Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maalouf’un bir romanı. Bizde de hayli popüler olan ve bugüne kadar toplam dokuz roman ve aralarında çok satmış “Arapların Gözünden Haçlı Seferleri”nin de olduğu yedi kurgu-dışı eser yazan Maalouf, ayrıca Fin besteci Kaija Anneli Saariaho’nun dört operasının da librettosunu hazırlayan bir sanatçı. İlk kez 1996’da yayımlanan ve yazarın altıncı romanı olan kitap Ortadoğu meselesine, babasının devrimci olmasını istediği için İsyan adı verdiği bir adamın hikâyesi üzerinden bakan bir çalışma. “Bir elin beş parmağı” gibi olan ama her biri diğerlerine düşmanlık besleyen milletlerin imkânsız görünen birlikteliği için bir umut sembolü ya da çağrısı olarak görülebilecek şekilde alegorik havası olan bir kitap bu ve okuyucusunu, özellikle de Ortadoğu’ya meraklı olanlarını kendisine hemen çekebilecek ve zorlanmadan kendisini okutacak bir içeriğe sahip.
“Benim değil bu hikâye, bir başkasının hayatını anlatıyor” cümlesi ile açılıyor roman. Yazar 1976’da Paris’te tesadüfen karşılaştığı ve yıllar önce okulda tarih kitabında fotoğrafını gördüğü bir adamla olan konuşmalarını, daha doğrusu onun anlattıklarını aktarıyor okuyucuya. Dinleyip not aldıklarının gerçekliği için de şu ifadeleri kullanıyor yazar karakteri: “Bana anlattıklarına yalan karışmış mıdır? Bilemiyorum”. Onun iyi niyetli olduğuna inandığını söylerken, “yargıları gibi belleğinin de pek tekin” olmadığını belirtiyor. Bir aşk romanı ama aynı zamanda Ortadoğu’nun hikâyesi ve hatta tarihi bu alçak gönüllü kitap. Babası, padişahlıktan azledilmiş ve intihar etmiş bir Osmanlı sultanının (adı verilmiyor ama Abdülaziz olsa gerek) torunu olan İsyan yazara dört gün boyunca hikâyesini anlatıyor ve araya giren yazarın kısa açıklamaları dışında kitap İsyan’ın ağzından anlatılan bir hikâye olarak oluşuyor. Lübnan’da başlayan, baş karakterin tıp okumak için gittiği Fransa’da devam eden ve daha sonra Lübnan’a dönerek uzun süre sonra tekrar Fransa’da sona eren ilginç bir hikâye okuduğumuz. Bu hikâyeyi belki biraz fazlası ile alegorik bir bakışla oluşturulmuş karakterlerle ve bu karakterlerin sembolü olduğu Ortadoğu’nun ebedî ve -o kadar uzun ki artık öyle görünen- ezelî meselelerini merkeze alarak anlatıyor Maalouf.
“Ben dünyaya geldiğimde çürüme çoktan hayatımı sarmıştı” diyor hikâyesinin başlarında İsyan. Buradaki çürüme Osmanlı’daki gerilemenin artık yıkılmaya dönüşmeye başlamasına işaret ediyor. Bu dönüşüm beraberinde “Her milletten insanın Doğu’nun limanlarında yan yana yaşadığı, dillerin birbirine karıştığı o çağ”ın da sonunu da getirecektir ve İsyan’ın hayatı bir bakıma bu sonun neden oldukları ile örülecektir. Adana’da 1909’da başlayan ve Maalouf’un ifadesi ile söylersek, “altı yıl sonra çok daha büyük çapta olacakların bir provası” olan ayaklanmalar ve Türkler ile Ermeniler arasındaki çatışmalar, daha sonra İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransa’daki direniş günleri ve son olarak da Araplar ile Yahudiler arasında Ortadoğu’da yaşananlar üzerinden hep bir kaos havası oluşturuyor Maalouf ve buna bireysel kaosları da ekliyor: İsyan’ın babaannesinin akıl hastalığı, kardeşinin Ortadoğu’nun tüm yozlaşmışlığının sembolü olan kötülükleri ve kendisinin yaşadığı ruhsal bunalım. “Herkes ötekilerin duasını sustursun diye kendi tanrısına yakarıyordu” cümlesi ise tanımladığı bir coğrafyanın sık sık kararan, en iyi günlerinde de ancak gri bir ton alabilen dünyasını bu şekilde anlatırken, karakterlerini birer sembol olarak kullanıp umuda gidecek yolu da göstermeye çalışmış Maalouf: İsyan’ın büyükbabası İranlı, annesi Ermeni, âşık olacağı kadın ise Avusturyalı bir Yahudidir örneğin. “Hayat insana bıkkınlık verecek kadar uzun değildir” benzeri cümlelerin bu umudun simgesi olduğu romanın sonu da belirsizliği ile çok gerçekçi bir tutum takındığının kanıtı oluyor yazarın.
Belki romanın bir parça mesaj kaygılı olması nedeni ile çok rahat okunan bir dil kullanmış yazar ve sahte pasaport olayında olduğu gibi zorlama görünen gelişmelere de yer vermiş. Bu da kitabın dil açısından gücünü yazarın diğer eserlerinin biraz gerisinde tutmuş. Buna karşılık aynı dilin kitapta ele alınan konuların önemine hiçbir şekilde zarar vermediğini, bu derin meselelere asla yüzeysel yaklaşılmadığını ve romanın saygın edebiyat eserleri arasında yerini almasına kesinlikle engel teşkil etmediğini rahatça söyleyebiliriz. İsyan karakterinin, doğduğu ve büyüdüğü coğrafyanın ırka ve dine dayanan çatışmalarından kendisini uzak tutabilmesi ve özellikle bir eylem adamı olmadığı halde başarabildikleri ile yazar onu “ideal” bir insan olarak çiziyor ve aralarında onunkinin de olduğu evlilikler (Müslüman ile Yahudi, Müslüman ile Ermeni, Lübnanlı ile Mısırlı vs.) üzerinden özlem duyduğu bir birlikteliğin umudunu bize de geçiriyor. Kitaptaki bir ifade ile söylersek, İsyan ve eşi arasındaki aşk ile “bir başka yol”un mümkün olduğunu söyleyen Maalouf, kahramanının yaşadığı trajedilerle de bu yolun kolay olmadığını kabul ediyor açık bir şekilde. Okunması gerekli, ilginç bir roman ve özellikle de bizim coğrafyamızda yaşayanları ve yaşananları anlamak için ayrıca değerli.
(“Les Échelles du Levant”)