“Seninle tanıştığımızda tek isteğinin çocuk sahibi olmak istediğini söylemiştin. O, artık bizim!”
Bebeklerini kaybeden bir çift, polis olan adamın ebeveynlerinin ciddi ihmaline maruz kalmış bir bebekle karşılaşması ve onun aldığı cüretkâr kararın hikâyesi.
Anders Thomas Jensen’in senaryosundan Susanne Bier’in çektiği bir Danimarka – İsveç ortak yapımı. Annelik, çocuk sahibi olmak, fedakârlık gibi temalar üzerinden ilerleyen hikâyesi ile ilginç ama bu hikâyeyi anlatan senaryosu ile sık sık da aksayan bir çalışma. Oyuncuların dört dörtlük performansları, Bier’in her bir sahne için en uygun olanı yakalamış görünen yönetmenlik çalışması ve Michael Snyman’ın görüntülerinin yaratmayı başardığı tedirgin edici atmosfer ile önemli olan çalışma, gereksiz bir rahatsız ediciliğe sahip olması ve hikâyeyi fazla zorlayarak gerçekçiliğe zarar vermesi ile kendi kendini yaralıyor. Bu kusurlarına rağmen, filmin özellikle “herkes çocuk sahibi olabilir mi/ olmalı mı” sorusunu sormaktan ve cevabı üzerinde düşündürtebilmesinden kaynaklanan bir çekiciliği de var kesinlikle.
Genç bir çift ve uykusunda ölen bebekleri, polis olan adamın ne yapacağını şaşırması ve o sırada karşısına çıkan “fırsat”ı değerlendirmek gibi çılgın bir fikire kapılması ile gelişen olayları anlatıyor bize film. Bunu yaparken zaman zaman bir polisiye havasında ilerliyor, sık sık trajedinin rotasını izliyor ve sert sahnelerden de hiç kaçınmıyor. Sonuç, evet etkileyici ama aynı zamanda da rahatsız edici oluyor doğal olarak. Fazla sallanmayan bir el kamerası kullanımı, sık sık karakterin gözlerine odaklanan kamera ve oldukça doğal görünen ama üzerinde epey düşünüldüğü açık olan yönetmenlik çalışması ile film biçimsel açıdan sınıfı geçiyor kesinlikle. Bebeğin dahi gözlerine odaklıyor kamerayı yönetmen Bier ve yakın plan çekimlerle karakterlerin korkularını, tereddütlerini ve umutlarını bize hayli doğrudan aktarıyor. Zaten trajik olan bir hikâyede bu vurguya ayrıca ihtiyaç olduğu tartışılabilir kuşkusuz ama Bier’in yakaladığı etkileyiciliği de kabul etmek gerek. Sabah uyanan bir kadının yataktan kalkarken odasının güneşin sarı ışıklarına boğulmuş bir halde gösterilmesi (karşı karşıya kalacağı sürprize bir gönderme olarak belki de), doğa görüntülerinin hep bir tedirginlik duygusunu içerecek şekilde karşımıza getirilmesi ve kimi kritik sahnelerinde kameranın karakterlerin duygusal sallantılarını taklit edercesine hareket etmesi gibi tercihleri de filmin “teknik” başarısının örnekleri arasına eklemek mümkün ve filmin yaratıcılarını bunun için tebrik de etmeli kesinlikle. Ne var ki bunların yanında yine görsel açıdan rahatsız edici tercihleri var filmin ki hikâyeye katkısı gerçekten tartışmaya açık bunların. Ölü bir bebek bedeninin defalarca gösterilmesi veya bakımsızlık nedeni ile kendi pisliği içinde yaşamda kalmaya çalışan bir bebeğin görüntüsünün sık sık karşımıza çıkmasının amacı ne olabilir diye düşünürken buluyorsunuz kendinizi sık sık.
Filmin adındaki ikinci şansın kime tanındığı üzerinde de durmak gerekiyor bir parça: Finalde tanık olduğumuz gibi bir çocuğa mı tanınıyor bu şans, yoksa bir (hatta iki farklı) anneye mi? Kendimize veya bir başkasına ikinci bir şans tanırken, bir başkasının aleyhine yapıyorsak bunu ve ondan esirgiyorsak bu ikinci şansı, yaptığımız ne kadar doğru kabul edilebilir? Sorularını başka alanlarda da soruyor ve sorduruyor film: “Herkes anne olabilir mi?”, “annelik bir kadının mutlaka üstlenmesi gereken bir statü müdür”, “toplumsal beklentiler arzularımızla çatıştığında ne olur?” vs. Açıkçası sorular önemli ve hikâye bu soruların dikkatimizden kaçmaması için elinden geleni yapıyor ve başarıyor da bunu, zaman zaman vurgusunun dozunu kaçırsa da. Bunun yanında hikâye aksıyor da bir yandan epeyce. Adamın kolay kolay kimsenin yap(a)mayacağı bir şeye neden kalkıştığını, buna nasıl cesaret ettiğini anlatamıyor bir türlü bize. Üstelik yaptığı şeyi yapabilmesi pek de gerçekçi değil ki hikâyenin kimi başka sahnelerinde de karşımıza çıkıyor bu problem. Adamın bu korkunç işi yapmak yerine neden başka bir yol denemediğini anlayamıyoruz bir türlü örneğin. Kahramanımızın iş arkadaşının özel hayatındaki problemi ve sonraki “kendini toparlama” yan hikâyesinin neden filmde yer aldığı da sorguya açık epey.
Filmin uzun bir süre polisiye havasında ilerliyor olması hikâyeye bir gerilim katsa da, “ne olacak” sorusu sanki filmi asıl derdinden bir parça uzaklaştırıyor aynı zamanda. Hikâyeyi yönlendiren temel karakter olan adam olmasına rağmen, babalık kavramını hak ettiği ölçüde değerlendirmiyor film. Buna karşılık finale doğru öğrendiğimiz gerçeğin hayli vurucu olması ve o ana kadar tanık olduklarımızı bize yeniden düşündürtmesi hayli etkileyici olmuş kesinlikle. Nikolaj Coster-Waldau ve May Andersen’in oyunculuklarının özellikle çarpıcı olduğu filmde, Ulrich Thomsen (senaryo kendisine yeterili oyun alanı bırakmasa da), Maria Bonnevie ve Nikolaj Lie Kaas da başarılı performanslar sunuyorlar ve filmi oyunculuk açısından zirve diye tanımlayabileceğimiz bir noktaya taşıyorlar.
(“A Second Chance” – “İkinci Bir Şans”)