlerde de sık sık, hareketli bir kamera kullanan ve bizi karakterlere fiziksel olarak da yaklaştıran Kore-eda, zaman zaman kamerayı çocuk oyunculardan gizleyerek, özellikle onların ev içindeki hayatlarının sertliğinin neden olduğu kapatılmışlık duygusunu, hatta klostrofobiyi çok başarı ile yansıtıyor. 2008’de “Aruitemo Aruitemo” (Bitmeyen Yürüyüş) adlı filmde de Kore-eda ile çalışan ve Gontiti adı altında müzik yapan iki gitaristin (Masahiko “Gonzalez” Mikami ve Masahide “Titi” Matsumura) hazırladığı yalın ve dokunanaklı müziğin de önemli bir katkı sağladığı filmdeki trajedi ve takip eden soğuk gerçekçilik -sinema sanatı açısından bakıldığında çok iyi anlatılmış olsa da- tartışmaya açık bir parça. Her ne kadar gerçek hikâyede de benzer bir trajedi yaşanmış olsa da, yine de tanık olduğumuz sertlik kesinlikle çok güçlü; aslında bu gücün yaratılmasının filmin bir diğer başarısı olduğunu da söylemek gerekiyor.

“Buz gibi solgun gözlerle / Büyüdükçe büyüyorum / Kaya gibi sert olup, kötü koksam da / Bir nehir gibi ayrılıyorum diğerlerinden” sözleri ile öyküye çok yakışan ve Takako Tate’nin seslendirdiği hüzünlü şarkı “Hōseki” ile kapanan film, Hirokazu Kore-eda’nın karakterlerine adeta bir baba / anne gibi yaklaşması ile, insanlığın kurtuluş yolunun hümanizmden de geçtiğini hatırlatıyor. Başta müthiş bir performans sergileyerek, “oynamadan oynayan” Yuya Yagira olmak üzere tüm çocuk oyuncuların karakterlerini yüreğinize ve zihninize yerleşecek güçte canlandırdığı film, hüzünlü bir çalışma ve izlemeye başlamadan önce buna hazırlıklı olmak gerekiyor.

(“Nobody Knows” – “Kimse Fark Etmiyor”)

(Visited 8 times, 5 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir