“Oysa benim hayalimin gerçekleşmesi için tek bir kuruşa bile ihtiyacım yok. Bütün istediğim şu kahverengi üniforma, Stetson şapka ve altımda da iki yerine dört tekerlek. Ve bir de üzerinde “Düşünmek için maaş alıyorsun, kıçında nasırlar çıksın diye değil” diye yazan bir rozet”
Cinayet masasında dedektif olmayı düşleyen bir motosikletli devriye polisinin işlenen bir cinayet sonucu hayalleri ile yüzleşmesinin hikâyesi.
Tıpkı “White of the Eye – Göz Akı” gibi Arizona’da geçen ve bugün bir kült olmuş bir çalışma. Yönetmenliği, yapımcılığı ve müzikleri üstlenen isim ise bu film sinema kariyerindeki ilk ve son eser olan James William Guercio. ABD’li müzik grubu Chicago’nun ilk albümlerinin yapımcısı olarak asıl ününe kavuşan Guercio’nun bu filminde grubun üyeleri de çeşitli küçük rollerde oynamışlar. Hatta solist Peter Cetera’nın süresi kısa ama önemli bir rolü var filmde. Cannes film festivaline de katılan ama eleştirmenlerin hiç beğenmeyip hatta faşizan olmakla suçladığı film çok başarılı final sahnesi, buradaki performansı sayesinde bizde de çok sevilen “Baretta” adlı televizyon dizisinde baş rolü almayı başaran Robert Blake’in performansı ve alanının usta ismi Conrad L. Hall’un başarılı görüntüleri ile dikkat çekebilir.
Cannes’daki faşizan suçlamalarını ne kadar hak ettiği tartışılır ama filmin bu suçlamaların sahiplerini haklı kılacak kimi öğeleri de yok değil açıkçası. Tüm hippilerin kötü karakterler olması ve bir polisin haksızlığına maruz kalan hippinin de finalde aslında masum olmadığının anlaşılması, katilin bir eşcinsel olması, açılış sahnesinde Blake’in polis karakterinin sabah göreve hazırlanışının aldığı gıdalardan üniformasını giymesine, sevişmesinden sabah sporuna kadar her şeyin adeta onu kutsayan bir havada gösteriliyor olması polise ve güce bir övgüyü barındırmıyor değil örneğin. Bu sahnelerdeki müziğin de desteklediği bir hava bu üstelik. Polisimizin cinayetle ilgili soruşturmada amiri olan polisin işlerinin felsefesi ile ilgili sözlerini de bu kategoriye eklemek gerek. Yine de tüm bunların faşizan gibi ağır bir kelimeyi gerektireceği tartışmalı kesinlikle. Bu kusurları var hikâyenin ama polisimizin boyunun kısalığı ile dalga geçmeyi (ki bu sahnelerin filme hem keyif kattığını hem de kimi sertliklerle bir parça çeliştiğini belirtmeliyiz) veya polis amirinin cinsel hayatından işine uzanan başarısızlığını sergilemeyi ihmal etmediğini de söylemek gerek.
Sonraları hayli ün kazanacak Nick Nolte’un kariyerinin henüz ikinci filminde ve jenerikte adı bile geçmeyecek şekilde küçük bir rolde göründüğü filmin hikâyesinin kimi sorunları var. Polisin sevgilisi olan kadının gereksiz hem de çok gereksiz uzatılmış bir sahnede nutuk atmasına neden olan mutsuzluğunun hikâyenin kalan diğer tüm kısımları ile nasıl bir ilgisi olduğunu anlamak mümkün değil örneğin. Tüm karakterlerinin mutsuz olduğu bir hikâyenin belki sadece o bağlamda bir parçası olabiliyor kadının hikâyesi. Süresinin iki saatin altında olmasına rağmen hikâyenin uzatılmış görünmesi ve bunun neden olduğu tempo düşüklüğünü de eklemek gerek problemlere. Hikâyenin sahip olmaya çalıştığı gizemi yakaladığını söylemek de pek gerçekçi değil. Öyle ki filmin kendisi bile unutuyor cinayetle ilgili gizemi epey uzun bir süre. Ayrıca kimi zaman esprili anları olan, kahramanın hayatının tek idealini yakalayabilmek için hep beklediği fırsatı yakalamasını ve yakaladığında karşısına çıkanları (ki bunları da diyaloglardaki başarıyı yakalayacak bir görsellikle sergileyemiyor) ve hissettiklerini anlatmaya soyunan bir filmin adeta bir aksiyon filminden alınmışa benzeyen sertlikteki sahneler içermesini ve üstelik bunların çoğunu yavaşlatılmış gösterimlerle karşımıza getirmesini anlamak pek mümkün değil. Guercio’nun “Free From The Devil” şarkısını söyledikleri ve yine gereksiz uzun tutulmuş bir konser sahnesinde karşımıza getirdiği Madura grubu üzerinden hippileri ve rocker’ları pek sempatik göstermemesini de atlamayalım filmin kusurlarını sayarken. Renkli olan filmin sonlarda kısa bir süre siyah-beyaz olup tekrar renkliye kaydığı sahne ise estetik olarak hoş ama neyin sembolü olduğunu anlamak pek mümkün değil.
Conrad L. Hall’ın görüntüleri ise kesinlikle birinci sınıf. Arizona’nın tozlu görüntüsünü ustalıkla yansıtan kamerası her zaman en doğru kareyi yakalamış görünüyor ve kahramanımızın ıssız yollarda anlamsız gördüğü ama yine de en iyi şekilde yapmaya çalıştığı görevini ve yalnızlığını geniş açılı çekimlerle çok başarılı bir biçimde getiriyor karşımıza. Acelesi olmayan bir temposu olan filmin sakinliğinin en doğru göründüğü ve gerçekten etkileyici olduğu bölüm ise tüm final sahnesi. Hikâye bittikten sonra yavaşça yol boyunca ilerlemeye doğru devam eden kamera ve bu sırada hemen hemen kapanış jeneriği başlayana kadar devam eden kapanış şarkısı ile başarılı bir finali yakalamış filmimiz kesinlikle. Baştaki “faşizan” görünümlü ama kesinlikle başarılı güne hazırlanma sahnesini de düşünürsek filmin iyi açılıp iyi kapandığını söyleyebiliriz rahatça. Bugün kimilerinin kült olarak kabul ettiği film yukarıda belirttiğim kusurlarına ve kimi karakterlerini hayli yüzeysel kılmasına rağmen Blake’in oyununun da ciddi katkısı ile görülmeyi hak eden bir çalışma.
(“Mavi Işık Saçanlar”)