Do Lok Tin Si – Kar-Wai Wong (1995)

“Bir kişinin mesleği genellikle karakteri ile alakalıdır. Ben işimi seviyorum. Karar vermemi gerektirecek bir şey yok. Kim, nerede, ne zaman ölecek gibi şeyleri hep başkaları planlarlar. Ben tembel biriyim. Diğerlerinin bunları benim için halletmesini seviyorum. İşte bu yüzden bir iş arkadaşına ihtiyacım var”

Hong Kong’dan paralel olarak anlatılan iki suç öyküsü: Artık işini bırakmaya karar veren bir tetikçi ile ona işlerini ayarlayan ve adama âşık olan bir kadının ve eski bir mahkûm ile onun karşılaşıp durduğu ve âşık olduğu bir kadının hikâyeleri.

Kar-Wai Wong’un yazdığı ve yönettiği bir Hong Kong yapımı. Birbiri ile pek ilgisi olmayan iki ayrı hikâyeyi paralel olarak anlatan film, bu ilgisiz görünümün aksine hem içeriği hem biçimsel bakışı ile neredeyse tek bir hikâyeye dönüştürüyor bu öyküleri. Görüntü yönetimi (Christopher Boyle), kurgu (William Chang ve Ming lam Wong) ve müziğin (Frankie Chan ve Roel A. Garcia) yaratıcılarının, katkıları anlamında yönetmen ile yan yana konmaları gereken film ayrıksı biçimsel özelliklerine ve hemen kendini ele vermeyen hikâyesine rağmen ve belki tam da bu nedenle, seyrettikten sonra da seyircisinde yaşamaya devam eden bir çalışma. Cesur ve modern bir sinema örneği; yönetmenin başyapıtlarından biri değil belki ama kesinlikle görülmeyi hak eden bir sinema yapıtı.

Ön planda bir kadın, arka planda bir erkek. Siyah ve beyaz. Kadının dudakları, tırnakları ve yüzüğü dışında siyah ve beyaz. İkisi de sigara içiyor. Kamera çarpık bir açıda. Adam “Hâlâ iş arkadaşı mıyız” diye soruyor kadına. Cevabı duymuyoruz… Hikâyelerden ilkinin iki ana karakteri olan kiralık katili ve ona iş ayarlayan kadını görüyoruz bu sahnede ve sadece o ilk bir iki dakika bile 99 dakika boyunca seyredeceğimiz filmin biçimsel özellikleri ile ilgili yeterince fikir veriyor; sonraki birkaç dakika ise öykü ve genel olarak filmin atmosferi hakkında seyircide bir fikir oluşmasını sağlıyor. İlk sahnesinden sonra renklenen ve kısa bir iki sahne dışında rengini hep koruyan film balıkçeok geniş açılı objektif kullanımından sürekli hareketli bir kameraya ve iç ses kullanımından görüntü ile sesin her zaman uyuşmamasına farklı tercihleri ile seyircisini zorlayan ve belki de o “herkese göre değil” denen türden bir çalışma. Oysa ilginç bir şekilde, tüm bu zorlayıcı unsurlarına rağmen film hiç yormuyor ve daha da ilginç bir şekilde seyredildikten sonra da yaşamaya ve “sabırlı” seyircinin hafızasında canlı kalmaya devam ediyor. Film ultra-modern havası ve tüm o ayrıksı unsurları bir başka yönetmenin elinde zorlama görünebilir ve yapay havası nedeni ile de unutulup giderdi ama burada tam tersi oluyor; bu hikâye sadece bu şekilde anlatılabilirmiş, bu karakterler ve içinde bulundukları suç dünyası ancak bu “gece filmi”nde bir arada bulunabilirmiş diye düşünüyorsunuz.

Birkaç kez yavaşlatılmış ve hızlandırılmış çekimlere başvuran filmde bir sahnede ikisi bir arada yer alıyor: Önde iki karakter oturur ve yavaşlatılmış bir çekimle bir hayalin büyüsünü yaratırken, arkalarında bir kaos hızlandırılmış bir şekilde yaşanıyor. Bir teknik oyun bu elbette ama hiçbir şekilde bir hevesli amatörün elinden çıkmış bir hava taşmıyor bu sahne; aksine çok olgun bir dil ile o iki karakterin o anda hissettikleri ile etraflarındakinden nasıl soyutlandıklarını anlatıyor bize gördüklerimiz oldukça etkileyici bir biçimde. Tüm bu sinema dilinin cüretkârlığı filmin aynı zamanda bir melankoliyi oldukça yaratıcı bir şekilde karşımıza getirmesine de engel olmuyor. Karşılıksız aşklar, tutkular ve tehlikeli sevgiler hep vuslata eremeden sonuçlanırken; film o dinamik, zaman zaman sert ve gece karanlığının tedirgin edici havası içinden bir hüzün duygusunu çekip almayı başarıyor. Oldukça dozunda ve kendine özgü bir erotizmle yapıyor bunu üstelik; bir “juxebox”ın önündeki kadının çalan hüzünlü şarkıya yumuşak vücut hareketleri ile eşlik ettiği ve kameranın onu sigara içişinden yüzündeki ifadelere ve beden diline hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan görüntülediği sahne örneğin, dört dörtlük gerçekten. Aynı kadının âşık olduğu erkeğin geride bıraktığı çöpler üzerinden izini sürmesi ve erkeğin aynı jukebox’taki bir şarkı üzerinden ona ayrılma mesajı bırakması gibi ögeler ise değme aşk filmine meydan okuyacak ölçüde yaratıcı.

Sigaranın hikâyenin ayrılmaz bir parçası olduğu ve özleme, melankoliye ve hatırlamaya eşlik ettiği filmde karakterler iç sesleri ile bize hep bir şeyler anlatıyorlar. Öyle ki zaman zaman bu seslerden dinlediklerimiz karakterler arasındaki diyaloglardan daha sahici ve anlamlı geliyor kulağa. Sanki bu anlatıcı ses bizi karakterin içine yerleştiriyor ve diğerlerine onun gözü ile bakmamızı sağlıyor. Karakterlerden birinin -çocukken tarihi geçmiş bir konserve yediği için- konuşamadığı hikâyede bu iç ses kullanımı daha da ilginç oluyor. Bu seslere çok iyi düşünülmüş bir soundtrack eşlik ediyor filmin orijinal müzikleri ile birlikte. Örneğin Shirley Kwan’ın “Wang Ji Ta” (Unut Onu) şarkısı melodisi ve sözleri ile kullanıldığı sahneye müthiş bir uyum gösteriyor ama sadece şarkılar değil, Frankie Chan ve Roel A. Garcia’nın orijinal çalışmaları da bir film müziğinin nasıl olması gerektiği konusunda bir ders niteliğinde. Kar-Wai Wong onların notalarını her bir karesi ile eşleştirmiş sanki filminin ve ortaya çarpıcı bir uyum çıkmış. Tıpkı sahneler arası geçişlerde ve sahne içindeki -zaman zaman sürati hayli artan- hızlı kurgu gibi bu meloediler de bir notadan diğerine atlarken hayranlık uyandırıyorlar.

Kendine özgü bir mizah da yakalamış film: Karakterlerden birinin geceleri başkalarının dükkânlarına girerek insanlara zorla satış yaptığı sahnelerden yine aynı adamın babasını bir kamera ile sürekli görüntülemesine hikâye tuhaflığını hep koruyan bir mizah da barındırıyor. Yine bu dilsiz adamın kendisini bir şarkıya dudak hareketleri ile eşlik ederken videoya çektiği sahne bu mizahın hüzünlü yanını da hep korumasının örneklerinden biri. Belki de bu konudaki en iyi örnek aynı adamı ve âşık olduğu kadını birlikte gördüğümüz sahnelerden birinde çıkıyor karşımıza. Kadın daha önce de gördüğü adamı tanımamıştır ve onun kendisine olan aşkından habersizdir. Şimdi kadın sevgilisini beklerken Kar-Wai Wong melankolik bir mizah yaratır ve adam arka planda tuhaf garip hareketleri ile acısını ile getirirken, kadın ön planda sevgilisi ile buluşur ve ayrılır.

Filmin adı olan “Düşkün (ya da düşmüş) Melekler” -günah işlediği için- cennetten kovulan melekler için kullanılan bir ifade İbrahimî dinlerde. Bu bakımdan filmin Türkiye’de -vizyonda değil ama- festivallerde gösterilirken düşkün kelimesinin seçilmiş olması ilginç. Hikâyenin “günah işleyen” kahramanları gerçekten de cennetten dünyaya düşmüş (ya da atılmış) olsalar gerek çünkü. Film onları hiç yargılamadan ve bir suç dünyasının parçaları olarak gösterirken bu düşmüşlüğü anlatıyor bir bakıma. Beş temel karakteri var filmin: Kiralık katil, onun için aşk acısı çeken ve adama iş bulan kadın, eski bir mahkûm olan dilsiz bir adam ve onun âşık olduğu ama kendisi âşık olduğu erkek tarafından terk edilen bir kadın ve “femme fatale” bir sarışın. Bir şekilde karanlıkta yaşayan bu karakterlerin günahları belki de onları hemen hep gece görmemize neden olan. Film de sabaha karşı sona erirken, bize bu insanların bir süre saklanacağını ve gece kendisini tekrar gösterene kadar ortaya çıkmayacaklarını söylüyor. Onlar -günahları ile birlikte- ancak karanlıkta var olabilirler çünkü.

Tüm oyuncuların (kiralık katil rolündeki Leon Lai, onun menajerini canlandıran Michelle Reis, dilsiz adamı oynayan Takeshi Kaneshiro, onun âşık olduğu Charlie rolündeki Charlie Yeung ve sarışın kadını oynayan Karen Mok) göz dolduran performanslar sundukları filmin modern ve gelişmiş bir dünyadaki iletişimsizlik üzerinde durduğu da açık. Karakterlerin çoğunlukla birbirlerinden çok, kendileri (ve iç sesleri aracılığı ile bizimle) konuşmaları bunun en önemli kanıtı. Hikâyesinden çok; görsel gücü, sinema dili ve özgünlüğü ile görülmesi gerekli olan bir modern sinema örneği.

(“Fallen Angels” – “Düşkün Melekler”)

(Visited 265 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir